Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-

Текст
0
Отзывы
Читать фрагмент
Читайте только на ЛитРес!
Отметить прочитанной
Как читать книгу после покупки
  • Чтение только в Литрес «Читай!»
Шрифт:Меньше АаБольше Аа

O sırada arkadaki acemi oğlanlardan biri yan yan geçti, açık adımla yürüdü, büyücek bir evin kapısı önünde durdu. Nakilci de Hüseyin’e o evi gösterdi.

“İşte…” dedi. “Bizim tekke. Sen de artık postu oraya sereceksin!”

Evin selamlık kısmına girmişler ve kölemsi bir durum taşıyan üç beş uşak tarafından karşılanmışlardı. Ocak bu evde saraylaşıyordu, ocaklı da enikonu hükümdarlaşıyordu. Orhanlar, Muratlar, Fatihler, Kanuni Süleymanlar devrinde sekiz on yara taşımak şartıyla ancak sekiz on akçe gündelik alabilen, kışla köşelerinde bir koyun postu kadar yer işgal eden eski ustalarla, İkinci Mahmut asrının bu zorba ustası arasındaki fark, o iki devri birbirinden ayıran büyüklükler ve küçüklükler kadar açıktı. Devlet küçüldükçe, ocağın nizamsızlığı genişlemiş ve büyümüş olduğundan işte, bir usta, şahinşah durumu alıyor ve nefsinde şahinşahlığa liyakat tevehhüm eden Osmanoğulları da ona boyun eğiyordu. Bu, alabildiğine miskinleşen istibdatla, alabildiğine küstahlaşan köle ruhunun yerlerini değiştirmelerinden başka bir şey değildir. Tarihi bütün incelikleriyle kavrayamayanlar, bu manzarada tırnağı dökülmüş, dişleri düşmüş bir aslanın tavşanlar tarafından ısırılışını görürler. Hâlbuki hakikat, bu zannın tamamıyla hilafınadır ve ocakla sarayın kudretlerini mübadele ederek birincisinin hâkimiyetten mahkûmiyete, ikincisinin de kölelikten efendiliğe geçmesinde yalnız kan bozukluğu amil olmuştur.

Kan, hayatın ta kendisidir. İdrak, duygu, zevk ve hayat adı altında tecelli eden her şey ondadır. Fasit tesalüplerin kana verdiği şuriş55 idraki, duyguyu, zevki ve her şeyi teşviş eder.56 Saray böyle bir şurişin -tabir caizse- mahşeriydi. Yetmiş iki buçuk milletin kanı o mahşerde damardan damara geçiyordu ve bu vaziyet cehlin karanlığı içinde tekevvün ettiği için tereddi, tefessüh, taaffün57 en koyu bir renk alıyordu.

Yeniçerilikteki kan bozukluğu ise maddi tesalüpler yüzünden değil, birbirleriyle telifi mümkün olmayan çeşit çeşit kanların bir mecrada akıp gitmeye başlamasından ileri geliyordu. İlk devirlerde ocak, genç damarların taşıdığı hayat cevherini bir renge boyayan makine rolünü oynuyordu. Kuvvetli bir terbiye ve bilhassa kuvvetli bir disiplin düşünceleri, duyguları, ülküleri birleştiriyordu. Sonra o terbiye ve o disiplin ortadan kalktı, yerine ayrı düşünceler, ayrı duygular, ayrı ülküler besleyen bir kan kalabalığı geldi. Bu vaziyette amir, menfaatti ve ocaklılar ancak menfaat kaygısıyla birbirlerine bağlanıyordu.

İşte ocağı küstah, sarayı miskin ve korkak yapan hakiki sebep. Şu hâlde Nakilci’nin yeniçeriliği kazancına alet yapması, küçük mikyasta bir saray kurup orada şahane yaşaması tabii görülmelidir. Onun nefsinden başka mabudu, zevkinden başka mescudu yoktu. Yalnız şahsına saygı besliyordu. Bunda kendisini mazur da görmek icap eder. Çünkü nefsinden başkasına hürmet göstermek için sebep göremiyordu. Padişah, amcasının parçalanmış cesedine basarak tahta çıkmış ve biraz sonra o tahtın temelini kardeş kanıyla sağlamlaştırmak zorunda kalmıştı.58 Memleketin her yanı kan ve ateş içindeydi. Fakat padişah kendi âleminde har vurup harman savuruyordu, hemen her ay bir çocuk dünyaya getirterek sülalesini genişletiyordu. Onun ne harbe gittiği ne bir isyanı bastırmaya koştuğu vardı. Kullandığı vezirler, yüz verdiği hocalar da günlerini iyi geçirmekten başka bir şey düşünmüyorlardı.

Padişah kellesi düşürmeye alışkın bir ocakta seçkinleşen, zekâsına ve palasına güvenen bir adam için böyle bir durumda saraya saygı gösterip eski devirlerin vazifeye âşık, mesleğine sadık ve ulufesine kani ustaları gibi yaşaması elbette akılsızlıktı.

Nakilci ahmak olmadı, ahmak görünmedi, kuru hükümlere kulak asmadı, kuvvetini verimli biçime sokmaktan geri kalmadı.

O, nasıl yaşadığını kısa bir lahza içinde Hüseyin’e de hissettirdi, delikanlıyı o devre göre en parlak şekilde süslenmiş, büyücek bir odaya soktuktan sonra hareme geçti, elbisesini değiştirerek sade bir entari ve kısa kollu bir haydari ile geri geldi, çarçabuk kurulmuş olan mükellef sofranın başına geçti.

“Di gel can!” dedi. “Yanıma otur. Nakilci’nin ne çeşit eğlendiğini gör!”

Çifte çifte uşaklar tepeden tırnağa göz ve kulak kesilerek onun vereceği işaretleri bekliyorlardı. Hovarda zorba kimini bir göz kırpışıyla, kimini bir parmak şıkırdatışıyla harekete geçirdi, üç beş dakika içinde karşısına bir saz takımı sıraladı, etrafına bir köçek heyeti topladı ve her şey hazırlandıktan sonra, ilk emri gene Hüseyin’e verdi:

“Kızıl suyu kevser et can. Elin nur olsun.”

Ömründe şarabın ne çeşit şey olduğunu sınamamış olan Hüseyin, bu emir üzerine kalktı, bir bardak doldurarak Nakilci’ye uzattı. O, kadehi ayağından tutan ve öyle sunan delikanlının işret işinde de pek toy olduğunu anlayarak gülümsüyordu. Koca bardağı iri pençesinin içine kapadıktan, bir elini yüreğine doğru koyarak boyun kırdıktan sonra duraladı:

“Beraber içelim.” dedi. “Zevk bundadır.”

Hüseyin, biraz kızardı ve kekeledi:

“Ben bunun tadını bilmem. İznin olursa gene bilmeyeyim.”

Nakilci tek bir kelime söyledi:

“İç!”

Fakat bu bir kelime değil, bir gülleydi. Dudaktan değil, top ağzından çıkmış gibi korkunç bir tınnetle saf delikanlının idraki ve iradesi üzerinde gürlemişti. Zavallı, beht59 içinde ve garip bir durumda yutkunup duruyordu, ikinci gülle o hayreti de tarumar etti. Hüseyin’in eli şuursuz bir hareketle sürahiyi yakaladı, gene şuursuz bir tehalükle kadehi doldurdu ve ağzına götürdü. Somurtkanlığını muhafaza eden Nakilci, onun bu şaşkın tutumunu geniş bir tebessümle alkışladı.

“Kadehleri…” dedi. “Değiştirecektik. Karşılıklı içecektik. Sabırsızlandın, yolsuzluk ettin. Bir dahi böyle etme, yavaş davran!”

Hüseyin ne miskin ne korkaktı. Eskilerin harp ehli, darp ehli dedikleri soydan olmamasına, dövüşme ve vuruşma terbiyesi almış bulunmamasına rağmen, bileği kuvvetli, yüreği kuvvetli bir gençti. Fakat kanına düşen aşk kıvılcımı ona bir yandan feveran, bir yandan durgunluk veriyordu. Seher’i düşündükçe benliğinde ateşli bir tuğyan husule geldiği hâlde, ona taalluk etmeyen şeylere karşı -tabir caizse- daimî bir rükudet60 duyuyordu. Aynı zamanda henüz şuurlanmamış bir izzetinefis sahibi idi. Sövülmekten, dövülmekten son derece çekiniyordu. Kendi kuvvetini denememişti. Bu sebeple bakışlarının kuvvetini gözünde büyültüyor ve bizzat taşıdığı kuvvete itimatsızlık gösteriyordu. Onu -şu tereddütlü, şüpheli durumuyla-henüz uçma ve ava atılma tecrübesi yapmamış bir kartal yavrusuna benzetmek mümkündü. Kanadı, pençesi ve gagası vardı. Lakin bunları kullanmamıştı ve kullanmak için rehbere muhtaçtı.

İşte bu toyluk kendisini Nakilci’nin önünde sessiz ve hareketsiz bırakıyordu. Korkunç zorbanın hançer gibi keskin bakışları, sert konuşması, müsellah bir kalabalığa dayanan çalımı, şahsen de silaha bürünmüş bulunması bu sessizliğe ayrıca amil oluyordu.

Bununla beraber Seher’e kavuşmak için, Nakilci’den yardım beklemese ve Seher’e layık olmak imkânını o yardıma bağlı görmese saf delikanlının şu tahakkümlerden bir mert hamle ile sıyrılıvereceğine şüphe yoktu. Lakin Seher’i düşünmekten kurtulamadığı için iradesine sahip olamıyordu, ruhi bir beht içinde yuvarlanıp gidiyordu.

Nakilci, gerçekten zarif elbiselere sardığı köçeklerden her birini sofra başına çağırarak Hüseyin’e şarap verdirdi ve buna mukabil Hüseyin’i de kendine şarap sunmak hizmetinde kullandı. Fasılasız içiriyor ve içiyordu. Bundan ötürü çabuk sarhoşlandı, başından terliğini attı, sırtından haydariyi fırlattı, göğsünde açılmadık düğme bırakmadı ve narayı bastı: “Saz başlasın, köçekler oynasın!”

 

Şimdi, yaman bir curcuna yüz göstermişti. Ağayı memnun etmek için mızraplar telaş gösteriyor, yaylar uzanıp çekiliyor, teller gerilip esniyor, tefler çırpınıp dövünüyor, köçekler açılıp saçılıyordu. Nakilci ne tizden peste, pestten tize koşan saz takımının feryadına ne gümüş topukları yelpazeleyen renk renk eteklilerin yarattığı kavsikuzahlara61 ilgi gösteriyordu. Bir çift karabulutu andıran gözleri beyaz bir ufukta, Hüseyin’in yüzünde geziniyordu.

Delikanlı, kendi yaşında gençlerin yırtmaçlı entariler içinde şişkin eteklerini aça aça çılgın rüzgârlara tutulmuş yapraklar gibi fırıl fırıl dönmelerini hayretle seyrediyordu ve bu dönüş sırasında uçuşan kâküllerde, seyyal bir tebessüm zehabı uyandırarak açılıp kapanan dilim dilim beyazlıklarda Seher’den parçalar, nişaneler arıyordu.

Manzaradan hoşlanmıyordu. Fakat Seher’i düşünmesinde ahenkli bir vesile teşkil ettiği için gözlerini kapamıyordu. Zaten sahne onun hayatı bakımından bir yenilik teşkil ediyordu. Ömründe köçek görmemiş ve raksın bu kadar renklisini, çılgınını seyretmemişti. Bu sebeple de manzaraya alakalanıyordu.

Nakilci sık sık bu alakaya fasıla veriyor ve onu sakiliğe kaldırıyordu. Hüseyin genç ve dinç kafasındaki mukavemet kabiliyeti sayesinde uzun bir zaman kadehdaşına eş olmaktan geri kalmamıştı. Onunla kadeh tokuştura tokuştura şarap içtiği hâlde henüz sarhoş değildi. Fakat alkole karşı gösterdiği mukavemet gitgide azalmaya başladı, içinde bir değişiklik yüz gösterdi. Şimdi o da dönmek, ruhunu bir kasırgaya kaptırarak şu renkli halka içinde bir yaprak olmak istiyordu. Tavana asılı bir avize gibi yükseklerden ışık püsküren Seher’e doğru uçabilmek için böyle bir dönüşe lüzum görüyordu.

Nakilci ile bir kadeh daha tokuşturduktan sonra, düşüncesini açığa vurdu:

“Ağa!” dedi. “Ben de bu alaya katılacağım.”

Sarhoş zorbanın da düşüncesi zaten buydu, onu raksa kaldırmaktı. Delikanlının kendiliğinden böyle bir dilekte bulunması üzerine geniş geniş gülümsedi, şen şen homurdandı:

“Durduğun kabahat. Dön, sen de dön. Beynim gibi dön, yüreğim gibi dön.”

Şimdi, o, bir düzine yıldız arasında tek bir güneş gibi pırıl pırıl dolaşıyor, kaidesiz sıçrayışlarla ve nizamsız süzülüşlerle durmadan dönüyor, dönüyordu. Fakat her çılgın adım onun kafasında bir hercümerç yarattığı için, çok geçmeden sendelemeye başladı, dönmek kudretini kaybederek yalpalamaya girişti.

Nakilci, tam manasıyla sarhoş bulunmasına rağmen, bu vaziyeti sezmekte gecikmediğinden müdahaleye lüzum gördü:

“Yıkılacaksın Hüseyin. Oyunu artık bırak, yanıma gel.”

Ve ona bir bardak şarap daha sunarak dizlerinin dibine oturttu.

“Bugün…” dedi. “Kahvede okuduğun nefesi üfle.”

Hüseyin, ayılır gibi oldu. Çünkü istenilen nefeste Seher’in adı vardı ve onu benliğinin bütün kudretiyle haykırabileceğini düşünmek kendisine taze bir hayat, yepyeni bir zindelik vermişti. Bununla beraber tereddütten kendini alamadı. Babaların, ağaların yanında Seher’in adını diline almak yüzünden hissetmiş olduğu nedametin hatırası alkol dumanıyla dolu kafasında kımıldanmaya başlamıştı.

Nakilci onun tereddüdünü sezmediği hâlde, başka bir mülahaza ile sabırsızlık göstermiyordu, dalgın dalgın düşünüyordu. Sarhoşluğunu sert bir irade hamlesiyle yenip gizli mülahazalar yürüten korkunç zorba, uzunca bir sükûttan sonra başını kaldırdı ve nedimlerine, musahiplerine, dalkavuklarına yol veren bir hükümdar ağzıyla gürledi:

“Halvet!..”

Bu kelime büyülü bir nefes gibi bir lahza içinde odayı ıssızlattı. Sazendeler neylerini, tamburlarını, utlarını, deflerini, şeştarlarını, kanunlarını yakalayarak, köçekler de eteklerini toplayarak sessiz bir telaşla sofaya döküldü ve Nakilci ile Hüseyin baş başa kaldı. Delikanlı “halvet”in ne demek olduğunu bilmiyordu. Bu sebeple o kalabalığın silinip kayboluşunu hayretle takip ediyordu. Aynı zamanda kaçışa benzeyen şu gidişe kendinin de iştirak edip etmeyeceğini kestiremediğinden üzüntülü bakışlarla Nakilci’den işaret bekliyordu.

Sarhoş zorba, gene dalgın bir durumla, yerinden kalkmıştı. Muvazenesini toplamaya çalışıyordu. Ayaklarının alkol yüklü bedenini taşıyacağına kanaat getirdikten sonra Hüseyin’in ellerine yapıştı:

“Nefesi…” dedi. “İçeride oku. Seni dinlemesini istediğim bir kuşum var. Bu nefesten o da haz alsın.”

Delikanlıyı birlikte yürüttü, iç içe odalardan geçirerek mabeyin adı verilen aralığın eşiğine getirdi. Cebinden çıkardığı anahtarla kapıyı açtı:

“Gir!” dedi. “Bu yol bizi hareme götürür!”

Sonra kötü kötü güldü:

“Harem dediğime bakıp da beni evli sanma. Omzuma nikâh yükü almadım. İmam duasıyla şeriat evine girmedim. Yalnız bir kafes kurup adını harem koydum. Kafeste her cinsten kuş bulunuyor: Serçeden bülbüle kadar her kuş!.. Hele kumral bir papağanım var ki eşini ne Hint’te bulursun ne İran’da. Bana mahsus, cenabıma mahsus, zatıma mahsus, Nakilci Hazretleri’ne mahsus!..”

Ve birden vahşileşti, Hüseyin’in ellerini kıracak kadar sıktı:

“Sana yan bakanın gözünü çıkarırım, ciğerini koparıp köpeklere atarım! Eğer sen de papağanıma kem gözle bakarsan aynı şeye uğrarsın! İlkin kör olursun, sonra kara toprağa gömülürsün! Nakilci’nin şakası yoktur! Bunu bil, ayağını denk al.”

O aralığın ilerisinden cıvıltılar duyuluyordu ve Hüseyin’e gerçekten bir kafes önünde bulunulduğu zehabını veriyordu. Delikanlı, Seher’in aşkıyla iliğine kadar dolu olduğu için ne o cıvıldayan ağızları merak ediyordu ne de Nakilci’nin korkunç tehdidinden mana seziyordu. Peri padişahının kızını yanına getirseler yüzüne bakacak değildi, güneşi kadın biçimine sokup önüne atsalar, değer verecek mevkide bulunmuyordu. Bu sebeple ve çok samimi bir sesle ağaya cevap verdi:

“Ne bülbülde gözüm var ne papağanda. Bana kendi gönlümün kuşu yeter!”

Zorba yeniçeri, sesindeki vahşi ahengi bozmadan tekrar etti:

“Benden söylemek, senden dinlemek. Başın sana gerekse sözümü unutmazsın!”

Hüseyin sustu ve koluna yapışan Nakilci’nin kılavuzluğuyla kafese girdi. Selamlık gibi burası da döşeliydi ve çok aydınlıktı. Şuradan buradan körpe körpe kızlar, beyaz ve siyah çehreler görünerek kaçışıyorlardı. Zorba, ilk varılan sofanın ortasında durdu, nara atar gibi bağırdı:

“Hey kızlar, hep çıkın! Yanımdaki yabancı değil. Kaça göçe lüzum yok.”

Evvelce cıvıltılarıyla, sonra da görünüp kaçışlarıyla varlıklarını belli eden halayıklar bu sert haykırış üzerine boy gösterdiler. Yerlere kadar eğilerek efendilerini selamladılar. Sayıları bir düzineden artıktı, renkleri de o kadar çeşitliydi. Fakat beyaz, kumral, sarı, siyah ve Habeşi olsun, hiçbirisi yaşça geçkin değildi ve hepsinde körpeliğin kıvraklığı gülümsüyordu.

Nakilci bu halayık mangasını mağrur bir bakışla süzdükten sonra içlerinden birine doğru parmağını uzattı:

“Nilüfer!” dedi. “Bu gece hizmetimize sen bakacaksın. Sofrayı hazırla. Papağana da söyle, giyinip süslensin. Çağırılır çağırılmaz yanıma gelsin!”

Kız “Başüstüne efem!” deyip süzülürken o, gene Hüseyin’in koluna girdi, büyücek bir odaya götürdü.

“Burası…” dedi. “Kafesin bir köşesidir. Ben kuşlarımı burada havalandırırım, burada sevip okşarım. Sen de burada öteceksin.”

Ve sarhoş bir gevezelikle uzun uzun anlattı:

“Sofada gördüğün kızlar, kul cinsidir. Para ile alınmışlardır. Yumruk hakkı, yiğitlik hakkı olarak kafese sokulan yosmalar başkadır. Onlar ayrı ayrı odalarda yaşarlar. Ben emredince yanıma gelirler. Demin haber yolladığım papağan o yosmaların başıdır.”

Kahkahalarla güldü, kasıklarını tuta tuta güldü, gözlerinden şarap dökülünceye kadar güldü ve kendini güçlükle toplayıp ilave etti:

“Papağanım yamandır. Bu sarayın başkadın efendisidir. Anlıyorsun, değil mi?.. Şevketlu hünkârın nasıl kadın efendileri varsa benim de var. Papağan da o takımın başı. Sultanların sultanı. Canımın canı, Şevketlu Nakilci’nin cananı… Kah kah kah… Kah kah kah… Kah kah kah…”

Nilüfer çevik hareketlerle çarçabuk bir sofra hazırlamıştı ve efendisiyle arkadaşının yeni baştan demlenmelerini mümkün kılmıştı. Nakilci, civelek kızı odada alıkoyarak sakiliğe sevk etti:

“Bu gece…” dedi. “Muhtasar bir ayin-i cem var. Şu oğlanın henüz ikrarı alınmadı amma yabancılığı giderildi. Baba benim, yasacı benim, her şey benim. Sen sade sakilik edeceksin. Sema sırası gelince kimlerin döneceğini gene ben söylerim.”62

Fakat Nilüfer’in dem tablasına63 ellerini koyup boyun kestikten sonra sunduğu kadehi içmedi, gene tablaya bıraktı ve birden korkunçlaşan gözlerini Hüseyin’e çevirdi.

“Sen…” dedi. “Gündüz farkında olmadın. Haydar Baba yolsuzluk etti, cezaya hak kazandı. Ben onu ölüme mahkûm ettim. Yakında göç borusunu çalıp yürüyecek!..”

Böğürür gibi gülüyor, öğürür gibi gülüyor ve boyuna gülüyordu. Çakırkeyif olan Hüseyin, gözü kan, dudakları kahkaha savuran bu adama baktıkça yüreğine bir titreme geldiğini seziyordu. Onun -eli öpülen, eteği öpülen- bir babayı ölüme mahkûm ettiğini güle güle söylemesinden bilhassa haşyet alıyordu, iç bulantısı duyuyordu.

Nakilci, neden sonra gülmesini kesti ve gözlerindeki vahşi parıltıyı giderdi.

“Senin yoluna…” dedi. “İlk kurban o oldu. Akıllı davran ki seni de bir başkasına kurban etmeyeyim.”

Mabeyin aralığındaki ihtarı tekrar etmek istiyordu, fakat Nilüfer’in yanında bu mevzuyu açığa vurmadı, kısa bir kahkaha daha savurarak şarap kadehine yapıştı:

“Haydi Hüseyin!” dedi. “Nur olsun. Çek!”

Ve kalın eliyle gür bıyıklarını silerek bir yastığa yaslandı, homurdandı:

“Nefesi oku. Ben ‘yeter’ deyinceye kadar oku!”

Nilüfer, dem tablasının biraz gerisinde el pençe divan duruyordu, Hüseyin de alkol dumanlarıyla dolu kafasının içini buluta sarılı bir mehtap gibi kaplayan Seher’i seyrede ede okuyordu:

 
Gel benim sarı tamburam
Sen niçin inilersin?
İçim oyuk, derdim büyük
Seher diyu inilerim!
 

Nakilci, besteden ziyade güfteye alaka gösteriyordu, sesin ahenginden derin surette zevk almakla beraber kelimeleri tartar gibi görünüyordu. Hele Hüseyin’in ağzında Seher ismi belirdikçe garip bir uyanıklıkla gözlerini açıyor ve o kelimenin mefhumunu delikanlının dişlerinde arıyormuş gibi, bakışlarına avcı hassasiyeti takıyordu.

O üç kişilik mecliste şuuruna yegâne sahip kalan saki kız, efendisinin bu durumunu yan gözle murakabeden geri durmuyor ve aynı zamanda Hüseyin’in güzelliklerini derece derece ölçüyordu. Bütün ev halkını -dişili, erkekli- sarhoş etmekten zevk alan Nakilci, bu gece -pek fazla kaçırmış yahut karışık hülyalara kapılmış olmalı ki- oda hizmetine seçerek sakiliğe sevk ettiği şu körpe kıza şarap içirmemişti, öyle bir teklifte bulunmamıştı. Hâlbuki Nilüfer, ömründe belki ilk defa dumanlara bürünmek, idrakini ve iradesini kaybedip yerlerde sürünmek iştiyakındaydı. Hüseyin’in saçlarına baktıkça bu iştiyakı, ta yüreğinin içinde tel tel titremeye başlıyor; Hüseyin’in gözlerine gözleri kaydıkça, gene o iştiyak dudaklarında alevli bir iştiha hâlini alıyor; delikanlının sesi ise o iştihayı yelpazeleye yelpazeleye yangın hâline getiriyordu.

 

Nakilci’nin tek erkek ve sayısız kadın sistemine bağlı harem eğlenceleri iftarı kıt bir oruç hayatı yarattığından Nilüfer’le arkadaşları hep rüya ile tagaddi etmek mecburiyetinde kalıyorlardı. Lakin o gıda, fâni bir teselli olmaktan ileri gidemiyordu ve zevk sofrasına daima aç oturup gene aç kalkan bu kızlar, bir lokma aşk için manasız hülyalara keşkül uzata uzata ömür tüketiyorlardı.

O evde erkeklerin çoğaldığı da görülmez değildi. Babalar, ağalar ve köçekler ara sıra hareme sokularak âlemler yapılırdı. Fakat Nakilci’nin huzurunda her erkek cinsî vasıflarını inkâr eder gibi bir duruma büründüğü için tek erkek ve sayısız kadın sisteminde değişiklik hissolunmazdı. O sebeple Nilüfer ve arkadaşları misafir ağırlamayı tatsız bulurlar ve yalnız Nakilci’nin sıkletine tahammül etmeyi tercih ederlerdi.

Bu geceki konuk öbür misafirlere benzemiyordu. Güzellik bakımından taşıdığı fevkaladelikle beraber Nakilci’ye karşı serbest de bulunuyordu. Nilüfer, onun ya toyluktan ya nefsine güvenden doğan bu kayıtsızlığını sezdi, ondan bir şeyler ummaya başladı. Başka misafirler gibi cinsiyetini inkâr etmeyeceğine zahip olduğu bu delikanlıya şimdi kendini beğendirmek kaygısındaydı, buna muvaffak olursa kendini aylardan beri rahatsız eden tek erkek ve sayısız kadın sisteminden öç alabileceğini ümit ediyordu.

Bakışlarını, fakat hiçbirine sezdirmeden, iki erkek üzerinde nöbetle dolaştırarak bu hesapları yürütürken Nakilci’nin müsamaha tanımayan vahşi hiddetlerini, şiddetlerini hatırladı, bir günah saati yaratmak emelinden feragat eder gibi oldu. Nakilci, misafirlerden birine gülerek baktığı için bir genç halayığı sepete koyarak yirmi dört saat kuyuda bırakmış, kadeh sunan halayığın parmağını sıktığı için de bir köçeği hadım kılığına sokmuştu.

Şu hâlde sesi güzel, yüzü güzel, endamı güzel delikanlıyı baştan çıkarmaya savaşmak tehlikeli bir işti. Böyle bir teşebbüs hayata mal olabilirdi. Lakin o tehlikenin yanı başında da Hüseyin’in gözlerindeki ışığı içmek, onun endamında uzanan taptaze erkek kudretini tatmak ve onun sesindeki sihri emmek zevki vardı. Nilüfer ceza endişesiyle günah cazibesi arasında bocalayan idrakine sükûn verebilmek için hayli bocaladı ve nihayet Hüseyin’in sesinden benliğine yayılan zelzele ile günah tarafına meyletti.

Artık azmi kuvvetlenmiş, kararı katileşmişti. Fakat Hüseyin’i ve nefsini korumayı da ihmal etmek istemediğinden efendisini sızdırmak yolunu arıyordu. Bu arada “Seher diyu inilerim!” nefesi belki yirmi kere okunmuş ve nefesin her tazelenişinde Nakilci ile Hüseyin birer kadeh boşaltarak sarhoşlukta yeni yeni merhaleler aşmış bulunuyordu.

Nilüfer, işte bu durumdan da istifade etti, kendiliğinden Nakilci’ye şarap sunmaya başladı. Herif hep “Seher” kelimesinin mefhumunu Hüseyin’in ağzında aramakla meşgul olduğundan bu ikramın farkında bile olmuyordu, ağzına verilen zehri şuursuz bir durumda midesine geçiriyordu.

Bu sahne, nefesi okumaktan nefesi kesilen Hüseyin’in, yorgun ve bitkin, susmasına, başını bir yastığa dayayarak dalgınlaşmasına kadar devam etti. Sarhoş delikanlı vect içinde adını haykırdığı Seher’in şimdi hayalini yanına yatırmıştı, hasta bir sükût içinde ona yüreğini seyrettiriyordu.

Nakilci onun bitkinleştiğini görünce Nilüfer’i çağırdı, peltekleşen bir dille emir verdi:

“Ben de yıkılmak istiyorum. Lakin daha vakit var. Sen birbiri ardınca bana üç kadeh sun. Sonra git papağanı çağır.”

Nilüfer üç değil, beş kadeh sundu, korkunç ayyaşın tehlikesiz bir yığın hâline gelmesi için az bir şey kaldığını anlayarak sevindi ve neşeli neşeli sordu:

“Misafiriniz sızıyor. Papağan gelmeden onu örteyim mi?”

Nakilci uzun ve bulanık bir bakışla Hüseyin’i süzdü, homurdandı:

“Sonra örtersin. Yahut örtmezsin. Bu pek gerekli iş değil. Bana papağan lazım. Haydi koş, onu getir.”

Nilüfer çıkınca o, mezeleri dökerek, şişeleri devirerek tablaya yanaştı, üst üste birkaç kadeh daha yuvarladı, beyni ile midesi arasında başlayan meddücezrin sinirlerini uyuşturmasından kurtulmak ister gibi, gözlerini sık sık açıp kapadı ve arkasını duvara dayayarak perişan bir vaziyette beklemeye koyuldu.

Papağanı bekliyordu. Onun rengiyle, sesiyle Hüseyin’in rengini, sesini karşılaştırıp karıştırmak ve kendi yüreğinde bu ameliye ile çifte bir aşkın heyecanını duymak istiyordu. Ona bu dalaletli düşünceyi, dileği Hüseyin’in “Seher, Seher!” diye okuduğu nefes ilham etmişti. Şimdi bu iki genci bir arada bulundurarak yeni ve işitilmemiş bir hazzın sekrini tadacaktı.

Afyonlu bir seyyale hâlini alarak mideden beyine doğru -sinirleri büze büze- çıkan ve orada bir hercümerç yarattıktan sonra, aynı anarşiyi bu sefer midede doğurmak için gene geri inen alkol buharı yüzünden iler tutar yeri kalmamasına rağmen düşüncesinde sabitti. Durduğu yerde sallanarak, için için yıkılarak çağırttığı kadını bekliyordu.

Papağan, beş on dakika sonra geldi. Bu, mahzun yüzlü bir kumral güzeliydi. Sendeler gibi yürüyor, ağlar gibi gülümsüyordu. Kadife yelek, bürümcük gömlek, ipek şalvar giyinmişti. Yeleğin göğsü hayli açıktı ve bu açıklıkta mahpus bir nur küresinin hür kalmış bir dilim beyazlığı pırıldıyordu. Kadın, beline sardığı şalın yana bırakılmış püsküllü ucunu parmakları arasında kıvıra kıvıra içeri girmişti. Boyun kırarak dem tablasının önüne gelip durmuştu. Bakışlarında isyan yoktu. Yalnız elemli görünüyordu. Durumu, mazlum bir tevekkül hissettiriyordu ve bu tevekkülle o, kaplan yuvasına düşmüş ahuya benziyordu.

Nakilci, bütün kuvvetini toplayarak yarı doğruldu.

“Papağan!” dedi. “Ben bir bülbül buldum, getirdim. Otur da ötüşünü dinle.”

Kadın yan gözle sızgın Hüseyin’e baktı, tepeden tırnağa kadar titredi, kızarıp sarardı, kekeledi:

“Beni her erkeğe çıkarmak şanınıza düşer mi?.. Irzımı bıçağınızla delik deşik ettiniz. Ocağımı palanızla yıktınız. Erim varken, evim varken, beni kul cinsi kadınlara benzettiniz, dilediğinizi yaptırdınız. Bari orta malı yapmayınız. Beni çamurdan çamura atmayınız.”

Nakilci duman ve buhran içindeydi. Kadının konuştuğunu -müphem surette- görüyordu. Fakat ne dediğini anlamıyordu. Kafasındaki sabit fikir ise zelzeleli bir mıntıkada dimdik ayakta kalan tek bir ağaç gibi, dumura uğramış hüceyreler arasında şahlanıp duruyordu. Bu sebeple aynı sözü tekrarladı:

“Bülbül bu, bülbül!.. Onu mutlak dinleyeceksin!..”

Ve perişan iradesini bir kere daha zorlayarak doğruldu. Kusar gibi böğürdü:

“Hüseyin, bre Hüseyin, uyuma, gözünü aç! Benim papağanı gör!..”

Delikanlı ilkin tınmadı. Lakin fırsatı ganimet bilerek onun bir yanına elini değdirmek zevkini çalmaya koşan Nilüfer’in -çimdiklemekle gıdıklamak arasında mütereddit bir temas ile- yaptığı tazyik üzerine gözlerini açtı, kör bakışla etrafına bakındı ve papağanı görünce gülümseyip mırıldandı:

“Seher, güzel Seher, canım Seher!..”

Ve gözlerini kapadı. Kadını gene hayal, gene Kervan yıldızı ve sızarken koynuna yatırdığı cesetsiz timsal sanmıştı. Onun bizzat Seher olduğunu, hele o dardağan akıl ile anlamasına imkân yoktu. Ayık bile olsa böyle bir tecelliye, böyle bir tesadüfe belki ihtimal veremeyecekti, vehme kapıldığına zahip olacaktı. Onun için idrakini hakikate yaklaştıramadı, sarhoş bir zehapla mırıldanıp sızdı.

Fakat bu mırıldanış yanı başında duran Nilüfer’le Hüseyin’i göreliden beri korkudan dokuz doğuran Seher’i başka başka ızdıraplara düşürdü. Nilüfer, güzelliğinden birçok şeyler çalmak istediği delikanlının Seher’e yakınlık göstermesinden muzdarip olmuştu. Seher de onun kendisini tanımasından elem duyuyordu. Çünkü birkaç günden beri kötü kadın mevkisindeydi. Nakilci, hamam dönüşünde kendini omuzlatıp bu eve getirdikten sonra pala kuvvetiyle ve kamçı zoruyla ismetine tasarruf ettiğinden nefsini Hüseyin’e artık layık görmüyordu. Aynı zamanda delikanlının başına bir felaket gelmesinden korkuyordu ve aralarındaki masum münasebetin anlaşılmasını istemiyordu.

Münasebet, dedik. Fakat kelimeyi yerinde kullanmadığımızı biliyoruz. Bununla beraber Hüseyin, o sızgın hâlinde tecessüt etmiş bir hayal sanarak sarf ettiği üç aşk lügatiyle Seher’e alakasını açığa vurduğundan, Seher de define hadisesine takaddüm eden geceden beri onu sayıklayıp durdurduğundan bu iki genç arasındaki durumu “masum bir münasebet” diye tarif etmeyi yanlış da bulmuyoruz.

Sadede gelelim: Nilüfer muzdaripti. Fakat Hüseyin’le Seher’in birbirini tanıdıklarından Nakilci’nin bihaber olduğunu bilmediğinden bir mesele çıkarmaya kalkışmadı. Sarhoş adam ise delikanlının ne mırıldandığını duymadı. Yalnız onun yeni baştan sızdığını görerek kızdı:

“Nilüfer!” dedi. “Bu paçavrayı ört. Beni de papağanımın koluna takıp odama yolla. Burada kalırsam ters işler yapacağım, üç buçuk kadehe yenilen şu miskin oğlanı hırpalayacağım.”

Nilüfer, Hüseyin’in dudaklarından dökülen iki üç kelime ile yüreğine açılan kıskançlık yarasını gene o dudaklardan çalacağı merhemle kapamayı tasarlamıştı, yan gözle muzdarip Seher’i süze süze planını zihninde tasnif ediyordu. Nakilci’nin emrini duyar duymaz hemen harekete geçti, sarhoş herifi koltuklayıp kaldırdı ve müstehzi bir sesle Seher’e de vazifesini gösterdi:

“Bir koluna da sen gir. Ne buyurduklarını duymadın mı hanım?”

Üçünün de gözleri Hüseyin’in şaraba mağlup güzelliğine dikilmişti. Nakilci, öfkeyle; Seher, matemî bir tahassürle; Nilüfer, feveranlı bir ihtirasla, bu uyuyan bedii abideyi seyrediyorlardı. Fakat üçü de oradan uzaklaşmak için acele gösteriyordu. Çünkü Nakilci’nin ayakta duracak hâli yoktu. Seher, sevildiğini öğrenmekle mesut ve bu saadete layık olmadığını düşünerek de mahcup olduğu için, genç adamdan uzaklaşıp heyecanını dindirmek, vaziyetini soğukkanla tahlil edip kendine bir istikamet çizmek ihtiyacındaydı. Nilüfer, fırsatın çabuk kaçacağını düşünüyor ve böyle bir ziyana uğramamak istiyordu.

Aynı neticede birleşen bu muhtelif sebepler o üç kişiyi odadan uzaklaştırdı, Hüseyin uzandığı yerde yalnız kaldı.

Ne rüya görüyordu ne bir tahassüs belirtiyordu. Ölü hâlindeydi. Nefesi bile kesilmişe benziyordu. Yoklansa, nabzı tutulsa belki de kalbi durmuş görünecekti. O kadar bitkindi ki, ilk sarhoşluk bu temiz ruhlu delikanlıyı pis bir duruma düşürmüştü. Dayandığı yastık ıslaktı. Mideye sığmayan şarap, kızıl bir köpük şeklinde kapalı dudaklarından sızıyor ve çenesine eğri büğrü hatlar çizerek yastığa dökülüyordu.

Nakilci’nin verdiği emre rağmen üstüne örtü de atılmamıştı. Kaldırımlara devrilmiş bir serseri gibi upuzun ve beyhuş64 yatıyordu. Uçları kesilmeyen mumlar, kendi böğürlerinden yana yana yükselen islerin siyahlığı içinde yavaş yavaş sönüyorlardı, odaya bir sarhoş beyni örüyorlardı.

Hüseyin, işte bu derece derece artan karanlıkta gene derece derece silikleşerek nihayet hareketsiz bir gölgeye munkalip oldu. Artık ne odada şule ne eşyada vuzuh ne onda benliğini teşhis ettirecek bir nişane seziliyordu. Her taraf karanlıktı ve Hüseyin bu karanlıkta erimişe benziyordu.

Bir ve belki iki saat böyle geçti. Hüseyin, harharasız ve tamamıyla hareketsiz kaldı. Şarap ona ölümün duygusuzluğunu tattırıyordu ve karanlık o muhite geniş bir mezar siması çiziyordu.

Sahnenin, gün doğup da zulmet ortadan silininceye ve delikanlının idraki basübadelmevt sırrına ererek yeniden hayat buluncaya kadar devam edeceğine şüphe yoktu. Fakat bir gölge, beyaz bir gölge, vakitsiz peyda olan bir gün ışığı yahut yürüyen bir mum gibi o koyu karanlığı ansızın yırttı. Sonra nurani bir nefes gibi, sarhoş delikanlının ölgün dudaklarına kapandı ve… bir mucize yarattı.

Hüseyin kımıldanıyordu, konuşa konuşa uyanıyordu. O gölge şimdi bir kulak olmuştu, şarabın sinirlerine ördüğü zinciri gerine gerine kırarak uyanan delikanlının dudaklarındaki kelimeleri dinliyordu.

Dirilir gibi uyanan genç, o müşkül ve muzdarip yakaza deminde gene yârini, yâri canını sayıklıyordu; yorgun, fakat mesut bir sesle mırıldanıyordu:

“Seher, canım Seher, güzel Seher!”

Nurani gölge titredi, üzerine kapanıp da nefes nefes harekete, idrake ve belki heyecana kavuşturduğu dudaklarından uzaklaşır gibi oldu. Fakat bu durumunu uzun bir zaman muhafaza etmedi, garip bir titreyişle gene o dudakları sardı ve inledi:

“Seher benim Hüseyin. Ağzını kapa. Yüreğini aç.”

55Suriş: Karışıklık, kargaşalık.(e.n.)
56Teşviş etmek: Karıştırmak, karmakarışık etmek, bulandırma. (e.n.)
57Taaffün: Kokuşma. (e.n.)
58İkinci Mahmut’un tahta çıkışı, malum olduğu üzere, tesadüfidir. Alemdar Mustafa Paşa, tahttan indirilmiş olan Üçüncü Selim’i gene padişah yapmak istiyordu ve bu maksatla saraya girmişti. O sırada tahtı işgal eden Dördüncü Mustafa, mahpus tutulan Selim’i öldürttü. Veliaht Mahmut’u da öldürtecekti. Muvaffak olamadı ve Mahmut, Alemdar’ın emriyle tahta çıktı. Pek az bir zaman sonra yeniçeriler Alemdar’ı intihara mecbur edip de saraya saldırınca Mahmut, bir dolaba saklanmış olan kardeşi Mustafa’yı yakalattı, anasının gözü önünde yorgan ipiyle boğdurttu. Yoksa yeniçeriler onu atıp yerine gene Mustafa’yı çıkaracaklardı. (y.n.)
59Beht: Şaşkınlık. (e.n.)
60Rükudet: Durgunluk, durulma. (e.n.)
61Kavsikuzah: Gökkuşağı. (e.n.)
62Ayin-i cem, Bektaşi tarikatında olanların -kaçsız, göçsüz- yaptıkları içkili, danslı toplantılara denilirdi. Bu ayin için en çok kış geceleri seçilirdi. Ayinden önce “gözcü” adı verilen canlar paçaları sıvarlar, mıntıkalarını tarassut altında bulundururlardı. Gece olunca köy, oba veya mahalle halkı, yani ikrarı alınmış Bektaşiler toplantı yerine giderlerdi. Ayine erkekle kadın müsavi haklarla girerlerdi. Yani üstünlük ve ayrılık gayrılık yoktu. Baba, yüksekçe bir mindere oturmuş bulunduğu hâlde cemaati beklerdi. Onun oturuşu da muayyen bir şekilde olurdu. Yani ellerini dizlerine dayar, koltuklarını açardı. Ayin yerine girecek olanlar kapının önünde dururlar, boyun keserlerdi ve baba destur ettikten sonra içeri girerek babanın avucunun içini öperler, geri geri çekilirler ve gene onun desturuyla oturabilirlerdi. Ayinlerde “yasacı” denilen bir adam bulunurdu. Onun vazifesi sakileri, raksa ve semaya çıkacak olanları ayırmak, taşkınlık edenleri terbiyeye davet etmek, yüksek sesle konuşanları susturmaktı. Kadınlar ancak babanın ve yasacının emriyle sakilik yapıp semaya kalkabilirlerdi. Sakiler ilkin dem tablasının kenarına ellerini koyup boyun keserlerdi, sonra dönüp herkese dem sunarlardı. Ayin-i cemlerin sonunda yemek yiyenler, gülbanka çekilirdi. Evlenmeyen erkeklerin ve kadınların ayinlere girmeleri caiz değildi. (e.n.)
63Dem tablası: İçine içki veya şerbet bardaklarının konduğu, derinliksiz düz kap. (e.n.)
64Beyhuş: Aklı başından gitmiş. (e.n.)
Бесплатный фрагмент закончился. Хотите читать дальше?
Купите 3 книги одновременно и выберите четвёртую в подарок!

Чтобы воспользоваться акцией, добавьте нужные книги в корзину. Сделать это можно на странице каждой книги, либо в общем списке:

  1. Нажмите на многоточие
    рядом с книгой
  2. Выберите пункт
    «Добавить в корзину»