Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-

Текст
0
Отзывы
Читать фрагмент
Читайте только на ЛитРес!
Отметить прочитанной
Как читать книгу после покупки
  • Чтение только в Литрес «Читай!»
Шрифт:Меньше АаБольше Аа

Yeniçerilerin arkasından gene ocaklı oldukları anlaşılan dev cüsseli iki adam göründü. Bunlar, iki elinin üstünde sekiz on renge boyanmış, bol yaldıza bulanmış bir tahta taşıyan başkarakullukçu kılıklı bir adama yol açıyorlardı. Tahtanın üzerinde keskin yaldızla işlenmiş bir merdiven resmi, onun alt yanında da 50 rakamı görülüyordu.

Fakat garabet tahtada, resimde, rakamda olmayıp onu taşıyan başkarakullukçunun takındığı tavırdaydı. Herif mukaddes bir kitap veya aziz şahsiyetlere ait bir nesne götürüyormuş gibi bariz bir huşu içindeydi. Mukaddes bir emaneti gene mukaddes bir makama götürdüğünü hissettire ettire ve mabette yürüdüğü zehabını uyandıra uyandıra adım atıyordu.

Başkarakullukçuyu üç Bektaşi dedesi takip ediyordu. Bunlardan birinin öbürlerinden mertebece üstünlüğü iki adım kadar ileri yürüyüşünden, berikilerin de biraz büzülerek ve küçülerek onun arkasında bulunmalarından anlaşılıyordu. Fakat dedelerin üçü de bir tipteydi. Başlarında iki köşeli birer taş, bellerinde birer kemer, ellerinde birer teber bulunuyordu.

Babaların ardından bir düzine kadar genç geliyordu. Hepsi seçme güzel olan bu delikanlılar, kadınları imrendirecek derecede şık giyinmişlerdi. Başlarında, bellerinde çok kıymetli Kişmir şalları, sırtlarında kadife saltalar, keskin renkli ipek kumaştan kesilme yelekler ve entariler vardı. Kuşaklarının arasında kabzaları görünen hançerler elmaslıydı ve hepsi şuh bir salınışla yürüyorlardı.

Daha geride gelenler kuru kalabalıktı. Nizamsız bir akışla delikanlıların izleri üzerinde dalgalanıyorlardı. Hüseyin’in dikkatini en çok çelen nokta: Alayın önünde, sağında, solunda ve ardında hiç kesilmeden, hiç kısılmadan muttarit bir sayhanın yükselmesiydi. Birçok ağızlardan çıkan, fakat tek bir ağızdan çıkıyor gibi görünerek alayın imtidadınca gürleyip duran bu sayhada hep aynı kelimeler beliriyordu:

“Savulun, nişan geliyor!”

Hüseyin, belki yirmi dakika kulağında uğultulu akisler yapan bu cümlenin neyi ifade ettiğini bir türlü kavrayamadı. Onun bildiğine göre nişan, evlenecek adamların gelin olacak kıza gönderdikleri eşyaya denirdi. Yeniçerilerin şu yürüyüş sahnesinde ise nişan denilebilecek bir şey görünmüyordu. Başkarakullukçu kılıklı adamın âdeta dini bir hürmetle taşıdığı boyalı, yaldızlı tahtanın da nişanla alakası yoktu.42

Delikanlı, iliğine kadar yayılan merakı gidermek için konuşacak bir adam arıyordu. Fakat sokağı dolduran halk, ağızları mühürlenmiş gibi umumi bir sükût içindeydi, kimsenin kimseye tek bir kelime söylediği duyulmuyordu.

Korkudan mı susuyorlardı, saygıdan mı?.. Kendisi de dilsiz duran Hüseyin bu ciheti henüz kestiremeden seyircilerin sükûtu bozuldu, uzaklaşan alayın ardından bir fısıltı, bir dedikodu başladı. Biraz önce söz perhizine girmiş gibi dudaklarını yumulu tutan halkın dili şimdi bir karış uzamıştı ve herkes konuşuyordu.

Hüseyin bu durumdan istifade ile tatlı yüzlü bir adama sokuldu:

“Ağa!” dedi. “Bu alay neyin nesi?”

Bu suale muhatap olan kimsenin yüzünde bir hayret belirdi, gözlerinde bir tebessüm parladı ve dudaklarından alaylı bir cümle döküldü:

“Sokağa yeni mi çıkıyorsun evlat?..”

“Hayır. Her gün sokağa çıkarım.”

“Öyleyse benimle eğlenmek istiyorsun?”

“Neden?”

“İstanbul’da yaşayıp, İstanbul’da dolaşıp yeniçerilerin nişan götürmelerinin ne demek olduğunu bilmemek olur mu?”

“Bilmiyorum işte!..”

“O hâlde gözünü kapayarak, kulağını tıkayarak geziyorsun. Bu gördüğün işe nişan alayı derler. Yeniçeri kabadayılarından biri kahve işletmek isterse oraya kendi ortasının nişanını böyle alayla getirip asar.”

“Sonra ne olur ağa?”

“Ne olacak oğul! O kahve de artık ‘melek girmez’lerden olur, içinde adam kesseler kimse dönüp bakmaz, bakamaz.”43

Hüseyin, kendisini saraydan kovduran yeniçerilerin ne korkunç bir kuvvet olduğunu artık daha iyi anlıyordu. Bu anlayış onda garip bir merak uyandırdı. Şimdi ocağı ve ocaklıyı yakından tanımak istiyordu. Birden yüreğine düşen bu merakla muhatabına sordu:

“Nişanı hangi kahveye götürüyorlar dersin?”

“Bir aydır dedikodusu oluyor: Nefes tornacısı Ömer’in kahvesine!”

“Kim bu Ömer?”

“Meşhur Nakilci’nin kardeşliği!”

“Nakilci de kim?”

“Sen gerçekten körmüşsün, sağırmışsın evlat. İstanbul’da gezip de Nakilci’yi tanımamak olur mu?.. Şu yaslandığın taşa sorsan dile gelir, sana Nakilci’nin, Tornacı Ömer’in, Eğinli Karakulak Bekir’in kim olduklarını söyler!..”

Ve Hüseyin’in kulağına eğilerek fısıldadı:

“İyi saatte olsunlar neyse bu adamlar da odur, hatta daha uğursuzdur. Çünkü dinleri yoktur. Sırtlarını ocağa dayayıp eşkıyalığa çıkmışlardır. Kestikleri kestik, kırdıkları kırdık. Önlerinde vezirler boyun kırar, padişahlar susar. Sen de sık dokuyup ince eleme. Dilini kıs. Belki çarpılırsın.”

Hüseyin merakına meclup ve mağlup olarak yalvardı:

“Nerede bu Ömer’in kahvesi?”

“Irgat pazarında. Eğer başına bir çorap ördürtmek istiyorsan durma, oraya git!”

Yeniçeriler hakkında derin bir nefret taşıdığı şu sözlerden anlaşılan adamın ayrılmasıyla beraber Hüseyin yatağını sırtladı, Irgat pazarına doğru yollandı. Ocaklının kendisine kaybettirdiği saadeti gene onlara iade ettirmek emeline kapılmıştı. Ne pahasına olursa olsun, yeniçeri eşbehleriyle temasa geçmek, dert yanıp kendisini acındırmak ve bu suretle yeniden saraya girip ağa olmak azmindeydi. Çünkü Seher’e yaklaşmak, Seher’e görünmek, Seher’e nefsini beğendirmek için başka bir yol bulamıyordu.

Kahvenin önü kalabalıktı. Tornacı Ömer -kendi şahsına müstesna bir saygı gösterilmiş yahut ocak tesanüdü bir kere daha tebarüz ettirilmiş olmak için- her orta namına bir neferin iştirakiyle ve bizzat Hacı Bektaş’mış gibi ocaklıyı nefesine bağlayan Haydar Baba’nın ve ünlü dedelerden Kıncı ile Hüseyin’in huzuruyla kurulan alayı -yanında Nakilci ve Karakulak Bekir olduğu hâlde- yüz adım ileride karşılamış, babalarla orta mümessillerinin ad sahibi olanları, alaya genç bir sima çizmiş olan delikanlıları içeri alarak geri kalanları sokak ortasında baklava sinileri etrafına oturtmuştu. Etraftaki hanların pencerelerinden, mescitlerin minarelerinden yüzlerce baş caddeye eğilerek, küme küme insan köşe başlarına sığınarak bir kahve ocağının bir hükûmet dairesi hâline geçmesi için yapılan şu tagallüp merasimini seyrediyordu.

Hüseyin -sırtındaki yükün uçlarını yerlere süre süre- kalabalığın sınırına yaklaştı, iri bir baklava dilimini büzük parmakları arasında muvazenelendirdikten sonra -gözlerini bol bir işitiha içinde süzerek-yutmaya hazırlanan bir yeniçerinin yanına sokuldu.

“Ağa!” dedi. “Nakilci kande ola?”

Kolunda 41’inci orta nişanı olan makas resmi görünen yeniçeri sert sert baktı, ısırır gibi homurdandı:

“Onunla kazanı şerif dibinde çorba mı içtin, yoksa omuz omuza yürüyüp serdengeçtilik mi yaptın?.. Adını teklifsiz andığına bakılırsa Nakilci’ye el öptürmüş bir yiğit olacaksın. Bari kim olduğunu açığa vur da biz de karşında boyun kıralım.”

Ve birden gözlerini fal taşı gibi açtı, haykırdı:

“İşte bak, hırlayışına bak. Ulan sen ne yürekle Nakilci Ağa’yı uşağınmış gibi salt adı ile sorarsın! Yoksa ağzını mı yırttırmak istersin?”

Hüseyin renkten renge girip yükünün altında soğuk soğuk ter dökerken kolunda taşıdığı bir servi ve iki zürafa resminden 58’inci ortalı olduğu anlaşılan gür kaşlı, pos bıyıklı bir başka yeniçeri arkadaşının omuzuna elini koydu:

“Celallenme!” dedi. “Bu bir peçesiz civelek44 olacak. Belki Nakilci Ağa’yla dosttur. Yol verelim de kahveye girsin, oradaki canlara can katsın…”

Hüseyin, kendini himaye eder gibi görünen şu müdahalenin nasıl çirkin bir ima taşıdığını kestirememekle beraber baklava sinileri arasından geçti, kahvenin eşiğine vardı, yükünü yere koyup içeri girdi. İlk mangayı aşmış olmak yüzünden daha ileride bir engele tesadüf etmemiş ve hedefine kadar ulaşmıştı.

 

Kahvede yirmi otuz kişilik bir cemaat vardı. Haydar Baba bu kümenin kalbi gibi ortada oturuyordu. Kıncı ile Hüseyin Baba onun sağında ve solunda yer almışlardı. Mahut delikanlılar, yarım bir halka hâlinde babaların arkasında sıralanmışlardı. Ağalar, kapıya doğru birer mevki işgal ediyorlardı.

Hüseyin’in sellemehüsselam içeri girmesi üzerine bütün gözler onun üzerine çevrildi ve ilk soruyu Haydar Baba yaptı:

“Ne o oğul, yol mu şaşırdın?”

Delikanlı, bir köy odasında veya herhangi bir mecliste küçüklerden büyüklere karşı yapılan muameleyi hatırlayarak süklüm püklüm yürüdü, babalarla ağaların ayrı ayrı ellerini öptü:

“Nakilci Ağa’yı görmek dilerim. Kendisine dert yanacağım.”

Haydar Baba sakalını parmaklarıyla tarakladı, kötü kötü güldü, çirkin çirkin mırıldandı:

“Yanacak mısın, yakacak mısın? Açık söyle can!”

Ve Hüseyin’in yüzü allaşıp morlaşırken Nakilci Mustafa’ya yüzünü çevirdi:

“Kendi gelen kurban uğrunda yüz can tığlansa revadır. Kadrini bil de sıkı tut. Kem gözden koru.”45

Nakilci, çam azmanı tabirini endamında canlandıran heybetli bir adamdı. O günkü rasime şerefine resmî giyinmişti. Başında çorbacılara mahsus kırmızı renkte değirmi bir kalafat vardı. Arkasına kırmızı çuhadan uzun kollu bir cübbe, altına kızıl entari ve kızıl şalvar giymişti. Fakat silah bakımından resmî çerçeveyi aştığı görülüyordu. Belinde çifte piştov, koca bir pala ve elinde de yaman bir şeşper bulunuyordu.

Meçhul gencin kendi adını vererek içeri girmesi üzerine ilkin belinler gibi olmuştu. Çoluk çocuğun -hele laubali tavırlarla- şahsına alaka göstermelerini saygısızlık telakki ediyordu. Onun kanaatine göre fili fil, kaplanı kaplan arayabilirdi. Örümceklerin aslan yuvalarında görünmesi, o yuva sahibi için şerefsizlikti.

Fakat toy delikanlının babalara yaklaşıp el öpmesini seyrederken ince bir nokta gözünden kaçmadı. Genç adam, ananeye ve usule göre avucun içini öpecek yerde “ham ervah” gibi elin dış tarafını öpüyordu. Onun, kendisini ve öbür ağaları selamlaması da tam başıbozukvari idi. Çünkü ocaklılar ve ocaklıyla temas etmek isteyenler kollarını kavuşturarak, başlarını vücutlarının göbekten yukarı kısmıyla beraber eğerek selam verirlerdi. Hâlbuki şu nidüğü belirsiz delikanlı bayramlarda büyüklerin elini öpen çocuklar gibi davranmıştı.

Nakilci, bu hâllerden onun ne sofa tezkeresi almış ne de ikrar vermiş olduğunu anladı.46 Bu sebeple edebe riayetsizliğini mazur gördü. Fakat kendisini böyle bir sekinetli hükme sürükleyen hakiki sebep delikanlının toyluğundan, tekke ve ocak merasimine vukufsuzluğundan ziyade güzelliğiydi. Nakilci Mustafa, büyücek düğünlerde nakil yahut nahil denilen süslü mumları yapmakla geçinir bir adamken bileğindeki ve yüreğindeki peklik yüzünden Yeniçeri Ocağı’nda seçkinleşmiş, o günün en ünlü şahsiyetleri arasında yer almıştı. Şimdi mum yapmıyor, mum satmıyordu. Para toplamak, zevk sürmek hırsıyla, hanumanlar söndürüyordu.

O, yalnız cesur değildi. Şeytana ters külah giydirecek kadar da zeki idi. Esnaf loncasından ocağa geçerken ve ocak kuvvetiyle İstanbul’u haraca keserken Bektaşiliğe candan bağlanmayı da gerekli görmüştü. Gerçi yeniçerilerin hepsi o tarikata mensuptu. Acemi oğlanlardan katar ağalarına kadar herkes “Hacı Bektaş köçeği” olmakla iftihar ederdi. Lakin Nakilci, kalabalığa uymak kabîlinden Bektaşiliğe intisap etmemişti. O, yolun girdisini çıktısını kavrayarak babaların can yoldaşı, sırdaşı ve sözünden geçilmez arkadaşı olmuştu. İnsan gözünün, kaşının, kirpiğinin ve hatta mafsallarının lahuti âlemlerden birine delalet ettiğine, güzelliğin “Cemalülallah” güneşinden bir zerre bulundurduğuna -bu Bektaşilik yüzünden-imanı vardı. “Âdem’in” mescud47 ve Âdem’in mabut olduğunu kabul edenlerdendi.

Gene bu imana ve bu akideye bağlı bir kanaatle güzelliğin ancak erkeklerde ilahi bir mana alabileceğine şüphe etmezdi. Peygamber Yusuf’a ayla güneşin secde ettiği hakkındaki rivayeti tam bir hakikat olarak telakki eder ve hiçbir kadına böyle bir semavi ikram yapılmadığı için erkek güzelliğinin kadın güzelliğinden üstün bulunduğuna iman beslerdi.48

Kadına karşı kayıtsız değildi. Hatta hovardalıkta bütün İstanbul külhanlarına taş çıkarıyordu. Lakin kadın güzelliğini bir gülün yaprağına, bir bülbülün ağzına benzetirdi. Gülün ıtırını, bülbülün sesini erkek güzelliğinde arardı.

Onun için meçhul delikanlının kusurunu hoş görmüş ve ondaki bedii tenasübe kıymet vermişti. Haydar Baba’nın da aynı düşünce ile heyecanlanarak toy delikanlıya alaka gösterdiğini görünce yataklı bıyıklarını sıvazladı.

“Nakilci benim.” dedi. “Dileğin neyse söyle!”

Hüseyin, o meclisin mehabetinden doğma şaşkınlığını artık gidermişti. Yaradılışındaki safiyete yakışan bir sadelik içindeydi. Gene o sadelikle babaların yanından çekildi, Nakilci Mustafa’nın önüne gelip diz çöktü, anlatmaya koyuldu:

“Ben Gülhaneliyim. Adım Hüseyin’dir. Yetim doğdum, öksüz büyüdüm. İki yıldır toprak belleyip karnımı doyuruyordum. Üç gün önce bahtım açılır gibi oldu. Şarkı okuyarak Ortaköy’den Beşiktaş’a doğru inerken şevketlu hünkâr tarafından Çırağan’a çağrıldım, seferli koğuşuna çırağ edildim. Bu sabah da kovuldum. Kusurum olsa gam yemezdim. Lakin bir suç işlemeden kapı dışarı edilmek gücüme gitti. Hele beni saraydan yeniçeri ağalarının kovdurduğunu öğrenince yüreğim bir kat daha incindi. Ben ağaları tanımam. Ağalar beni bilmez. Neden lokmamı ağzımdan aldırdılar? Senin ününü duyunca işte bunu sormaya geldim. Mert bir adamsan elimden tut, beni hakkıma kavuştur.”

Babalar da ağalar da onu cezbeli bir zevk içinde dinliyorlardı. Onların her biri belki yüz delikanlıya şarkı okutmuş ve o gençlerin tekellüm yahut terennüm ederken seslerinde beliren -tiz veya pest- ahengi derece derece ölçmüş kimselerdi. Fakat hiçbiri bu kadar candan konuşan, kelimeyi nağme yapan bir ağız görmemişti. O sebeple mütezayit bir hazza kapılmışlardı, yüreklerini kulaklarına takarak vakur bir hıçkırık gibi dökülen bu sesi ruhlarına geçiriyorlardı.

Nakilci, heyecan bakımından berikileri çok geçmişti. Delikanlının sesine kulağını değil, ruhunun en derin köşesini açmış gibiydi ve o sesi âdeta katre katre içiyordu, sarhoşluğa yakın bir neşe alıyordu.

Hüseyin susunca o, babalara söz söylemek fırsatı vermedi. Muhitin yegâne fermanferması, yegâne hüdası olduğunu hissettiren bir gururla boynunu dikti, kaşlarını çattı.

“Anladım delikanlı!” dedi. “Anladım. Sen bizim Ceb Odabaşı’nın haber verdiği sesi güzel Gülhanelisin. Bilmezlikle sana gadretmişiz. Lakin kötü görünen işlerden çok kere iyilik çıkar, sen de sarayda kaybettiğin kazancı ocakta bulacaksın.”

Ve bir nebze düşünür gibi davrandıktan, dört yanına bakındıktan sonra ilave etti:

“Saray köleler ocağıdır. Ocağımız ise erler yatağıdır. Padişah katında bürüneceğin sırma, sümüklü böceklerin duvarlara işlediği yaldıza benzer. Çünkü sürünerek gezeceksin. Ocağa girersen boyun uzayacak, boynun dikleşecek, sesin gürleşecek. Onun için saraydan kovulduğuna tasalanma. Sen düşmedin, kalktın. Padişahı kaybettin amma Nakilci’ye kavuştun. Bundan geri sırtın yere gelmez.”

Hüseyin bön bön sordu:

“Ne olacağım ağa? Anlamadım…”

Nakilci, gözlerini onun yüzünde gezdire gezdire cevap verdi:

“Ocağın tosunu!..”

Ve münakaşa kabul etmeyeceğini hissettiren bir sesle istikbalin krokisini çizdi:

”Bugünden tizi yok, sofa tezkeresi alacaksın. Benim yanımda kalacaksın. Sultan Mahmut’tan üç umuyorsan benden beş um. Seni kuş sütüyle beslerim, âleme tanıtırım. Padişah da varsın, kaybettiği sesi sokaklarda arasın. Biz ondan adam alırız amma o bizden eski bir pabuç alamaz. Anladın, değil mi?.. Öyleyse geç yanıma otur. Bismillah deyip bir kayabaşı oku!..”

Nakilci, vaktiyle İkinci Selim’i İstanbul sokaklarında bahşiş için sıkıştıran ve herife at üstünde saatlerce ter döktüren yeniçeriler gibi pervasız konuşuyordu.49 Çünkü aynı ruhu taşıyordu. Gene o, eski padişahlardan Genç Osman’ı -öldürülmek üzere Yedikule’ye götürüldüğü sırada- güzel bulup çirkin bir iştiha ile baldırlarından okşayan Altıncıoğlu gibi gem almaz bir ihtirası temsil ediyordu, çünkü aynı takımdan ve aynı soydandı.50 Gene o, Dördüncü Murat’ı zorla ayak divanına çıkararak apaçık tahkir eden, hatta üzerine saldırarak, vurmak için el kaldırarak korkunç sözler püsküren ocaklılar gibi tahtı, üstüne tükürülebilir bir tahta yerine koyuyordu. Çünkü aynı karakter sahibiydi.51

Hüseyin -bütün saffetine rağmen- nasıl bir adamla karşılaştığını anladı. Kendini seferli koğuşuna çırağ eden padişahla bu işi beğenmeyerek bozduran ocak arasındaki kuvvet farkını da bütün genişliğiyle gördü. İkinci Mahmut’un nazik sesi, gönül okşayan durumu kısa bir lahza kulağında ve gözünde canlanmış, sonra bu hatıralar Nakilci’nin gürleyen sadası, öd koparan heybeti karşısında silinip uçmuştu. Artık kudretin -babadan, dededen kalma bir miras olarak-sürülen saltanatta değil, silahın ve cesaretin yarattığı pervasızlıkta bulunduğunu gereği gibi anlamış bulunuyordu.

 

Korkmuyordu, yalnız düşünüyordu. Nakilci’ye uyup yepyeni bir hayata atılmak mı, yoksa koynundaki beratın temin ettiği lokmaya kanaatle bir han köşesine çekilerek saraya da ocağa da yabancı kalmak mı doğruydu? Korkunç yeniçerinin emrini yerine getirmek için hafızasından şarkı seçiyor gibi görünerek bu düşünceyi geçiriyordu. O arada Seher’in yüzü yüreğinden kalktı, göz bebeklerine geldi ve muhakemesini altüst etti. Şimdi kararını kendi iradesinden değil, Seher’in hayalinden alıyordu ve onu bulmak için ocağa yaslanmak ihtiyacını duyuyordu.

Hüseyin bu ıstırara çarçabuk boyun eğdi, dünü ve o günü unutup yarının -Seher hâlinde temessül eden- cazibesine kapıldı ve bu ruhi hâletin şevkiyle terennüme başladı. Ortaköy’den Beşiktaş’a doğru yürürken olduğu gibi, gene coşuyor, taşıyor ve sesine dalgalı bir aşk denizi yükleyerek dinleyenlerin kulaklarına köpük köpük ahenk döküyordu.

Babaları görmüyordu, ağaları görmüyordu, kendini kıskana kıskana süzen delikanlıları görmüyordu. Muhitin üstünde, belki hayatın ve kâinatın üstündeydi. Yalnız Seher’i görerek, yalnız Seher’in nurunu içerek ve yalnız ona sesini işittirmek isteyerek yüreğini inletiyordu.

Kahvedekiler sikkelerini yere atacak, silahlarını bırakıp soyunacak ve hep birden raksa kalkacak kadar cezbelenmişlerdi. Babalar bu cezbe içinde Hacı Bektaş’ın ruhunu imrendirecek bir ayin-i cem kuruntuluyorlardı. Ağalar bu cezbe içinde bir günah gecesi düşünüyorlardı. Delikanlılar bu cezbe içinde bir aşk dakikası tasarlıyorlardı. Hüseyin, eşsiz sesiyle ve sesine yüklediği gönül ihtirasıyla herkesin ihtirasını ayağa kaldırmıştı.

Bir aralık -Seher’i ruhuyla selamlayarak- sustu ve Nakilci’nin yüzüne baktı. Herif enikonu değişmişti. Dalgalar arasında kalmış gibi ıslak bir yorgunlukla oturduğu yerde küçülmüş görünüyordu. Ses, silahı yenmişti ve aşk nağmesi pars dişli ağızları acze düşürmüştü.

Hüseyin bu sahneden haz aldı. Padişahı mest eden sesiyle padişahlara kafa tutan bu adamları da her zaman sendeleteceğini düşünerek sevindi ve yeni bir beste okumaya hazırlandı. Fakat Haydar Baba, şu kısa fasıla sırasında kendini toplamıştı, gözlerini süze süze yalvarıyordu:

“Bir nefes oku can, bir nefes oku.”

Babanın niyazı ocaklılar için reddolunmaz fermanlar kadar kıymetliydi. O niyaza karşı naz edilemezdi. Fakat Hüseyin, içine düştüğü muhitte yalnız Nakilci’ye değer veriyordu. Onun için Haydar Baba’nın dileğini hemen yerine getirmedi, henüz dalgın görünen ünlü yeniçerinin gözlerine gözlerini çevirerek tatlı bir bakışla fikrini sordu. Nakilci de bu nezaketten son derece mütehassis olarak diz üstü çöktü:

“Mademki…” dedi. “Baba emrediyor. Okumalısın.”

Malum olduğu üzere Bektaşi şiirlerine nefes denilirdi ve bunlar en çok on bir hece üzerine söylenirse de içlerinde yedi sekiz hecelileri de bulunurdu. Hele nefeslerin “ilahi” takımından olanları ekseriya kısa heceli olarak vücuda getirilirdi.

Bektaşi edebiyatı -başka tarikatlarınkiyle divan edebiyatına bakılırsa- öz Türk edebiyatı sayılabilir. Vezni ve dili bilhassa Türk’tür. Bu haysiyetle halk arasında büyük bir kıymet almış ve nefesler, en ücra köylerde bile teneffüs olunan bedii bir hava yaratmıştı.

Hüseyin, yaradılışındaki yüksek kabiliyet sevkiyle birçok güzel şarkılar bellediği gibi, beş on nefesi de öğrenmişti. Şarkıların hangi şair ve hangi bestekâr elinden çıktığını bilmemesine rağmen, makamlarını nasıl sesine yakıştırıyorsa ne gibi bir felsefeye istinat ettiklerini kavrayamadığı nefesleri de olgun bir Bektaşi ağzıyla terennüm edebiliyordu. Nakilci’nin dinlemeye hazırlanarak yaptığı ihtar üzerine diz çöktü, okumaya koyuldu:

 
Gel benim sarı tamburum
Sen niçin inilersin
İçim oyuk, derdim büyük
Seher diyu inilerim.
Koluma taktılar eli
Söylettiler binbir dili
Oldum muhabbet bülbülü
Seher diyu inilerim.
Başıma koydular perde
Uğrattılar türlü derde
Kim kala, kim göçe burda
Seher diyu inilerim.
Gel benim sarı tamburum
Dizler üstünde yatırım
Gene kırıldı hatırım
Seher diyu inilerim.
 

Babalar, gene cezbeye kapılmakla beraber, garip bir uyanıklık göstermekten geri kalmıyorlardı. Nakilci de gözlerini açıp kapayarak, kaşlarını çatıp açarak bu nefese karşı bambaşka bir tahassüs belirtiyordu. Hüseyin susunca Haydar Baba -yarı somurtkan, yarı güleç bir yüzle- sordu:

“Seher’i nereden çıkardın can? Bu nefes Ali içindir.”

Nakilci, tereddüt ifade eden bir sesle bambaşka bir soruda bulundu:

“Seher adlı tanıdığın mı var? O adı öterken sesinde seher yeli esiyordu, gözün sulanıyordu.”

Toy delikanlı, tutkun kalbinin ibramı önünde kendinden geçerek nasıl bir pot kırdığını anladı ve bilmeye bilmeye sevgilisinin aziz adını yabancılara duyurduğundan dolayı ızdıraplı bir nedamete kapıldı, kızara bozara cevap verdi:

“Bu nefesi ben böyle duydum, böyle belledim. Ne Ali için yapıldığını bilirim ne Seher’i tanırım. Bilmezlikle suç işledimse kusura kalmayın.”

Yalana alışmayan bu temiz ağız, Seher’in adına ve aşkına kir bulaştırmamak kaygısıyla ilk günahı işliyordu, hakikati saklıyordu. Fakat beceriksizliğini hissettirmekten de uzak kalamıyordu. Nakilci, saklanmak istenilen gönül sırrını sezememekle beraber, saklanamayan ızdırabı apaçık gördü ve yere göğe karşı himaye etmeyi kararlaştırdığı delikanlıyı sıkıntıdan kurtarmak istedi.

“Üzülme babayiğit.” dedi. “Ortada suç yok. Yalnız bir tuhaflık var. Haydar Baba, nefesteki ‘Ali’nin ‘Seher’ oluşuna şaştı. Ben de o adı yadırgamadığım için belinledim. Şimdi anladık ki, bu ad değişikliğini yapan sen değilsin. Sıkılmayı bırak da tatlı tatlı öt!..”

Onun terennümü, kahvedekilerin teheyyücü geç vakte kadar sürdü. Baklava safası yapan yeniçeriler de lokmalarının bir kısmını güzel sese ağızlarını açarak midelerine indirmişler ve hazım saatlerini eşik önünde üst üste kümelenerek geçirmişlerdi.

Ancak ikindiden sonra Hüseyin’e susmak hakkı verildi, nişan getiren cemaat gene çalımlı bir alay hâlinde dağıldı. Babalar, onunla çok candan vedalaşmışlardı. Hele Haydar Baba, belki on kere “lahmike lahmi, cismike cismi – etin etimdir, cismin cismimdir” diyerek kendisiyle Hüseyin’in artık zarfla mazruf, sütle şeker, çiçekle koku gibi birleşik bir duruma girdiklerini anlatmaktan kendini alamamıştı.

Babalara büyük bir saygı gösteren Nakilci, onların bu yılışıklıklarından sinirleniyordu ve sert bir hamle yapmamak için nefsini zorlayıp duruyordu. Haydar Baba’nın delikanlıyı bağrına bastırıp da birtakım tekerlemeler savurduğunu görünce gözlerini kan bürüdü, burun delikleri hızla açılıp kapanmaya başladı. Bu vaziyette onun ters bir iş yapması âdeta tabii görünüyordu. Fakat kahve sahibi Tornacı Ömer sezişli davrandı, yavaşça arkadaşına sokuldu, fısıldadı:

“Aklını başına devşir. Gözün kızarıyor.”

Bu öğüt onu soğukkanlılığa çevirdi ve hoyrat adam gülümseyerek Ömer’e cevap verdi:

“Korkma, tel kırmam. Fakat herifleri yürütmezsen kendimi tutamamaktan korkarım.”

Bu fiskos, sikkeye karşı silahın homurdanması demekti. Silah, kendi meramına ram olan taca veya sikkeye kavuk sallar. Yahut öyle görünür. O merama saygı gösterilmediğini sezer sezmez, kudretini hissettirmekten çekinmez. En koyu taassup günlerinde ve haçın taca hâkim göründüğü bir devirde İngiltere krallarından İkinci Hanri’nin iki kardinal, üç metropolit, on sekiz piskopos, altı yüz papaz asması, asabilmesi işte bu yüzdendir. Daha doğrusu göze görünen, elle tutulan ve varlığı üzerinde hiçbir suretle münakaşa edilemeyen kuvvetlerle şekli tespit, sesi tayin, ebadı tevsik edilmeyen kudretlerin -yeryüzünde- çarpışmalarından çıkacak netice daima birincinin lehindedir. Bunu bir zamanlar Bağdat’ta yaptıklarıyla Türk Vasif, Boğa, Tizun ispat ettikleri gibi, asırlarca imparatorlara pabuçlarını öptüren papalardan birini Roma’dan kaldırıp Fransa’da hapsetmek suretiyle Birinci Napolyon da velveleli surette vesikalandırmıştır.

Sık dokuyup ince elemeye lüzum yok. Dünya var olalıdan beri hak kavinindir, kuvvet ise -şuura istinat eden- silahtadır. Bu hakikati hayata -yerde, gökte ve denizde- kabul ettiren tabiattır.

Demek oluyor ki, Nakilci, için için homurdanmakla tabiatın sesini veriyordu. Fakat onu sikkeye karşı harekette pervasız yapan silah meş’ur52 bir kuvvet olduğu için sinirli kabadayının hiddeti şimdilik peçeli kaldı ve bu gizli homurdanışı Tornacı Ömer’den başka sezen olmadı.

Babalar da umumi gaflette müşterek olduklarından deve kini güden cesur bir yürekte nasıl bir buhran uyandırdıklarını fark etmeden kahveyi terk etmişlerdi. Lakin ayaklarında geri geri giden adımlar görülüyordu ve başları sık sık kahveye dönüyordu. Zavallılar Hüseyin’i arıyorlardı ve aralarında gene onu konuşarak istemeye istemeye uzaklaşıyorlardı.

Nakilci, belki nefsine kıyas ederek, belki tecrübelerinden ilham alarak, babalarının bu ruhani sendeleyişlerine de mim koydu, kuvvetli elini Tornacı’nın omzuna yerleştirerek mırıldandı:

“Haydar Baba’ya artık göç borusu çaldırtmak gerek. Bugün çok ileri gitti, yolsuzluk etti.”

Ömer, sesini nefes hâline koyarak sordu:

“Ne yapmak istiyorsun?”

“Padişaha onu kurban vereceğim.”

“Ayıp olmaz mı?”

“Bizden olduğu anlaşılmaz ki ayıp olsun.”

Ve zeki bir tebessümle ilave etti:

“Gülhaneli Hüseyin’i saraydan çıkartmakla hünkârı gücendirdik. Haydar Baba’yı kurban vermekle onu sevindirmiş oluruz. Teraziyi denk tutmak, işimizi tartılı yürütmek için de böyle yapmak münasiptir.”

Tornacı Ömer, başlı başına bir beliye53 olmakla beraber, Nakilci’ye nispetle ikinci derecede sayılan zorbalardandı. Birçok işlerde ondan öğüt alırdı, onun emriyle hareket ederdi. Bu sebeple itiraz etmedi, münakaşaya girişmedi, kulağını ustanın ağzına vererek talimatını dinledi. Nakilci susunca ocaklıvari bir reverans yaptı:

“Başüstüne yoldaşım. Şimdi giderim, dediğini yaparım.”

Nakilci, Hüseyin’e göz koyan Haydar Baba’nın gözlerine toprak doldurmak çaresini bulmaktan doğma hazla sinirlerini yatıştırdığından gene eski durumuna büründü, Tornacı Ömer’e veda etti:

“Neredeyse gün batacak. Artık ayrılalım. Canımız sağ kalırsa yarın görüşürüz.”

Ve Gülhaneli Hüseyin’e de yeni hayatın ilk merhalesini gösterdi:

“Haydi can, evimize gidelim.”

Evimiz?.. Bu kelime Hüseyin’e ilkin manasız görünmüştü, yüzüne bir belinleme getirmişti. Üç beş saniye sonra o şaşkınlık geçti, idrakine açıklık geldi ve Enderun’daki koğuşla Nakilci’nin evi arasında talihinin bir mübadele yaptığını kavradı, zaruri bir tevekkülle mırıldandı:

“Peki ağa, gidelim.”

Saraydan onun omzuna yükletilen yatak henüz kahve kapısı dışında duruyordu. Hüseyin, saffetli bir ilgi ile eğildi, Enderun ağalığı günlerinden yadigâr kalan yükü sırtlamak istedi.

Güvercin tarassut eden şahin gibi onu gözlerinin ışığı içinde tutan Nakilci bu hareketi görünce gülümsedi.

“Ne o…” dedi. “Bu pılı pırtıyı bize mi götüreceksin?”

“Evet ağa.”

“Vazgeç çocuk, vazgeç. Bizim kulübede konuk açıkta kalmaz, içine uzanılacak döşek bulur. Kaldı ki sen konuk değilsin, evin çocuğusun. Bu paçavraları Ömer’in uşaklarına bırak.”

Şimdi yan yana yürüyorlardı, Sultanahmet Camisi’ne doğru -Çemberlitaş karşısındaki sokaktan kıvrılarak- iniyorlardı. Arkalarında -derecelerine göre kademeli nizam alarak- bir kullukçu çavuşu, iki harbeci, iki keçeli yeniçeri, üç acemi oğlanı vardı. Bunlar, şöhretli zorbanın günlük mevkibini teşkil ediyorlardı ve onun, herhangi bir taarruza karşı korumak için, daima izinde koşarlardı.

Hüseyin, ömründe ilk defa olarak böyle renkli bir cemiyetin arasına katılmış bulunuyordu. Onun için sık sık başını sağa, sola ve geriye çevirerek Nakilci’nin rikabında yürüyen ocaklıları gözden geçiriyordu. Delikanlının şaşkın bir meraka kapılmakta hakkı da yok değildi. Çünkü başında kahverengi astar,54 arkasında kırmızı salta ile siyah mintan, ayağında beyaz tozlukla kırmızı yemeni, belinde pirinç paftalı kemer bulunan karakullukçu çavuşu, o pirinç kemere soktuğu çifte bıçakla ve madenî levhacıklarla süslü önlüğüne asılı zillerle, çanlarla temaşasına doyulmaz bir manzara teşkil ettiği gibi, kaplan postuna bürünmüş, beline balta takıp eline de harbe almış olan mavi şalvarlı, kırmızı çizmeli harbeciler; dar şalvarlı, çifte tabancalı, bir eli değnekli ve bir eli yalın kılıçlı keçe külah yeniçeriler; tepesi sivri börk, kırmızı cübbe ve mavi şalvar giyinen gürbüz acemiler sokaklardan gelip geçenleri de yürümekten alıkoyan göz kamaştırıcı bir renk kümesiydi.

Hüseyin, pırıldaya pırıldaya yürüyen bu alacalı mevkibin önünde bulunmaktan enikonu gurur duyuyordu. Halktan çoğunun Nakilci’yi -boyun kırmak, rükûya varmak, yere kadar eğilip temenna savurmak suretiyle- selamlamalarında kendini de yükselten bir saygı hissesi kuruntuladığından o çocukça gurur adım başına çoğalıyordu.

Nakilci ardında yürüttüğü iri boy adamların hepsinden yüksek görünüyordu ve yaya bulunmasına rağmen alay atına binmiş bir hükümdar durumundaydı. Pek çalımlı yürüyordu, hiç konuşmuyordu. Yüzde birini bile tanımadığı adamların telaşla verdikleri selamların hepsini karşılıksız bırakan bu adamın o vecibeyi -dalgınlıkla yahut kayıtsızlıkla- yerine getirmeyen kimselere yan gözle bakışı bilhassa yamandı. O bakışı görenler, durumlarını muhafaza edemiyorlardı ve hemen telaşa düşüp kendisini -hatta uzaklaştıktan sonra- selamlamak ıstırarında kalıyorlardı.

O, çatık bir kaşın yalın bir kılıçtan -yerine göre- daha müessir olacağını bilenlerdendi. Çünkü birinde maskeli bir kudret, öbüründe çıplak bir kuvvet belirir. İnsanlar ise kapalı kudretlerden daha çok ürkerler. Gene o, vakur bir sükûtun en beliğ konuşmalardan -yerine göre- manalı düşeceğini sınamışlardandı. İnsanlardan çoğunun o manaya değer verdiklerini biliyordu.

Bununla beraber kalabalık yollardan uzaklaşılıp da Nakilbend semtinin ıssız sokaklarına varılınca çatık kaşlılığı ve sert somurtkanlığı bıraktı. Gülümseyen bir sesle konuşmaya başladı:

“Oğul!” dedi. “Bizim ev burada. Kendim Nakilci olduğum için, Nakilbend’de oturmaktan haz alıyorum.”

Ve uzun uzun anlattı:

“Evim konak yavrusudur. On on beş odası vardır. Sıkıntı, üzüntü, ezinti büzüntü bu evin eşiğinden geçemez. Taşlıkta pabuçlarımızı bırakırken, onları da içimizden sıyırıp çıkarırız, kapı dışarı ederiz. Sonra bizim evde yobazlık da yoktur. Nasıl düşünüyorsak öyle konuşuruz. Özümüzle sözümüz birdir. İkiyüzlülük yapamayız. Ne kendimizi ne başkasını aldatmayız. Dem tutarız, saz çalarız, oynarız, oynatırız. Günahımızın hem tadına hem vebaline katlanırız. Sen de kendini buna göre hazırla. ‘Ham ervahlar’ gibi soğuk olma, alık olma, tutuk olma.”

42Bu nişan taşıma merasimini Vakanüvis Esat Efendi Üssü Zafer adlı eserinde müstehzi bir lisanla hikâye eder. Daha fazla tafsilat almak isteyenlere o kitabı okumalarını tavsiye ederim. (y.n.)
43Hikâyemizin cereyan ettiği tarihlerde Bahçekapısı’ndaki bekâr odalarına “melek girmez” derlerdi. Bu odalar yeniçerilerden otuz bir cemaatin idaresi altındaydı. Bu cemaat mensubu olan külhaniler, yakaladıkları kadınları “melek girmez” mıntıkasına aşırırlar ve akla sığmaz edepsizlikler yaparlardı. Şanizade tarihinde okunduğuna göre, büyük bir taun hastalığından istifade olunarak yerine şimdiki Hidayet Camisi yapılmak üzere bu odalar yıktırıldığı vakit birçok kadın ölüleri bulunmuştu. Nitekim Üsküdar’daki bekâr odaları kaldırılırken de piçlendirilmiş kadınların kullandıkları sayısız beşiklere tesadüf olunmuştu!.. (y.n.)
44Tüysüz, bıyıksız yeniçerilere civelek derlerdi ki, aşağı yukarı yaver demektir. Bunlar külahlarının üstüne çaprazvari sarık sararlardı, arkalarına kırmızı salta, bacaklarına mavi şalvar, ayaklarına kırmızı yemeni giyerlerdi. Bellerine madenî kemer bağlarlardı. Civelekler ocak mutfağında çalıştırılır ve sokağa çıkışlarında -taarruza uğramamak için-yüzlerine peçe örterlerdi. Ocağın tefessüh devresinde kabadayı ağaların her biri, üç beş civelek istihdam etmeye başlamıştı. (y.n.)
45Bektaşiler kurban kesmeye tığlamak derlerdi. (y.n.)
46Yeniçeriliğe intisap edenlere sofa tezkeresi adı verilen bir vesika verilirdi. Bektaşi tarikatına girmek için yapılan ilk ayine de ikrar vermek denilirdi. İleride bu merasimi de anlatacağız. (y.n.)
47Mescud: Secde edilmiş. Kendisine secde edilmiş olan. (e.n.)
48Bektaşiliğe hurufilik de derin surette karışmıştır. Aşkname, Hakikatname, Mahşername, Hidayetname gibi hurufiliğe ait kitaplarda tekâmül etmemiş vicdanları kaba bir anthropomorphisme’e sürükleyen bu gibi telkinler çoktur. (y.n.)
49Yeniçerilerin padişahları mühimsemediklerini belirten ilk hadise olmak itibarıyla kısaca anlatalım: İkinci Selim tahta çıktığı vakit ocaklıya bahşiş vermekte tereddüt göstermişti. Babasının cenazesiyle beraber Belgrad’dan İstanbul’a gelip de şehre girince yeniçeriler saflarını sıklaştırarak, onun yürümesine engel olmuşlardı. Beyazıt Meydanı’nda vezirlerden Pertev Paşa ileri geçerek, safları yürütmek ve zemheri soğuğu altında sıkıntıdan terleyip duran padişaha yol açmak istedi. Yeniçeriler “Bre mastibacak fitne. Biz senin kölen miyiz!” diye bağırdılar ve bir harbi darbesiyle onu attan düşürdüler, biraz sonra boy gösterip “Yoldaşlar, ayıptır!” demek isteyen Kaptan Piyale Paşa’yı da “Yıkıl be züğürt gemici!” diye attan yıktılar, bir hamam külhanına sığınmak zorunda bıraktılar. Nihayet Sultan Selim, aczini anladı, yeniçerilerin dileklerini yerine getirdi. (y.n.)
50Genç Osman, isyan başlayınca, ağa kapısına iltica etmişti. Yeniçeriler, ağayı parçalayarak, kendisini oradan aldılar, adi bir beygire bindirdiler. İlkin kışlalarına, sonra Yedikule’ye götürdüler. Sırtında sade bir entari vardı. Başı açıktı. Yolda “Canım Osman Çelebi. Meyhane basıp yeniçeri yakalamak, onları denize atmak hoş muydu?” diye kendisiyle eğleniyorlardı. Bu arada Altıncıoğlu denilen biri de “Ne yumuşak etin var!” sözüyle baldırlarını sıkmıştı. (y.n.)
51Sadrazam Hafız Paşa’nın ve on yedi saray adamının idamını isteyerek kazan kaldıran ocaklılar, o sırada henüz pek genç olan Dördüncü Murat’ı ayak divanına çıkarmışlar ve etrafını sararak “Ya istediklerimizi verirsin yoksa iş başkalaşır!” dedikleri gibi bir aralık yumruklarını sıkarak üzerine de hücum etmişlerdi. (y.n.)
52Meş’ur: Şuurlu. Kendini bilen. (e.n.)
53Beliye: Felaket, keder, tasa. (e.n.)
54Astar, ocaklı kavuklarından birinin adıdır. Buna “nefer kalafatı” denir ve astar adı da verilmesinin sebebi kavuğun üstüne açık kahverenginde bir astar sarılmasıdır. Bu astar, toplu iğnelerle kavuğa tutturulurdu. (y.n.)
Купите 3 книги одновременно и выберите четвёртую в подарок!

Чтобы воспользоваться акцией, добавьте нужные книги в корзину. Сделать это можно на странице каждой книги, либо в общем списке:

  1. Нажмите на многоточие
    рядом с книгой
  2. Выберите пункт
    «Добавить в корзину»