Читайте только на ЛитРес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Aşk başka yerde», страница 4

Шрифт:

Sabahat bozulur gibi oldu.

“Ne varmış yaşımda?”

Cavidan Hanım, bu soruya cevap verme lüzumu görmedi. Onun yerine ellili yaşlarını sürmekte olan hizmetçisini şöyle bir süzmekle yetindi. Sonra da damdan düşer gibi sordu.

“Kimmiş o?”

“Kim kimmiş?”

“Kim olacak? Koca adayın!”

“Rüstem Bey mi?”

“Nereden bileyim ben? Adı neyse işte.”

Sabahat, müstakbel kocasının kim olduğunu balandıra ballandıra anlatmaya koyuldu. Hanımına hava atma fırsatını yakaladığı için çok sevindiği her halinden belliydi.

“Adı, Rüstem Hakgüder. Emekli bir avukat. Kasabada oturuyor. Kendi evi, arabası var. Hali vakti yerinde anlayacağınız. On sene evvel boşanmış karısından.”

Cavidan Hanım, bir açığını yakalamış gibi sabırsızlıkla atıldı.

“Dul demek?”

Sabahat bunu ağzından kaçırdığı için anında pişman olmuştu. Ama renk vermedi. Savunmaya geçmeyi tercih etti.

“Evet, dul. Ne olmuş?”

“Niye boşanmış karısından?”

“Onun bir kabahati yok. Kadın zillinin tekiymiş. Evlerini boyayan boyacıyla kırıştırıyormuş. Rüstem Bey şüphelenmiş. Bir gün eve mahsustan erken dönmüş. Kapıyı çalmamış, anahtarıylan açmış. Bir de ne görsün? Karısıyla boyacı yatak odasında, alt alta, üst üste. O saat boşamış karıyı. “

“O karı başınıza bela olur, benden söylemesi.”

“Olamaz.”

“Neden?”

“Boyacıyla beraber kaçıp gitmişler buralardan. Nerde olduğunu bilen yok.”

Cavidan Hanım bir süre sustu. Durumu kafasında evirip çeviriyordu. Hiç ama hiç hoşuna gitmemişti bu iş. Neden sonra, “Nerede tanıştınız?” diye sormak aklına geldi.

Hiç düşünmeden yanıtladı Sabahat. “Elektrik idaresinde. Kuyrukta beklerken.”

Cavidan Hanım, gözlerini kısarak öfkeyle ona baktı.

“Demek faturaları ödemeye gittiğinde bu yüzden dönmek bilmiyordun.”

Sabahat pişkin bir edayla yanıtladı.

“Evet.”

“Utanmadan kabul ediyorsun ha! Pis rezil!”

“Bunda utanacak bir şey yok. Birbirimize âşık olduk. Suç mu bu?”

Cavidan Hanım bir kahkaha kopardı.

“Hah hah hah hah! Âşık mı oldunuz? Hiç güleceğim yoktu Sabahat, çok yaşa emi!”

Sabahat’ın gözlerinde acımasız bir parıltı belirdi.

“Gülün bakalım. Bilmiyorum sanki niye güldüğünüzü!”

Cavidan Hanım’ın kahkahasını bıçak gibi kesti bu söz.

“Yaa… Niye gülüyor muşum? Söyle de ben de bileyim.”

“Beni kıskandığınız için!”

Cavidan Hanım aniden öfkeyle doğruldu küvetin içinde. Çıplak vücudundan sular akıyor, gözlerinden ateş fışkırıyordu.

“Ben mi seni kıskanıyorum! Neyini kıskanayım senin be! Sadece acıyorum sana. Bu yaşta kendini gülünç duruma düşürüyorsun. Aptal! Aşkmış… Buna sadece budalalar inanır! Bu yaşa geldin de aşk diye bir şey olmadığını hâlâ öğrenemedin mi! O kocan olacak adam sana yalan söylüyor! Bir hizmetçiye ihtiyacı var belli. Ama para da vermek istemiyordur pinti herif! Aşk yalanlarıyla kandırıp bedavaya getirmek varken, niye para ödesin? Sen de kanıyorsun buna ha! Demek kırk senedir hiçbir halt öğrenememişsin benden! Gerizekâlı!”

Sabahat daha fazla dayanamadı. Bir anda kaybetti soğukkanlılığını. Delirmiş gibi bağırdı.

“Yeter!”

Cavidan Hanım şaşırarak sustu. Kırk senedir ilk defa böyle bir tepki vermişti Sabahat. Kırk senedir ilk defa bağırmıştı. Hem de ona… Hanımına… O kadar şaşkındı ki hiçbir şey söyleyemedi. Sabahat’ın yüzüne bakakaldı.

Sabahat nefretle fısıldadı.

“Kıskanıyorsunuz beni! Deli gibi kıskanıyorsunuz!”

Yüzünü Cavidan Hanım’ın yüzüne yaklaştırdı.

“Hep kıskandınız! Sizden daha güzelim diye hasedinizden çatladınız hep! Bey babanız beni daha çok seviyor diye deliye döndünüz! Siz evde kaldınız diye benim de evde kalmamı istediniz! Ama olmadı işte. Öyle olmadı. Bu yaşta da olsa koca buldum! Sizin gibi kuruyup gitmekten kurtuldum! Ondan çekemiyorsunuz beni!”

Bir an susup, karşısında korkunç bir yaratık gibi dikilen hanımını tiksintiyle süzdü.

“Şu halinize bakın.”

Birden hızla döndü. Tam arkasında durmakta olan, buğulanmış aynayı eliyle sildi. Cavidan Hanım’ın kendini görebilmesi için kenara çekildi ve haykırdı.

“Bakın, nasıl da insanlıktan çıkmışsınız. Gerçi gençken bile çirkindiniz ama şimdi size çirkin demek az kalır.”

Cavidan Hanım donup kalmıştı. Sanki ilk defa görüyormuş gibi bakıyordu kendine. Gördüğü korkunç manzara karşısında ağlamaklı oldu. Dayanamadı daha fazla bakmaya. Başını çevirecek oldu. Ama Sabahat izin vermedi buna. Başını zorla tutup tekrar aynaya doğru çevirdi.

“Bir de bana bakın. Aynı yaşta olduğumuza kim inanır! Hâlâ gencim, güzelim ben. Siz de biliyorsunuz bunu!”

Cavidan Hanım’ın gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Zamanın adaletsizliği apaçık karşısında duruyor, aynadan ona bakıyordu. İnkâr edemeyeceği kadar netti gerçek.

Bir an için zaman durdu sanki. İki kadın hiçbir şey söylemeden aynaya bakıyorlardı. Cavidan Hanım balmumundan bir heykel gibi hareketsiz, gözlerini bile kırpmadan duruyordu. Sabahat ise nefes nefeseydi, soluk alıp verişleri hızlanmıştı.

“Sizden nefret ediyorum! Bu eve adımımı attığım günden beri nefret ediyorum.”

Sonunda söylemişti. Yıllardır içine attığı gerçeği onun yüzüne haykırmıştı. Cavidan Hanım şok olmuştu. Onu şok eden Sabahat’ın ondan nefret etmesi değildi. Bunu yıllardır biliyordu zaten. Hiçbir zaman da umurunda olmamıştı. Onu şok eden, Sabahat’ın bunu söylemesiydi. Söyleyebilmesiydi.

Yığılırcasına çöktü küvetin içine. Başını dizlerine dayadı, kollarını bacaklarına doladı. Büzüldükçe büzüldü. Küçücük oldu. Uzun süre öyle ve sessiz kaldı.

Sabahat ise bir kere çözülmüştü, kolay kolay duracak değildi. Ruhunda birikmiş kini kusmaya devam etti.

“Beni köleniz bellediniz. Bir gün insan muamelesi yapmadınız. Hayatımı mahvettiniz. Biliyor musunuz, kaç defa ölmenizi diledim? Geberip gitse de kurtulsam dedim. Ama kötüler uzun yaşarmış. Siz de bu gidişle herkesi gömersiniz. Benim bekleyecek sabrım kalmadı gayrı. Gidiyorum!”

Cavidan Hanım ancak o zaman başını kaldırdı. Korku dolu gözlerle Sabahat’a baktı.

“Gidiyor musun?”

“Evet. Hem de hemen, şimdi.”

Gerçekten de gitmek için döndü. Banyo kapısına yöneldi. Cavidan Hanım’ın birden aklı gitti. Küvetten fırladı. Sabahat’ın ayaklarına kapandı.

“Gitme!” diye haykırdı. “Yalvarırım gitme Sabahat! Beni yalnız bırakma! Bu evde bir başıma bırakma beni!”

Sabahat şaşırmıştı. Doğrusu bu kadarı hayal gücünü aşıyordu. En yaratıcı rüyalarında bile böyle bir sahne yer almamıştı. Kırk yıllık hanımı; o kibirli, o gururlu o koskoca Cavidan Hanım ayaklarına kapanmıştı ya, artık ölse de gam yemezdi. Hayatının en mutlu anıydı bu galiba. Evet evet, kesinlikle öyleydi. Rüstem ona evlenme teklif ettiğinde bile bu denli mutlu hissetmemişti kendini.

Ayaklarının dibinde sayıklıyordu Cavidan Hanım.

“Gitme… N’olur gitme… Bırakma beni… Ne yaparım ben burda bir başıma… Gitme… N’olur gitme… En azından Eda gelene kadar kal… Yalvarırım…”

Sabahat, kelimenin hem gerçek hem de mecaz anlamıyla, tepeden bakıyordu zavallı hanımına. Zaferle ışıldayan gözlerini kin bürümüştü. Ayrıca sonsuz bir küçümseme ve derin bir haz okunuyordu yüzünde. Bir süre daha sessizce beklemeye devam ederek hayatının en mutlu anının doya doya tadını çıkardı. Sonra sert bir hareketle çekti ayağını, Cavidan Hanım’dan kurtardı. Adeta yılan gibi tıslayarak, “Ne haliniz varsa görün,” dedi. “Bir dakka daha kalmam burada!”

Döndü, kararlı ve acımasız adımlarla ilerledi, banyodan çıktı. Merdivenlerden aşağıya indi. Odasına girdi. Hızla bavulunu hazırladı. Üzerine ceketini giydi. Başına eşarbını bağladı. Ardına bile bakmadan çıktı gitti. Hatırlamak istemediği geçmişini, korkunç anılarını gömdüğü o mezardan kaçar gibi uzaklaştı. Bir an bile duraksamadı. Başını çevirip, nerdeyse bütün ömrünün geçtiği yere son kez bakma ihtiyacı bile duymadı.

Her şey hayallediği ve planladığı gibi gelişmişti. Yani, hemen hemen… Cavidan Hanım’ın bu kadar alçalacağını düşünememişti yalnız. Ayaklarına kapanıp yalvarmasından ziyade, sonuna kadar öfkeyle bağırıp çağırmasını, gururunun yalnızlık korkusunu yenmesini bekliyordu. Aslında, öyle olmasını da tercih ederdi. O zaman daha kolay olurdu vicdanının sesini susturmak. Şimdiyse, adına vicdan denilen işkenceci homurdanarak çalışmaya başlamıştı.

Ama hayır, izin vermeyecekti buna. En mutlu gününü hiçbir şeyin karartmasına, hayatında açtığı temiz sayfayı hiçbir şeyin lekelemesine izin veremezdi. Sonunda kazanmışken tekrar yenilemezdi. Geri dönemezdi. Rüstem onu üç gün önce sözleştikleri yerde, yolun başında bekliyordu. Müstakbel kocasının arabasına yaklaştıkça, uzaklaşıyordu Cavidan Hanım’ın hayaletinden. Banyonun zemininde çırılçıplak uzanan zavallı hayaletinden… Yerleri süpüren uzun beyaz ıslak saçlarının hayalinden… Yalvaran sesinin yankılanışından… Deliliğinden… Acısından… Yalnızlığından…

Ama ne yapacaktı şimdi hanımı? Kendi kendine bakmaktan acizdi. Birkaç güne kalmaz, açlıktan susuzluktan ölürdü. Evet, sayısını hatırlamadığı kere ölmesini dilemişti. Ama bunun sorumluluğunu üstlenmeyi hiçbir zaman istememişti. Allah adaletini gösterip yapsaydı bunu, hiçbir yük hissetmeyecekti üstünde. Ama yapmamıştı. Belki ölmek kurtuluş olurdu, Cavidan Hanım’ın da cezası yaşamaktı. Allah onu öldürmeyerek, böyle bir yaşama mahkûm ederek cezalandırıyordu belki. Evet, mutlaka öyle olmalıydı. O zaman şimdi günaha giriyordu. Tanrının kararına karşı çıkmış oluyordu.

Birden aklına gelen cehennem düşüncesi kanını dondurdu Sabahat’ın. Durdu. Ancak o zaman döndü, arkasında bıraktığı çiftlik evine baktı. Geçmişi ile geleceği arasında kalakalmıştı. Ne yapması gerektiğini düşünüyordu. Hem kendini cehennemden, hem de Cavidan Hanım’ı ölümden kurtaracak bir çözüm bulmak zorundaydı. Dakikalar süren bir düşünme sürecinden sonra buldu aradığı çareyi. Mademki artık o eve geri dönemezdi, daha doğrusu dönmezdi, o halde tek çare sorumluluğu başka birine yıkmaktı. Bu başka biri de, yakındaki köyün doktoru Arif Bey’den başkası olamazdı.


Cavidan Hanım, banyonun zemininde, ıslak saçlarından ve ıslak bedeninden akan suyun, oluşturduğu küçük gölün ortasında hareketsiz yatıyor ve ağlıyordu. Gözlerinden süzülen yaşlar, etrafını saran suni gölün üzerine yağmur damlaları gibi düşüyordu. Giderek şiddetini arttıran, çiselemekteyken sağnağa dönen bir yağmur gibi ağlıyordu Cavidan Hanım. Ağlıyor, ağlarken titriyor, düşünüyor ve isyan ediyordu.

Bütün hayatı göz açıp kapayıncaya kadar geçmiş olmasına rağmen neden iki hayat yaşamışçasına tükenmişti? Ruhu ve bedeninin elli küsur yıldır süren varlığı nasıl bir asra dönüşmüştü? Niçin yüz yaşında görünüyordu, niçin yüz yaşında hissediyordu? Zaman ne zaman ona düşman kesilmişti? Yirmi yaşına kadar dosttular oysa. Ağır ağır akan, dinginliğiyle insana huzur veren, bazen sabırsızlandıran, ama ne olursa olsun her daim umut vaat eden, güzel bir nehir gibiydi o zamanlar zaman. Geleceği bekleyerek, geleceği düşleyerek geçen o yirmi yıl boyunca geçmek bilmezdi. Sonra ne olmuştu da birdenbire böyle delice bir hıza kapılmış, onu ezerek geçip gitmiş, geride bir asırlık bir enkazdan başka bir şey bırakmamıştı? Tüm varlığını silip süpürmüş, her şeyini ondan alıp bir daha ulaşamayacağı uzaklıklara götürmüştü. Gençliği, umutları, geleceği, hayalleri ve mutluluğu zamanın seline kapılıp gitmiş, kayıplara karışmıştı. Zaman, onda hastalıklı bir akıldan, nefretle beslenen zavallı bir umuttan başka ne bırakmıştı?

Cavidan Hanım’ın kimyası çoktan bozulmuş, deliliğin pençesine düşmüş beyni bunları düşünürken; ağlayan sesi bir ölünün ardından ağıt yakar gibi haykırmaya başladı.

“Ben ne yaptım sana? Ne istedin benden? Neden düşman oldun bana? Neden aldın her şeyimi benden? Neden beni bıraktın peki? Beni de alsaydın da ben de kurtulsaydım benden. Söyle, neden mahkûm ettin beni benimle kalmaya? Neden mahkûm ettin beni çürümeye? Neden?”

Sessiz ve sinsi zaman cevap vermedi. Acımasızca susmaya devam etti.

Aniden bir mucize oldu.

Ardına dek açık banyo kapısından içeri Cavidan Hanım’ın gençliği girdi. Yerde acı içinde kıvranan yaşlılığına doğru ilerledi, başucunda durdu ve ona elini uzattı.

Cavidan Hanım donup kaldı. Gençliğine şaşkınlıkla baktı. Onun gözlerinde henüz yok olmamış geleceğini gördü. Kaybolmamış umutlarını gördü. Bir de aşkı gördü… Henüz ölmemiş aşkını, onun insanın içini ısıtan alevini gördü. Etrafındaki her şeyi ve herkesi, ama en çok da kendisini yakıp kül eden nefreti ise göremedi. Yoktu. Henüz orada değildi.

Kalkmak için gençliğinin elini tuttu. Tutar tutmaz da gençliği o oldu. Genç Cavidan, yaşlı Cavidan’ın içine girdi, onunla bir oldu. Cavidan Hanım büyülenmişçesine baktı yirmi yaşındaki ellerine. Sonra başını kaldırdı. Zaman denen canavarın az önce yansıdığı aynaya çevirdi gözlerini. Aynada yirmi yaşındaki yüzünü gördü. İnanmakta zorlanarak ellerini yüzüne götürdü; gerçek olup olmadığını anlamak istercesine kırışmamış tenine, büzüşmemiş dudaklarına, beyazlaşmamış saçlarına dokundu. Gerçekti, gerçek gibiydi…

İçinde zavallı bir mutluluk hissetti, yüzüne zavallı mutluluğunun tebessümü yayıldı. Yirmi yaşındaki bacaklarının canlılığıyla yürüdü, banyodan çıktı. Sanki görünmez bir güç tarafından yönlendiriliyormuş gibi nereye gittiğini bilmeden ve düşünmeden merdivenleri çıktı. Yirmi yaşındaki ayakları onu çatı katındaki, yıllardır kilitli duran ve yaşlı Cavidan’ın otuz küsur senedir adımını atmadığı odanın kapısına götürdü. Görünmez güç kapıyı açtı, sonra da Cavidan’ı içeri itti.

Üçgen şeklindeki, küçük, kirli çatı penceresinden içeri güçlükle sızmayı başaran zayıf ışıkla hafifçe aydınlanan loş odayı zamanın tozu doldurmuştu. Cavidan, odanın zamanın tozuyla ağırlaşmış havası içinde uyurgezer gibi ilerlerken, kendini suyun içinde süzülüyormuş gibi hissetti. Görünmez güç tarafından esir alınmış beyni uyuşmuştu. Hiçbir şey düşünmüyordu. Sadece kimliği belirsiz efendisinin talimatlarına uyuyordu. “Sandık,” diye fısıldıyordu efendisi, “Sandığı aç.” Efendinin hangi sandıktan bahsettiğini düşünmeden biliyordu Cavidan’ın aklı. Çatı katı odasında, çürümeye terk edilmiş eşyaların arasında duran, yıllardır görmediği sandığı nasıl daha dün eliyle koymuş gibi bulduğunu bilmiyordu ama.

“Sandığı aç.”

Emre sorgusuz sualsiz itaat eden Cavidan’ın yirmi yaşındaki elleri, sandığın ağır kapağını kaldırdı. Kapakla beraber kalkan toz bulutu bir an için gözlerinin görmesini engelledi. Bulutun dağılmasını çabuklaştırmak için elleriyle sabırsız bir haraket yaptı. Gerçekten de işe yaradı bu. Toz bulutu dağıldı ve işte o zaman, sandığın içinde özenli bir biçimde katlanmış duran gelinliği gördü Cavidan . Rum bir terzinin, Avrupa’dan özel olarak getirtilmiş pahalı kumaştan, Cavidan’ın tam üstüne göre diktiği gelinliği…

Sandığın başında çömelmiş, öylece bakakaldı Cavidan. Sonra, bir kere bile giymek nasip olmadan o sandığın içine gömülen, havasızlığın ve yılların sararttığı gelinliğini mezarından çıkardı. Elinde gelinlikle doğruldu. Hâlâ çıplak olan bedenine gelinliği giydirdi. Gözlerini çatı katının içinde gezdirdi. Üzeri tamamen tozla kaplanmış, kırık bir ayna gördü. Geçti aynanın karşısına, iki parçaya bölünmüş ve tozların ardından hayal meyal seçilebilen yansımasına baktı. Kendisiyle yansıması arasındaki tozu silmek aklına bile gelmedi. Zaten bir şeyin eksik olduğunu fark etmek için kırık ve tozlu bir aynaya da ihtiyacı yoktu.

Sandığın başına dönüp eksik parçayı aradı, bulamadı. Geniş çatı katı odasının içinde dört dönmeye başladı. Eski eşyaların ve havada uçuşan tozun arasında bembeyaz bir hayalet gibi dolanıyor, anlamsız bir panik içinde aklına gelen her köşeye bakıyordu. Neyse ki gölgesi gibi peşinden ayrılmayan görünmez güç ona yardım etti de, aradığını aniden ayaklarının dibinde buluverdi. Eğildi, Fransız dantelinden yapılmış uzun duvağı yerden aldı. Kırık ve tozlu aynanın karşısına tekrar geçip duvağını başına taktı. Yüzüne geniş, mutlu bir tebessüm yayıldı. Aynaya bakıyor ama aynadaki tozların ardından görünen zavallı gerçeği değil, hayalindeki resmi görüyordu. Ne güzel bir gelin olmuştu… İhsan da çok beğenecekti onu. Beğenecekti, değil mi? Evet, evet mutlaka beğenecekti. Hatta büyülenecekti ona bakarken. O güzel gülümseyişiyle gülümseyecekti. “Güzel gelinim benim,” diyecekti. Nikâhlarının kıyılıp düğünün sona ermesini, odalarına çekilmelerini, baş başa kalmalarını sabırsızlıkla bekleyecekti. Bir an evvel o anın gelmesini isteyecekti. O an geldiğinde de oda kapısını kilitleyecek, sonra dönüp o çapkın bakışıyla ona bakacak, sonra usulca yaklaşıp onu güçlü kollarının arasına alacak, sonra “Meleğim, çiçeğim, karıcığım” diye fısıldayarak onu bağrına basacak, sonra dudaklarını dudaklarına bastıracak ve bir daha da ayırmayacaktı…

Sanki bütün bunlar gerçekten olmuşçasına mutluluktan ağlıyordu Cavidan. Hiçbir hayal, İhsan’ın karısı olma hayalinden daha mutlu edemezdi onu. İhsan’ın kollarında uyumak ve İhsan’ın kollarında uyanmaktan daha güzel bir hayal düşünemezdi… Aşktan daha büyük bir hayal yoktu dünyada. Daha büyük bir umut yoktu… Daha büyük bir mutluluk yoktu…

Ama…

Daha büyük bir acı da yoktu… Daha büyük bir pişmanlık da yoktu… Daha büyük bir yara da yoktu… Daha büyük bir ölüm de yoktu…

Aşktan daha büyük, daha güçlü, daha gaddar bir katil yoktu dünyada.

Kırık ve tozlu bir aynada iki parçaya ayrılmış belli belirsiz hayali; yüz yıllık bir yaşlanmışlığın esir aldığı, çökmüş bedeni üzerinden dökülen sararmış gelinliği; bembeyaz olmuş seyrek saçlarının üzerine oturtulmuş, güvelerin delik deşik ettiği duvağı ve kırış kırış yüzünde, feri kaçmış gözlerinde, buruşmuş dudaklarında parlayan zavallı mutlu gülümseyişiyle Cavidan, işte bu katilin kurbanlarından biriydi sadece. Ama ne yazık ki… Ve ama iyi ki de, göremiyordu kendini. Gerçek dünyadan kaçmak için delirmiş aklının ona sunduğu bir avuntuya, yirmi yaşındaki gençliğine sığınmıştı. Yirmi yaşındaki gençliği olmuş, umudun ve masumiyetin yaşadığı zamanlara dönmüştü. Tüm görebildiği de buydu işte. Hayal dünyasının çiçekleri ve böcekleriydi tüm görebildiği. Ne kadar güzel ve ne kadar korkunç olurlarsa olsunlar, gerçek dünyanın solan çiçekleri ve zararsız böceklerinden iyiydiler onlar. Çünkü gerçek değillerdi ama gerçek gibiydiler. Bu yüzden de gerçekten daha büyülü, gerçekten daha doyurucuydular. Gerçekse acıklıydı. Acıklı ve acınası… Ve Cavidan kadar çirkin…

Birden Cavidan’ın zavallı mutlu tebessümünü donduran bir ses doldu odanın içine. Uzaklardan, dışarıdan, çiftlik evinin karşısındaki tarlalardan gelen bir ses… Türkü söyleyen genç bir erkek sesi… Cavidan irkildi. Onun sesiydi bu… İhsan’ın sesi. İki kekliğin türküsünü söylüyordu yine. Demek ırgatlar öğle paydosu vermiş, bol yağlı bulgur pilavı ve bayat ekmekten ibaret öğle yemeklerini yemiş, tütünlerini içiyorlardı. İhsan hep tütün sararken türkü söylerdi. Hep de iki kekliğin türküsünü söylerdi. Sesi çok güzeldi. Diğer ırgatlar bayılırlardı İhsan’ı dinlemeye. Tarladaki uzun çalışma saatlerinin tek eğlencesiydi bu. İhsan’ın söylediği türkülerle, birkaç dakikalığına olsun kaçabiliyorlardı geçim derdinden ve ulaşılamayan hayallerden ibaret gerçek dünyalarından.

Elli küsur yaşındaki Cavidan, tıpkı yirmi yaşındaki Cavidan gibi, İhsan’ın sesini duyar duymaz pencereye koştu. Kirli pencerenin ardından, uzakta görünen tarlalara doğru baktı. Orada İhsan’ı gördü. Küçücüktü İhsan, nokta kadardı. Yüzü gözü seçilmiyordu. Olsun, yine de görüyordu onu Cavidan. Oradaydı işte, üzüm bağlarının orada. Güneşin altında parlıyordu. Sesini rüzgâr ona getiriyordu. Söylediği türkünün sözleri içini aşkla dağlıyordu. İhsan’sa uzaktan, görkemli çiftlik evinin küçük çatı penceresinden sevgiy ve hayranlıkla ona dikilmiş gözlerden habersizdi. Gözlerini kapatmış, kendini kaptırmış bir halde, kim bilir kaçıncı kez okuduğu ve ezbere bildiği türkünün sözlerini, kim bilir kimi düşünerek, kim bilir neyi hayal ederek söylüyordu.

 
İki keklik bir kayada ötüyor
Ötme de keklik derdim bana yetiyor
Aman amman… yetiyor
Annesine kara haber gidiyor
Yazması oyalı kundurası boyalı yâr benim
Aman amman… yâr benim
Uzun da geceler yâr boynuma sar benim
Aman amman… sar benim…
 

Kısa bir suskunluktan sonra devam ediyordu.

 
İki keklik bir dereden su içer
Dertli de keklik dertsizlere dert açar
Aman amman… dert açar
Buna yanık sevda derler
Tez geçer…
 

“Geçmez İhsan, tez geçmez, hatta ömür boyu geçmez, geç meyecek,” diye içinden karşılık veriyordu ona Cavidan.

 
Yazması oyalı kundurası boyalı yâr benim
Aman amman… yâr benim
Uzun da geceler yar boynuma sar benim
Aman amman… sar benim…
 

Hiç susmasın istiyordu. Hiç bitmesin istiyordu türkü. Ama bitiyordu. İhsan tekrar çalışmaya dönüyordu. Cavidan ise onu izlemeye devam ediyordu. Bazı günler akşam olana, hava kararıp da her şey gibi İhsan’ı da görünmez kılana dek ayrılmıyordu pencerenin önünden. O zamanlar daha aşkını ilan etmemişti ona. Daha cesaret edememişti buna. Bekliyordu sadece. İhsan’ın her öğle molasında söylediği o türküyü kendisi için söylediğini sanmayı; türküdeki iki keklikten birinin adını Cavidan, diğerinin adını İhsan olarak düşünmeyi seviyordu. Yazması oyalı kundurası boyalı o yâr, İhsan’ın uzun gecelerde boynunu sarmasını dilediği o yâr, Cavidan’dan başka kim olabilirdi?

Kimse…

Niye ağlıyordu o zaman? Niye yanıyordu içi? Niye paramparça olmuştu yüreği?

Kirli küçük camın ardında hiçbir şey yoktu çünkü. Aslında var olmayan bir hayale bakıyordu dakikalardır, yıllardır…

“Niye sevmedin beni İhsan? Neden birazcık bile olsa sevemedin? Çirkinim diye mi? Ne olmuş çirkinsem? Seni seviyorum ben… Seni her şeyden çok seviyorum… Şimdiyse her şeyden çok nefret ediyorum senden… Kendimden bile nefret etmiyorum o kadar… Evet… Senden nefret ettiğim kadar nefret etmiyorum kendimden bile… Allah belanı versin İhsan… Vermezse de vermesin… O vermezse ben vereceğim… Belan olacağım… Hayatını karartan cezan olacağım… O kadar seviyorum seni işte… O kadar aşığım sana… Hâlâ aşığım… Son nefesime dek de nefret etmekten asla vazgeçmeyeceğim… Senden nefret etmekten asla vazgeçmeyeceğim… Ve seni sevmekten…”

Sayıklıyordu Cavidan. Gerçeklik duygusunu tamamen yitirmiş, sayıklıyordu. Artık ne geçmişteydi, ne de şimdiki zamanda. İkisinin arasında başka bir yerdeydi. Zamansız bir yerde… Hiçbir şeyin değişmediği, sonsuza dek aynı kaldığı bir yerde… Sıkışıp kaldığı, hareket edemediği, nefes alamadığı, karanlık bir yerde…

O yerden bulunduğu yere baktığında ise gördüğü manzara karşısında dehşete kapılmaması imkânsızdı.

Çatı katı farelerle doluydu. Onlarca, belki de yüzlerce fare vardı. O kadar çoklardı ki, koca odada adım atacak boşluk kalmamıştı. Her yerdeydiler. Etrafını sarmışlardı. Hareketsiz durmuş sabit gözlerle ona bakıyorlardı. Sesleri ise dayanılmazdı.

Kendini en büyük korkusunun ortasında, en korkunç kâbusunun içinde bulan Cavidan’ın dudaklarından acı bir çığlık koptu. Onları görmemek için gözlerini sımsıkı yumdu, seslerini duymamak için iki eliyle kulaklarını sımsıkı kapattı, olduğu yerde büzüldü.



Akşamüzeri, Doktor Arif Bey, külüstür Anadol’uyla çiftliğin sınırları içine girdi. Terk edilmiş ve balta girmemiş bir orman görünümüne bürünmüş bahçeden çiftlik evine doğru ilerlerken, Sabahat’ın sabahki tuhaf ziyaretini düşünüyordu.

İçinde Cavidan Hanım’ın hizmetçisi Sabahat’ın ve daha önce o civarda görmediği yaşlı bir beyin bulunduğu son model bir otomobil sağlık ocağının önünde durduğunda, odasında pencereden dışarıyı seyrederek sigarasını içmekteydi Arif Bey. İki hasta arasında bir sigara ve bir bardak çay içmek adetiydi. Sigarasını ve çayını içerken de rahatsız edilmekten hiç hoşlanmazdı. Sağlık ocağının tek hemşiresi bunu bilir, sıra bekleyen hastalar kıyameti koparsa da asla doktoru rahatsız etmezdi. Sızlanan hastaya ağzının payını verir, iki dakika beklese ölmeyeceğini söylerdi. Artık köyün insanları da alışmıştı bu duruma. Çağrılana kadar seslerini çıkarmadan bekler, doktoru kızdırmaya cesaret edemezlerdi. Bu yüzden, henüz sigarasını yeni yakmış ve çayından birkaç yudum almış olan Doktor Arif Bey, hemşirenin çekinerek odaya girmesine ve Cavidan Hanım’ın hizmetçisi Sabahat’ın onu görmek istediğini söylemesine şaşırmıştı. Hemşiresine bu cesareti veren ancak bir ölüm kalım meselesi olabilirdi.

Gerçekten de Sabahat, doktorla Cavidan Hanım’la ilgili olarak görüşmek istediğini, durumun çok acil olduğunu, ölüm kalım meselesi olduğunu söylemişti. Yüzündeki ifade ve sesinin tonu da söylediklerinin doğru olduğunu ispatlıyordu. Ayrıca daha önceleri, çiftlik evinde doktora ihtiyaçları olduğunda kalkıp sağlık ocağına gelmek yerine telefon ederlerdi. Şimdi Sabahat oraya kadar teşrif ettiğine göre önemli ve farklı bir gelişme olmalıydı.

Doktor Arif Bey de buna ikna olmuştu ki hemşireye Sabahat’ı içeri alma iznini verdi. Sabahat tek başına odaya girdi. Arif Bey, gayri ihtiyari pencereye doğru bir bakış attı. Sabahat’ı oraya getiren beyin, arabasının önünde beklemekte olduğunu gördü. Sonra tekrar Sabahat’a dönerek her zaman çatık duran kaşlarının altından onu süzdü, molasının bölünmesine sinirlendiğini belli eden sert bir sesle şikâyetini sordu. Sabahat, doktorun karşısındaki koltuğa oturup başladı anlatmaya. Evleneceğini, bu haberi Cavidan Hanım’ın hiç hoş karşılamadığını, bu yüzden tartıştıklarını, apar topar evi terk etmekten başka çaresi kalmadığını bir çırpıda anlattı.

“Malum, Cavidan Hanım yarım akıllıdır. Kafası gidip geliyor. Siz de biliyorsunuz ne deli olduğunu. Sonra yaşlı kadıncağız, bir ayağı çukurda. Bir başına ne yer ne içer? Allah korusun, iki güne kalmaz açlıktan susuzluktan ölüp gider. Ömrü hayatında kendi kendine bir bardak su koymamıştır o. Hiçbir şey yapmayı bilmez. Acizdir zavallı, bensiz ne yapar? Ama ben de geri dönemem artık. Çok ağır konuştu, kalbimi kırdı. Vallahi söyledikleri yenilir yutulur şeyler değil, doktor bey. Şimdi benim o lafları yutup dönmem olacak şey mi? Değil helbet. Ama şu vicdan yok mu… Ah ah, insan iyi yürekli olmaya görsün, bir gün huzur bulamaz. Vicdanı sızlayıp durur, rahat vermez bir türlü. Düşünün bir kere; bana yapmadığı, demediği kalmadı, hâlâ onun iyiliğini, sağlığını düşünüyorum. Çekip gitmekten başka çare bırakmadı, gene de kadıncağızı bir başına bıraktım diye vicdanım sızlıyor. Acıyorum ona. Merhametli insan olmak çok zor, doktor bey, çok zor…”

Doktor Arif Bey, bu bombardıman karşısında ambale olmuştu. Sabahat’ın bütün bunları ona niye anlattığını, ondan ne istediğini de anlayamamıştı. Kibar olmak gibi bir derdi de hiçbir zaman olmadığından, açıkça sordu.

“Benden ne istiyorsun?”

Sabahat bir an şaşırdı. Doğrusu bu doktor da çok kabaydı. İnsan, “Nasıl yardımcı olabilirim hanımefendi?” filan diye sorardı. Aman ne bekliyordu ki zaten, alt tarafı kaba saba bir köy doktoruydu işte. Acık yontulmuş olsa bu köyde işi neydi…

Sabahat cevap vermekte gecikince sabırsızlanan doktor, iyice kabalaşarak ekledi.

“Dışarıda bir sürü hasta bekliyor. Akşama kadar seni dinleyemem.”

Sabahat fena bozulmuştu. Küskün bir sesle cevap verdi.

“Merak etmeyin. Fazla vaktinizi alacak değilim. İnsaniyet namına bir yardım istemek için rahatsız ettim sizi. Vaktiniz olduğunda, bir zahmet çiftliğe kadar gidip Cavidan Hanım’a bakarsanız sevinirim. Arada bir kolaçan ederseniz… Ölüp kalmasın zavallı…”

Doktor sert bir sesle sözünü kesti Sabahat’ın.

“Mesai bitince bir gidip bakarım. Ama benden ona bakıcılık yapmamı beklemiyorsun herhalde.”

Sabahat’ın yüzü daha da asıldı. Doktordan başka yardım isteyebileceği kimse aklına gelmediği için kendine kızıyordu.

“Helbet beklemiyorum. Ne haddime? Ben sadece… Diyecektim ki…”

Bir an duraksadı. Doktorun sıkıntıyla saatine baktığını görünce paniğe kapılarak devam etti.

“Cavidan Hanım’ın yanına birini bulsanız? Hani, şöyle elinden iş gelen, becerikli, sabırlı bir kadıncağız… Evi çekip çevirecek, Cavidan Hanım’a bakacak… Köyde herkesi bilirsiniz siz. Şuraya gelen hastalara deyiverseniz, yeter. İşe ihtiyacı olan birileri vardır helbet. Sevaba girersiniz.”

Doktor Arif Bey’in sevapla mevapla işi yoktu ama kötü bir insan da değildi.

“Olur, hallederiz,” diye cevap verdi.

Böylece Sabahat, sorumluluğu devredecek birini bulmanın gönül rahatlığı içinde oradan ayrıldı. Doktor da, o gün içinde huzuruna çıkan hastalara Cavidan Hanım’ın yanına acilen bir hizmetçi kadın arandığı haberini verdi. Daha fazla çaba sarf etmesine de gerek yoktu. Nasıl olsa akşama kalmadan köyde kulaktan kulağa yayılacaktı haber.

Külüstür Anadol, çiftlik evinin önünde durduğunda hava kararmak üzereydi. Arif Bey çantasını alıp arabadan indi, eve doğru ilerledi. Dış kapı sabah Sabahat’ın bıraktığı gibi, ardına dek açık duruyordu. Arif Bey hiç tereddüt etmeden içeri girdi. Alışkın ve dikkatli adımlarla fare kapanlarıyla dolu merdivenleri çıktı, fare kapanlarıyla dolu koridor boyunca ağır ağır yürüyerek Cavidan Hanım’ın odasına doğru ilerledi. Daha önce defalarca gelmişti bu eve. Cavidan Hanım ne zaman rahatsızlansa, ki yılda en az on kez doktora gereksinim duyacak derecede rahatsızlanırdı, Arif Bey çiftliğe çağrılırdı. Bu yüzden o evde gördüğü hiçbir şeyi yadırgamıyordu artık. Adım başı karşısına çıkan fare kapanlarının da, evin kasvetli havasının da, Cavidan Hanım’ın duvarlara sinmiş deliliğinin de yabancısı değildi.

Evin içindeki ölüm sessizliği dışında her şey her zamanki gibiydi. Bu sessizliği de Sabahat’ın yokluğunun doğal bir sonucu gibi algılayan Arif Bey, Cavidan Hanım’ın oda kapısı önünde durdu. Son derece sakin ve soğukkanlı bir edayla, elini kapıya hafifçe vurup seslendi.

“Cavidan Hanım?”

İçeriden bir ses gelmeyince kapıyı tekrar tıklatıp tekrar seslendi. Ancak yine bir cevap alamadı. Ve ancak o zaman, Arif Bey’in daima vurdumduymaz bir ifadeye sahip, öyle ki bu ifadenin artık taşlaşıp katılaştığı yüzünde ufak bir değişiklik oldu. Adeta bir endişe, panik belirtisi yüzünü yalayıp geçti.

“Cavidan Hanım?”

Üçüncü ve son seslenişi yine sessizlikle karşılanınca, Arif Bey kapıyı araladı. İçeri baktı. Odada kimse yoktu.

Evin labirent gibi koridorlarında giderek artan bir hızla dolaşıp, bütün oda kapılarını açıp bakarak Cavidan Hanım’ı aramaya başladı Arif Bey. En son açtığı kapının ardında, banyoda gördüğü manzara endişesini daha da arttırdı. Banyoyu su basmıştı. Açık unutulan musluktan damlayan su zemindeki gölü büyütmüş, Arif Bey içeri adımını atınca ayakları suya gömülmüştü. Gölün, zeminden birkaç santimetre kadar yüksekteki eşiği aşıp taşan bir ırmak gibi koridora yayılması an meselesiydi. Arif Bey derhal musluğu kapattı, tıkanmış gideri açtı. Böylelikle olası sel felaketinin önüne geçtikten sonra, uzun koridorun tam ortasındaki banyo kapısının önünde durup, hangi yöne gitmesi gerektiğini kestiremiyormuş gibi bir sağına bir soluna baktı. Neredeyse bütün evi aramıştı. Cavidan Hanım’ın en az otuz senedir o evden dışarı adımını atmadığını, bir mucize olmadığı sürece de atmayacağını bilmesine rağmen, belki de evde olmadığını, dışarı çıktığını, başka bir yere gittiğini düşünmeye başlamıştı. Tam o anda, ayaklarının dibinden, banyo kapısının önünden başlayıp sola kıvrılan ve yarımşar metre aralıklarla koridorun sonuna dek devam eden ıslak izleri fark etti.

Бесплатный фрагмент закончился.

399 ₽
218,34 ₽