Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-

Текст
0
Отзывы
Читать фрагмент
Читайте только на ЛитРес!
Отметить прочитанной
Как читать книгу после покупки
  • Чтение только в Литрес «Читай!»
Шрифт:Меньше АаБольше Аа

Seher bir yandan Hüseyin’in olgun güzelliğinden aldığı hazzı iliklerine nakşederken, öbür yandan da bu düşünceyle elemleniyordu, bahtına lanet okumak zorunda kalıyordu.

Düşüncesi garipti: Saçları dökük, göğüs düğmeleri çözük bir vaziyette aşağı inmeyi tasarlıyordu. Böyle bir durumda Gülhaneli Hüseyin’e görünür görünmez vukuya gelecek şaşkınlıkları düşündükçe iradesi sarsılıyor, yerinde duramaz oluyor ve saçlarını çözmeye, göğsünü açmaya hazırlanıyordu.

Kendi güzelliğine güveni vardı. Hüseyin’i, bir lahzada teshir edeceğine şüphe etmiyordu. Fakat kocasının böyle bir hareketi insafsızca cezalandıracağını da biliyordu. Onun için beyninde kımıldanıp duran çılgınlığı yendi, mahzun mahzun içini çekti ve gene temaşasına daldı. En nefis bir gülü, yalnız uzaktan görüp koklayamamaktan burnu sızlıyor, her şeyi vadeden şu gençlik pınarına dudağını uzatamamaktan yüreği yanıyor ve gözleri sık sık yaşlanıyordu.

İşte bu sırada kocasının gülerek bir şeyler söylediğini ve yerinden kalkıp eve doğru geldiğini gördü. Acaba gitmek üzere bulunan misafiri kıyıya kadar götüreceğini söylemeye mi geliyordu, yoksa kendisine bir emir mi verecekti?.. Muzdarip bir merakla hemen minderden fırladı, merdivene koştu, kocası da mutfağı dolaşıp merdivenin dibine gelmişti, sesleniyordu:

“Hu, Seher!.. Bizim bel nerede?”

Kadın şaşırarak sordu:

“Ne beli kişi?”

“Canım, bahçe için yeni aldığım bel!”

“Nideceksin onu?”

“Bizim Gülhanelinin adamlığı tuttu, bahçeyi belleyeyim diye tutturdu.”

“Konuğa zahmet verilir mi ağa? Bırak yakasını çocuğun!”

“Ne dedimse dinlemedi. Bahçenin bakımsız olduğunu söyledi, illa belleyeceğim diye ayak diredi. Ant da verdiği için peki dedim, varsın biraz yorulsun. Sonra da tatlı tatlı ırlayıp dinlensin.”

Seher’in gözlerinde, bir gece evvel görmüş olduğu düşün son safhaları dolaşıyor ve boğazına dizi dizi düğümler sıralanıyordu. Acaba bu güzel konuk, düşte gördüğü gibi, yerden bir şeyler çıkaracak, sonunda kendisiyle baş başa kalacak mıydı?

Kocasına belin bulunduğu yeri -boğuklaşan bir sesle- söylerken, zihninde bu düşünce vardı, eli ayağı titriyordu. Aynı zamanda kocasının tabii davranışına ve duyduğu düşü unutmuş görünmesine şaşmaktan kendini alamıyordu. Sadrazamın sürgüne gitmesiyle bir yanı doğru çıkan o düş nasıl unutulur ve bahçe bellemeye kayıtsız kayıtsız nasıl girişilirdi?..

Seher, cinsî ve dalaletli ihtiraslarına da sükûn getiren yepyeni bir merak içinde tarassut8 noktasına döndüğü vakit, güzel delikanlının saltasını atarak, kollarını sıvayarak bele yapıştığını, edalı bir tutumla toprağı kazmaya giriştiğini gördü.

Hüseyin’in kolu kalkıp indikçe Seher’in de yüreği kalkıp iniyor ve sıvalı kollarda uzanan beyaz kudretten, yarı açık göğüste gülümseyen şen gençlikten gözlerine garip bir kamaşma geliyordu. Fakat sinirleri değil, şuuru hareketteydi. Boyuna, gördüğü rüyayı düşünüyordu.

Hüseyin aşkla, şevkle çalışıyordu. Genç ruhunda kaynayan müphem ihtirasları birer ter tanesine kalbedip damla damla toprağa gömmek ister gibi davranarak bahçenin kabza kabza altını üstüne getiriyordu. Gülhane’de eline eza veren bel, şimdi parmaklarına bir altın asa tadı vermişe benziyordu. Çünkü orada ırgattı. Emir altında çalışıyordu. Burada keçeye kılıç çalan bir yeniçeri neferi durumundaydı. Pazısını hoşnut etmek, içini serinletmek düşüncesiyle bel sallıyordu.

Kara Süleyman, çubuğundan ciğerine geçirdiği dumanları öksürüklerinin yarattığı salyalara sararak buram buram savururken ve Seher, sarsak bir kucakta nazlı bir bebek olmaktansa genç bir pençede bel olup topraklara girip çıkmanın bir kadına daha tatlı geleceğini hesaplayarak sarhoşlarken Hüseyin hayli iş görmüştü, bahçenin genişçe bir kısmını nadas edilmiş tarla biçimine sokmuştu. Güçlü kuvvetli üç işçinin belki üç saatte başaramayacağı bir işi, bir saat içinde yapmasını Kara Süleyman Ağa takdire layık gördüğünden öksüre tıksıra duygusunu açığa vurdu:

“Yaşa be Hüseyin!” dedi. “Beli tırpan gibi kullanıyorsun, kuru toprağa duman attırıyorsun. Fakat yoruldun. Beli artık bırak, saltanı sırtına al, bir çubuk tüttür.”

Genç adam, sadece gülümsedi ve belin dilini gene toprağa daldırdı. Hayret!.. Onun kudretli pençesinin zoruyla yağ gibi mukavemetsizleşen toprak, o noktada sertleşmişti, bağrına sokulan demir dili geri itiyordu. Hüseyin, bir taşa tesadüf ettiğini sanarak, tazyikini çoğalttı, lakin toprağın mukavemetini kıramadığından homurdandı:

“Burada kaya var!”

Şimdi o kayayı, yanlarını açarak açığa çıkarmak istiyordu, hızlı hızlı uğraşıyordu. Kara Süleyman da ihtiyarsız bir davranışla yerinden kalkmıştı, onun yanı başına gelerek ameliyeyi tarassut ediyordu. Toprak, sinirlenen delikanlıyı pek fazla üzmedi, taşıdığı sırrı üç beş dakika içinde açığa vurdu. Bu sır, küçük bir küp hacminde iri bir bakır kavanozdan ibaretti ve ortaya çıkmasıyla beraber kafes ardında sahneyi seyreden Seher’in dudaklarına şu sayhayı getirmişti:

“Düşümün sonu, düşümün sonu!..”

Kadının hayran ve perişan bağırmakta hakkı vardı. Çünkü Hüseyin, mahut rüyanın en heyecanlı parçasını topraktan çıkarmış bulunuyordu. Nitekim Kara Süleyman da -ilk sersemliğini giderdikten sonra- bu hakikati kavramaktan geri kalmadı:

“Bre Hüseyin!” dedi. “Bu kavanozun çıkacağını biz biliyorduk. Fakat unutmuştuk.”

Delikanlı, define keşfettiğini sezinseyerek heyecana kapılmıştı. Ev sahibinin bir tekerleme ile bu keşfin temin edeceği kazancı nefsine hasretmek istediğine zahip olduğu için de sinirlenivermişti. Sert sert yanı başındaki erkeğe bakıyordu. Kara Süleyman onun bir mücadeleye hazırlandığını sezince ellerine yapıştı:

“Belinledin.” dedi. “Çünkü topraktan define çıkacağını bildiğime kolay kolay inanamazsın. Fakat üçten dokuza şart olsun ki doğru söylüyorum. Bizim küldöken, daha dün sabah böyle bir küp bulacağımızı söylemişti.”

Delikanlının cevabı kısa ve sarih oldu:

“Olabilir Süleyman Ağa. Lakin küpü ben buldum. Payımı alacağım.”

Ve ev sahibinin cevabını beklemeden kavanozu gömülü olduğu çukurdan çekip çıkardı, ağzındaki tıkacı bir hamlede söküp attı ve defineyi baş aşağı yere döktü: Seher’in düşü küme küme altın, dizi dizi inci, tutam tutam elmas hâlinde bellenmiş toprağın bir parçasını renk içinde, ışık içinde bırakmıştı ve büyük bir servet, iki adamın gözü önünde çeşitli bir tebessümle pırıldayıp duruyordu.

Onlar renk içip, nur içip sarhoşlanan iki idrak avaresi vaziyetinde bulunuyorlardı. Altınların ışığı, incilerin pırıltısı, elmasların nuru zavallıların damarlarında seyyal bir hâl alıyor ve bu akıp giden rengünur seli yavaş yavaş alevleşerek ikisinin de idrakini tutuşturuyordu.

Seher de on on beş metre geride ve iki üç metre yüksekte aynı idrak yangınına tutulmuştu. Gözleri açıla açıla, yüreği kabara kabara, toprağa serili güneş kırıntılarını, mehtap zerrelerini seyrediyordu.

Kara Süleyman, genç dostundan önce kendini topladı:

“Paylaşalım.” dedi. “Fakat hak terazisiyle.”

Dili harekete gelen genç adam sordu:

“Hak terazisi nedir?”

“Bahçe benim mülkümdür. Ağaçlarında çıkan yemişler, çiçekliğinde yetişen güller, sümbüller gibi bu define de benim mülküm sayılır. Sana elinin emeğini, gözünün hakkını veririm, üst tarafını ben alırım.”

“Ne verirsin ağa, açık söyle?”

“Mesela bin kuruş!”

Hüseyin güldü:

“Şu taşlardan biri bin kuruş eder. Beni çocuk yerine mi koyuyorsun ağa!”

“Ya ne istersin oğul?”

“Yarısını!”

Seher tehlikeli bir durum tekevvün etmek9 üzere bulunduğunu sezdi, vaziyetten kendi yüreği hesabına da istifade etmek isteyerek yerinden fırladı, yarım yamalak örtündü, bahçeye çıktı, dostlukları kırılmak ve elleri birbirinin boğazına geçmek üzere bulunan iki erkeğin arasına girdi.

“Definede…” dedi. “Benim de payım var!”

Kara Süleyman bu müdahaleden ilkin sinirlenecek, karısını yumruklaya yumruklaya geri çevirecek oldu. Fakat ortada yatan muazzam servetin cazibesinden kurtulamadığı gibi defineyi genç adamın eline bırakıp oradan uzaklaşmayı da doğru bulmadı. Izdıraplı bir tahammülle karısının -başörtüsü altında açık duran- yüzüne baktı.

“Ağzının payını…” dedi. “Almadan çekil, elinin hamuruyla er işine karışma. Biz baba oğul uzlaşırız.”

Kadın aldırış etmedi, yerdeki pırıltıları gölgede bırakacak kadar ışık püsküren gözlerini delikanlının yüzüne dikti, iki parça kızıl yakutun otuz iki inciye dayanarak dile geldiği zehabını uyandıran billur bir eda ile yalvardı:

“Dalaşmayın, anlaşın, bir dost yüreği, yerinde bin hazineden daha çok işe yarar. Siz de iki üç akçe için yüreklerinizi değiştirmeyin!”

Hüseyin, sersem ve perişan, ona bakıyordu. Hayran hayran onu dinliyordu. Genç iradesine çelik bir ihtiras işleyen define şimdi bir moloz gibi yüzüne çirkin görünüyordu ve karşısında lahuti teraneler püsküren güzellik hazinesindeki rengi, nuru, ıtırı ölçmeye savaşıp bön bön yutkunuyordu.

O, kadının bekâr erkeklere ancak rüyada göründüğü bir devre mensuptu. Henüz evlenmemiş gençler o devirde dişinin kokusunu belki alırlar, lakin bu nefis ıtırın kaynağını hep örtülü görürlerdi. Hemen her bekâr erkek, ruhunda zulümat10 âlemlerine dalıp abıhayat arayan efsanevi insanların tahassürü yaşardı. Masallarda bu tahassür, acıklı bir hüsran ile nihayetlendiği gibi hakikatte de kadın iştiyakı müspet bir netice vermezdi. Bekârların çoğu kadın elinden içilen aşk zemzeminin tadını bilmezdi. Vaizler, cehennemi ağızlarında dolaştırarak; asesler, subaşılar, kadılar baskın, tomruk, falaka ve recm cezalarını sokak sokak gezdirerek kadından aşk kevseri içmek isteyenlerin ödlerini koparırlardı. Bu yüzden memnu aşklar kahramanlık mevzusu oluyordu ve âşıkların menkıbeleri dillerde dolaşıyordu.

 

Hüseyin de kadını buluta sarılı meçhul bir yıldız gibi daima örtülü görenlerden biri idi. Anasının, kız kardeşlerinin ve mahremlerinin şahıslarında bir kadın simasının nasıl olabileceğini, bir kadın sesinin nasıl bir tınnet taşıdığını görmüş ve duymuştu. Lakin aşk kadınının ne yüzünü görmüş ne sesini işitmişti. Ondan ötürü Seher’e bakarken, Seher’i dinlerken beyninin bütün hücreleri yerinden oynuyor, yüreğinin altı üstüne geliyordu.

Onda, yalnızlığa mahkûm bir ömrün uzun ve yetim uykularından birini bitirip de gözünü açtığı zaman yanı başında Havva’yı görerek beşeriyetin ilk kutsi heyecanını duyan Âdem şaşkınlığı vardı. Din kitaplarında bir rivayet olarak okunan bu ezelî hayranlık Hüseyin’in masum benliğinde bir hakikat olmuştu ve genç adam, tabiatın insanlara layık gördüğü en büyük hazza -fakat şaşıra şaşıra- kavuşuyordu.

Seher, şuurlu bir ateş hâlindeydi, nereye temas ettiğini ve nasıl bir yangın tutuşturduğunu seziyordu. Aynı zamanda mesut bir gurura kapılmıştı. Genç ve bakir bir kalbe alev dökmekten sevinç duyuyordu. Lakin vaziyetinin nezaketini de unutmuyordu. Para hırsıyla kocalık duyguları arasında bocalayan eşinin bir lahzada tekevvün etmek üzere bulunan sevda âlemine karşı kayıtsız kalamayacağı belliydi. Onun için gözlerinin ışığını Hüseyin’in üzerinden çekerek Kara Süleyman’a döndü.

“Haydi…” dedi. “Paylaşın. Benim de payımı verin!”

Kadın, ortada sürünen servetin üçte ikisini eve mal etmek suretiyle kocasının emeline çok uygun ve çok yakın bir uzlaşma teklif ediyordu. Hüseyin’in bu teklife rıza göstermesi, büyük bir fedakârlık olacaktı ve Kara Süleyman böyle bir neticeyi umamıyordu. Lakin delikanlı, yaradılışındaki hovardalık seciyesine kapıldı, cenneti Havva’ya feda eden Âdem gibi davrandı:

“Hayır, hayır.” dedi. “Sizin dediğiniz gibi olmaz. Ben ağaya karşı yüzsüzlük ettim. Suçumu bağışlatmak için bölüşmeyi kendim yapacağım.”

Ve yerdeki elmasları, incileri, yakutları, zümrütleri avuç avuç ayırarak Seher’e gösterdi:

“Bunlar hep sizin. Paralardan da ağa ne verirse o kadarı benim, üst tarafı kendinin olsun!”

Çıldırasıya seven kadınların bile aşk dolu yüreklerinde satılacak ve satın alınacak köşecikler bulunur. Hüseyin, şuur ile değil, tabiatın ruhuna nakşettiği hovarda uyanıklığıyla bu hakikate uyuyordu, gençliğine gençliğini sunmaya hazır görünen kadının iradesini tamamıyla sarsmak için bu nümayişi yapıyordu.

Seher, koca bir definenin nasıl bir maksatla feda edildiğini anlamaktan geri kalmadı, bakışlarını bir şükran busesi hâline koyarak fedakâr delikanlının dudaklarına bıraktı. Kara Süleyman da gafil bir telaşla hemen altınların üzerine kapandı, üç bin kuruş kadar bir şey ayırıp Hüseyin’e verdi:

“İşte…” dedi. “Hak yerini buldu. Haydi Seher, şimdi sen mutfağa gir. Bize öğle yemeği hazırla!”

Yürekleri, ilk hicran dakikasının acısıyla burkulan gençlerin gözleri kucaklaştı ve yüzleri kızardı. Seher, bu ruhi musafaha sırasında “beklerim” diyen yanık bir bakışla yüreğini Hüseyin’e okumuş, o da gözlerine “gelirim” kelimesini söylemekte güçlük çekmemek yolunu bulmuştu!..

***

O günün gecesini karı koca uykusuz geçirmişlerdi. Kara Süleyman, sadrazam kapısında baştebdillik ederek değil, kapıcıbaşılık ve hatta kâhyalık yaparak on yıl har vurup harman savursa, gümeç gümeç bal tutup gece gündüz parmak yalasa, bu mesut günde eline geçen serveti toplayamazdı ve karısına şu küme küme elmasları, incileri, zümrütleri veremezdi.

Herif, bu sebeple çılgın bir sevinç içindeydi, boyuna söyleniyordu, hiç durmadan projeler yaparak istikbalin safalı günlerini sayıklıyordu. Seher de buhranlar geçirdiğinden kocasına uykusuzlukta yoldaş oluyordu, müşterek hazinelerinin pırıltılarını seyrede ede gözlerini açık tutuyordu.

Düşünceleri ayrı idi. Erkek, tesadüfün kendisine getirdiği büyük servetle yeni bir hayat kurmak ve karısını o hayatın elmaslarla bezenmiş güneşi hâline koymak hülyasıyla uykusunu feda ediyordu. Kadın, keşfettiği gençlik hazinesindeki güzelliklerle aç yüreğini doyurmak, susuz ruhunu kanıksandırmak, yetim ömrünü sevindirip neşelendirmek kaygısındaydı. Hüseyin’ini göz bebeklerinden kaybetmemek için uykusuz kalıyordu.

Düş mevzusuna temas etmekten ikisi de çekiniyordu. Sadrazamın azlolunup sürgüne gitmesiyle, definenin meydana çıkmasıyla gerçekleşen rüyanın geri kalan kısmı üzerinde durmaktan ürküyorlardı. Bununla beraber, o mevzu kafalarında dimdik duruyordu ve hülyalarının ahengini bozmaktan geri kalmıyordu. Kara Süleyman, gelecek günlere ait düşüncelerini, emellerini sekiz on defa bozup düzelttikten sonra şuurundaki rahatsızlığın ibramına11 dayanamadı, düş meselesine temas etmek zorunda kaldı:

“Canımın içi!” dedi. “Gün doğar doğmaz Mahmut Efendi, Ceylani, Divitçioğlu, Karacaahmet, Miskinler, Şücababa tekkelerine birer kurban götürüp kestireceğim. Gördüğün düşün sadakası olsun.”12

Seher, uğrunda ömründen birçok yılları kurban etmeye hazırlandığı aziz sevgiliyi düşünerek mırıldandı:

“İyi edersin. Belki keseceğin kurbanlar makbule geçer de dileklerimiz yerini bulur.”

Bu suretle o ağır mevzunun vesvesesinden kendini kurtaran eski baştebdil, günün sevincini bir de gönül safasıyla tamamlamak istedi, bahsi aşka çevirdi ve gülünç bir gayretle gençleşmeye yeltenerek dilbazlığa girişti. Fakat ruhunu başkasına nikâhlayan Seher, meşru bir ağızdan çıkmasına rağmen, bu sözleri aşkının ismetine tecavüz saydı, pervasız bir isyanla yerinden fırladı:

“Rahat dur!” dedi. “Dilini de kes! Ben artık uyumak istiyorum!”

Uyumadı, uyuyamadı. Kendisi gibi uyanık duran kocasına sırtını çevirdi, tan yeri ağarıncaya kadar Hüseyin’i düşündü: Kocasından esirgediği tebessümleri ona sundu, kocasından bulamadığı hazları ondan aldı ve ilk ışığın kafeslerde gülümsemesiyle beraber, yataktan çıktı, Kara Süleyman’ı da çıkardı:

“Haydi…” dedi. “Abdest al da tekkeleri dolaş. Adak eskitmek iyi değil. Hocalar öyle diyor.”

Aşkını ifşa için değilse bile, ihsas13 için kalbinde dayanılmaz bir ihtiyaç vardı. Duvarlara dilini yapıştırarak “seviyorum” diye bağırmak, gül veya sümbül, eline geçecek her çiçeği derin derin koklayıp “Hüseyin, Hüseyin!” feryadıyla çırpınmak istiyordu. Kalbindeki sevgi, bir tutam su iken ilk hicran gecesinin sonunda coşkun bir ırmak hâlini almıştı. O minimini yürek, bu dalga dalga kabaran suyu, artık taşıyamıyordu, yer yer yarılıp parçalanacakmış gibi bir vaziyet hissettiriyordu.

Onun için şefkatli bir kulak arıyordu ve aşkını ona fısıldamakla kalbindeki tuğyanın14 önüne geçeceğini umuyordu. Kocası gider gitmez ilk iş olarak yük dolabına koştu, Hüseyin’in bir gece önce içinde yattığı döşeği çıkardı ve onun kokusunu bulmak iştiyakıyla burnunu yastıklara sürdü, yorganda dolaştırdı, şiltede gezdirdi.

Çılgın gibiydi, Hüseyin’den başka bir şey düşünmüyordu ve benliğini yakan hayalin gölgesini bulup kucaklayamayınca büsbütün zıvanadan çıkıyordu. Tatmin olunmayan, daima yetim bırakılan cinsî ihtiraslar, bu kanı bol genç kadını tam bir dalalete sürüklemekteydi. O, hasta bir akbaba pençesinde kıvranan bir güvercin ızdırabı yaşıyordu. Şimdi nazik fakat kudretli bir şahinin cazibesine tutulmuştu. Yüreğini onun tatlı tatlı ısırmasını istiyordu ve bu şahine bir hamlede kavuşamamak yüzünden sürekli buhranlar geçiriyordu.

Seher, işte bu hissî durum içinde bir sırdaş aradı, aşk ehli geçinen ve binbir erkekle düşüp kalktıktan sonra -kadınların kullanageldikleri tabire göre- başına kırk tas su dökerek, hoca önünde tövbe ederek havsalası geniş biriyle evlenen komşusuna içini açmaya karar verdi.

O güngörmüş kadınla evleri karşı karşıya idi. Seslerini biraz yükseltince bir odada bulunuyorlarmış gibi konuşurlardı. Dar sokak da daima ıssızdı, komşuların birbirleriyle yaptıkları çene yarışına hiçbir zaman ayak sesi karışmazdı. Seher, bu kolaylıklardan istifade ederek bir kafesi kaldırdı, şen şen seslendi:

“Hu, hu, komşu, hu!”

Kaşları rastıklı, gözleri sürmeli, yüzü düzgünlü, gerdanı altınlı, başı yemenili bir yosma eskisi, beline kadar pencereden sarkarak bu sesi karşılamakta gecikmedi ve Seher’e sordu:

“Hayır ola civanım, diyeceğin mi var?”

Âşık kadın -sağa sola bakarak, sokağın ıssızlığına emniyet hasıl ettikten sonra- hemen anlatmaya koyuldu:

“Bir değil, bin diyeceğim var. İlkin mübarek olsun de!”

“Kocan yeni bir mansıp15 mı aldı?”

“Daha iyi, çok daha iyi bir iş!”

“Herifin sızıları geçti galiba!”

“Yok canım, başka bir şey!”

Komşu kadın sinirlenir gibi oldu. Seher’i azarladı:

“Ben Hazreti Rabia mıyım be, ne bileyim sizin evinizde olup biteni imtihanı bırak da diyeceğin neyse onu söyle.”16

Kara Süleyman’ın eşi fıkır fıkır güldü:

“Zengin olduk.” dedi. “Düzoğlu kadar zengin olduk.”17

“Saraydan ihsan mı aldınız?”

“İhsan aldık amma saraydan değil, ulu Tanrı’dan!”

“Şakayı bırak Seher, doğru söyle. Nen var, ne oluyorsun, gözlerin niye gülüyor?”

“Dedim ya, zengin olduk!”

“Gökten kucağınıza altın mı yağdı?”

“Ona benzer bir şey: Define bulduk!”

Seher, kendi evlerinin köşesinden kıvrılan sokaktan bir başın uzanıp çekildiğini görseydi, şüphe yok ki susardı. Fakat heyecanından mahalle bekçisinin duvara yaslanarak kendilerini dinlemeye koyulduğunu sezmedi, hikâyesini tamamladı:

 

“Evet, define bulduk. Bulan da Gülhaneli Hüseyin. Bu delikanlı evvelki akşam bize geldi, geceyi bizde geçirdi. Delikanlı dediğime bakıp da bizim bakkalın çırağı gibi gözü çapaklı, çakşırı pasaklı bir şey sanma. Halis ay parçası!.. Onun bulunduğu odada geceleri mum yakmak günah. Çünkü oğlanın yüzünden nur dökülüyor. Ya sesi kardeş, ya sesi?.. O şarkı okurken insanın uçacağı geliyor!”

Komşu kadın bir kahkaha savurdu:

“Hay…” dedi. “Allah iyiliğini versin. Define bulduk deyince ben de inanmıştım, elinize birkaç avuç altın geçti sanmıştım. Meğer bu define bir çift süzgün gözle birkaç düzgün sözmüş. Eri atehlenmiş,18 erlikten çıkmış genç kadınlar için, böylesi delikanlılar da bir define sayılır amma bu kadar sevinmeye değmez. Çünkü güzellik yürek doyurur, karın doyurmaz.”

Seher de bir kahkaha patlattı:

“Ben Gülhaneli Hüseyin’in yüzünü de sesini de çok beğendiğim için methini yapıyorum. Yoksa define dediğim o değildir, koca bir bakır kazandır. Topraktan çıktı. İçi de tıklım tıklım altın dolu, elmas dolu!”

“Sahih mi kız?”

“Elbette sahih. İşim yok da sana yalan mı söyleyeceğim! İstersen örtün bize gel. Defineyi gözünle gör. Fakat boşboğazlık etme, bu sırrı erine bile söyleme. Ben seni kardeş saydığım için saklamadım, birden zengin oluverdiğimizi müjdeledim.”

Yosma eskisi merak içinde kaldığından Seher’i uzun bir sorguya çekti, definenin nasıl bulunduğunu ve Gülhaneli Hüseyin’le nasıl paylaşıldığını eksiksiz, gediksiz söyletti. Kara Süleyman’ın karısı, muhakemesiz bir gevezelikle olup biteni anlatırken sık sık fırsat düşürüyor, Hüseyin’in güzelliği üzerinde tevakkuf ederek yüreğini ferahlandırmaya çalışıyordu.

Komşu, bu gönül istitratlarının da sebebini kavradığından latifeye girişti:

“Ramazan içinde değiliz amma…” dedi. “Siz gök kapısının açıldığını görmüşsünüz, karı koca bütün dileklerinizi Rabbiteala’ya kabul ettirmişsiniz. Başka türlü hem sen hem kocan birer define sahibi olamazdınız.”

Seher, utanma taklidi yaptı, dudaklarını bükerek cevap verdi:

“Çok kötü yüreğin var kardeş. Sıkılmasan Gülhaneli Hüseyin’e gönül verdiğimi de söyleyeceksin.”

Öbürü omuzlarını silkti:

“Ben söylemiyorum, sen kendin anlatıp duruyorsun.”

“Ne anlatıyorum ki?”

“Hüseyin’e tutulduğunu!”

“Amma yaptın ha. Ağzımdan öyle bir söz çıktı mı?”

“Hüseyin dedikçe yüreğin dudaklarına geliyor. Daha ne diyecektin ki?”

“Tövbe estağfurullah, tövbe estağfurullah. Elin delikanlısından bana ne?”

“Kadını çileden çıkaranlar hep bu eloğullarıdır kızım. Boşuna inkâra sapma da ayağını tartılı atmaya bak. Sevda dediğin bir kızıl gömlektir. Ya kolundan ya boynundan bir ucu görünür!”

Ve Seher’in cevap vermesini beklemeden belini doğrulttu:

“Ateşte tencere var. Ben mutfağa ineyim, yemeği pişirip kotarayım. Sonra size gelirim, şu tatlı masalı bir daha dinlerim.”

Kafesi indirirken de ilave etti:

“Canlı defineni başka bir gün bana göstermelisin. Malum ya, ben insan sarrafıyım. Hele erkek takımının ayarını nefes alışlarından anlarım. Bakalım, sana geviş getirten Hüseyin Çelebi ne çeşit mal?.. Geçer akçe mi, yoksa kalp yaldız mı?”

***

İki kadının konuşmalarını kelime kelime dinleyen mahalle bekçisi birbirini silip bozan ve birbirine hiç uymayan karışık duygular içinde bunaltılar geçiriyordu. Güzelliği dillerde gezen Seher’in sesi, rüyasız gecelerini kalın sopasının ucuna takarak sokaklarda süründürmeye mahkûm olan bu adamı iliğine kadar tatlı tatlı titretirken o sese, yabancı bir delikanlı sevgisinin karışması vaziyeti değiştirmiş ve neşeden sarhoşlayan bekçiyi, hiddetten kabına sığmaz bir hâle getirmişti.

Malları, canları gibi ırzları, namusları da kendi himayesine bırakılmış sandığı şu geniş mahallede evli bir kadının kötü hülyalar taşımasını düpedüz nefsine hakaret sayıyordu. Kocasının konuk diye getirdiği bir gencin güzelliğini konuya komşuya anlatmaktan çekinmeyen kadın, bu hareketiyle o hakareti katmerleştirmiş ve her türlü cezaya liyakat kazanmış oluyordu. Yaz ve kış uykusuz kalarak, çeşit çeşit sıkıntılara katlanarak kalın sopasının korkunç gürleyişi sayesinde rahata, emniyete ve sükûnete kavuşturduğu şu mıntıkada bir kadın fuhşa meyledemezdi ve herhangi bir erkek onun himaye ettiği evlere girerek gönül çalamazdı.

Seher, işte bu suçu işlemiş, Gülhaneli Hüseyin işte bu günahı irtikâp eylemişti. Vazifesinin geniş hudutlarını kavradığı kadar, o hudutlara bağlı haklarını da gurur ile idrak etmekten geri kalmayan bir bekçi için, bu durumu müsamaha ile geçiştirmek mümkün değildi. Mutlaka ve mutlaka bir şeyler yapmak, memnu aşklara temayül gösteren bu günahkârları vakit geçirmeden cezalandırmak lazımdı.

Eğer define meselesi olmasa mahalle bekçisi, sopasını koltuklayıp Kara Süleyman Ağa’yı bulacaktı ve kulağına çarpan çirkin hakikatleri ona anlatarak Seher’le sevgilisi hakkında baskın tertibi yahut kadının mufassal bir dayak atılarak evden kovulması, erkeğin de bir tuzağa düşürülüp memnu aşklara tövbe edecek vaziyete getirilmesi gibi işler yaptıracaktı.

Fakat ayrıca bir suç teşkil eden define işinde Kara Süleyman o iki aşk günahkârıyla ortaktı. Bekçinin düşüncesine göre, bulunan defineyi hemen hükûmete haber vermek gerekti. Kara Süleyman’la suç ortakları ise bu gereği yerine getirmek şöyle dursun, kendisine bile haber ve… hisse vermemişlerdi. Şu hâlde Kara Süleyman’ı da cezalandırmak bir hak ve bir haysiyet meselesi oluyordu.

Bekçi işte bu mülahazalarla kararını verdi, kalın yumruklarını Seher’in evine doğru uzattı.

“Sana…” dedi. “Gününü gösteririm! Canlı define, cansız define nidüğün belletirim. Kocana da bu iş us pahası olsun. Bir dahi evine delikanlı getirmeye tövbe etsin.”

Kararı kati idi. Azmi yaman görünüyordu. Bununla beraber ayakları köstekli gibiydi, sendeleyerek yürüyordu. Çünkü Seher’in sesinden aldığı tat, bal şerbeti içmiş gibi, içine ezinti veriyordu. Kadın, herhangi bir ilham ile o sırada pencereden görünse ve o şerbetten kulaklarına bir nebze daha dökse tasarladığı işten belki vazgeçecekti.

Bu ilham vaki olmadı. Seher’in sesi onun ardına düşmedi ve mukadderat -bir bekçinin iradesine takılarak- yürüdü. O basit adam, çok mühim hadiselerin temelini kurmak vazifesini omuzladığından tamamıyla bihaber, İstanbul yolunu tutmuştu. Ara sıra Seher’in sesini yüreğinin derinliklerinde canlandırarak cezbeleniyor ve bu cezbe sırasında vicdanının muvazenesizliğini şu sözlerle kayıkçıya hissettiriyordu:

“Kelle götürmüyoruz hemşehri. Yavaş çek!”

“Geri dön” diyemediği için “yavaş çek” diyordu. Seher’in sesi billur bir zincir gibi onun benliğini geri çekiyordu. Lakin o sese sarılı bir genç çehre de aynı benliği ileriye itiyordu.

Bu tereddütler, bu iç kargaşalıkları İstanbul’a varıncaya kadar devam etti. Fakat karaya adım atar atmaz bekçinin durumu değişti, gözleri parladı, yüzü sertleşti, adımları kuvvetlendi ve herif, tasarladığı plana göre, hareket ederek Gülhane’ye gidip Hüseyin’i buldu.

“Oğul!” dedi. “Ardıma düş. Seni defterdar efendi ister!”

Mahalle bekçisi gibi değil, bir saray uşağı veya Babıali hizmetkârı gibi davranıyordu. Çünkü katlandığı zahmetin ücretini bolca almak için buna lüzum görüyordu. Hüseyin, dünya işlerine karşı cahil olduğundan ve define meselesinin heyecanından da henüz kurtulamadığından önüne dikilen meçhul kimsenin amir vaziyetine kapıldı, masum bir uysallıkla boyun kırdı.

“Peki ağa.” dedi. “Gidelim.”

O devirde maliye vekillerine defterdar deniliyordu ve devlet erkânından bulunan defterdarlar, Topkapı Sarayı’nın Ayasofya yanındaki kapısından girilince sağa tesadüf eden büyük bir binada iş görürlerdi.

Hazine denilen vezne de o kapının üstündeydi.19 Bekçi, önemli bir suç sahibi olarak -kendi dileği ve kararı ile- yakaladığı Hüseyin’i işte o daireye götürdü, Defterdar Tahir Efendi’nin huzuruna çıkardı.

“Efendim!” dedi. “Eski Baştebdil Kara Süleyman’ın evinden bir define çıktı. Ev sahibiyle şu delikanlı arasında paylaşıldı. Ben işi bugün duydum, hemen İstanbul’a geçip genç suçluyu yakaladım. Ferman senindir.”

Parasızlıktan ne yapacağını şaşırmış bir vaziyette bulunan defterdar efendi bu haberi duyar duymaz şahlandı, “Berhudar ol oğlum!” diye bekçiyi dille okşadıktan sonra Gülhaneli Hüseyin’i sorguya çekti, vakıayı başından sonuna kadar söyletti.

Delikanlı, özü ve sözü doğru bir insan gibi davranmıştı, tehdide veya işkenceye mahal bırakmadan her şeyi apaçık söylemişti. Hükûmetin bu işe niçin karıştığını takdir edemiyordu. Seher’e bağışladığı servetin tehlikede bulunduğunu kavrayamıyordu. Yalnız yaradılışının ibramına uyarak samimi konuşuyordu. Tahir Efendi bu mertçe harekete meftun olduğundan Hüseyin’in koynundan çıkararak teslim ettiği üç bin kuruşu almadı.

“Bu…” dedi. “Senin hakkındır. Güle güle harcet. Biz kendi hakkımızı Kara Süleyman’dan alırız.”

Ve başbakı kulunu20 çağırtarak emir verdi:

“Tiz, Üsküdar’a geç. Şu bekçinin sana göstereceği adamı bul. Hık mık demesine meydan verme. Topraktan çıkardığı defineyi elinden al, buraya getir!”

İki saat sonra Kara Süleyman çalyaka edilerek Üsküdar mahkemesine getirilmişti. Başbakı kulunun önünde uzun uzun isticvap ediliyordu. O, felaketin nereden geldiğini kavrayamadığı ve Gülhaneli Hüseyin’in ele geçip her şeyi açığa koyduğunu da bilmediği için tegafül21 yolunu tutmuştu, hakikati boyuna inkâr ediyordu. Fakat bekçi ortaya getirilerek duyduğu muhavere22 hikâye ettirilince ve hele Hüseyin’le yüzleştirilince sarsıldı, derin ve ızdıraplı bir hayret içinde yutkunmaya koyuldu. O iki şahit kendisini pek müşkül bir duruma düşürmüşlerdi. Bununla beraber para hırsından aldığı kuvvetle gene inadında ısrar etti.

“Bunlar…” dedi. “Yalan söylüyorlar. Ben ne define buldum ne hazine! İsterseniz evimi arayın. Kendi paramdan gayri bir nesne bulursanız ananızın sütü gibi helal olsun.”

Başbakı kulu kötü kötü güldü:

“Evini arayacağız, gerekli görürsek temelini bile kazacağız. Lakin sana düşen doğruyu söylemektir, bizi yormamaktır. Gel, insaf et, beytülmalin hakkını gene beytülmale ver. Mümkün ki, defterdar efendi merhamet buyurur, sana defineden bir hisse verir. Eğer inadından dönmezsen büsbütün sıfrül’yed (eli boş) kalırsın.”

Kara Süleyman, koca bir defineyi kuru bir yaygara ile elden çıkarmaya yanaşmadığından başbakı kulu dört beş muhzırla23 kendi muavinlerinden birini eve yolladı, Gülhaneli Hüseyin’in delaletiyle bakır kavanozun çıktığı yeri keşfettirdi ve Kara Süleyman’ı yeni baştan sıkıştırdı. Şimdi vaziyet büsbütün ciddileşmişti, araya işkence girmesi ihtimali de yüz göstermişti. Bu sebeple adamcağız bahtına boyun eğdi, içi yana yana ve gözleri sulana sulana hakikati söyledi:

“Evet, bir define bulduk. Lakin bulduğumuz mal benim için helaldir. Çünkü bahçemden çıkmıştır. Tanrı armağanıdır. Defterdar efendinin ona el koymaya hakkı yoktur. Eğer definemi gasp ederseniz şevketlu hünkâra arzuhâl sunup adalet isterim; başınıza felaket getiririm.”

Bu sorgular, bu çekişmeler ve Kara Süleyman’ın evinde yapılan incelemeler sırasında Gülhaneli Hüseyin’in idraki derece derece aydınlandığından o da azap ve ızdırap duyuyordu. Çünkü kim olduklarını ve nasıl bir hakla şunun bunun malına el uzattıklarını kestiremediği maliyecilerin Kara Süleyman’dan bir define gasp etmekle kalmayıp Seher’in süsünü, neşesini, belki gözündeki tebessümleri çalmak üzere bulunduklarını anlıyordu.

Definenin çıktığı yeri tespit için eve gittikleri sırada Seher’in sesini duymuş ve evden ayrılırken mutfak kapısı aralığından onun kendisini uzun bir bakışla kucakladığını görüp bahtiyar olmuştu. Şimdi o sese bulaşacak elemi düşünerek üzülüyor, başbakı kuluna karşı isyan etmek istiyordu.

Fakat azabı içinde, ızdırabı içinde kaldı. Ağzını açıp tek bir kelime söyleyemedi. Hatta “define” diye anılan servet, Kara Süleyman’ın evinden -gene mahut kavanoza doldurularak- mahkemeye, oradan da İstanbul’a taşınırken aklını kaybetmek derecelerine gelmiş olan eski baştebdil zavallısını teselli bile edemedi, başını göğsüne eğerek ve artık gamlı bir simaya bürülü imiş gibi tahayyül etmeye başladığı Seher’i mahcup bir vicdanla seyre dalarak Üsküdar’dan uzaklaştı. Damarlarında dolaşan kanın her katresini bir yakut tanesi yaparak, genç ömrünün her saniyesini bir elmas parçasına çevirerek Seher’e sunmak ve onun kaybettiği servetle şetareti bu suretle geri getirmek istiyordu. Lakin dileğinin neticesiz bir hayal olduğunu düşününce iliğine kadar melale kapılıyordu, avare avare sokakları aşıyordu.24

8Tarassut: Gözleme, gözetleme. (e.n.)
9Tekevvün etmek: Meydana gelmek, olmak. (e.n.)
10Zulümat: Karanlıklar. (e.n.)
11İbram: Zorlama. (e.n.)
12Evliya Çelebi bu tekkelerin her biri hakkında malumat verir. (c. 1., s. 478) (y.n.)
13İhsas: Üstü kapalı anlatma, sezdirme, ima. (e.n.)
14Tuğyan: Coşma, taşma. (e.n.)
15Mansıp: Makam, yüksek dereceli memuriyet. (e.n.)
16Rabia, yedinci asırda keramet sahibi olarak şöhret alan ve bu şöhretini bütün İslam kadınları arasında asırlarca muhafaza eden Basralı bir bayandır. Tacürrical unvanını almıştı. İyi bir şair olarak da meşhurdu. (y.n.)
17Düzoğlu Kirkor, İkinci Mahmut devrinde darphane kuyumcusu idi. Müesseseyi kendi hesabına işler bir ticarethane hâline koyduğu anlaşılınca kardeşi Serkis’le beraber -kafaları kesilmek suretiyle- idam olundu. İki küçük kardeşi de Yeniköy’deki yalılarının pencerelerine asıldı. Bunların ev, yalı, dükkân, hamam vesaire olarak belki bin parçaya yakın mülkleri vardı. Tasmaları inci, zümrüt ve yakut ile süslü hamam nalını kullanırlardı. (y.n.)
18Ateh: Bunama, bunaklık. (e.n.)
19Defterdarlık Dairesi -Maliye Nezareti adını aldıktan sonra- 1866 yılında yandı. Kapının üzerinde bulunan ve vezne olarak kullanılan köşk daha önce yıktırılmıştı. Meşhur Nafiz Paşa’nın maliye nazırlığı sırasında bu hazine dairesinin, içindeki paraların ağırlığına dayanamayarak yıkılacağı hakkında Babıali’ye tezkere yazıldığı tarihlerde görülüyor. Fakat bu paralar beşlik ve metelikti!.. (y.n.)
20Başbakı kulu: Maliye başmüfettişi. (e.n.)
21Tegafül: Anlamazlıktan gelme. (e.n.)
22Muhavere: İki kişi arasında karşılıklı olarak yapılan konuşma. (e.n.)
23Muhzır: İlgililerin mahkemede bulunmalarını sağlayan görevli.
24Cevdet Paşa bu define vakasını kendine has olan üslupla şu biçimde anlatıyor: “Eski Sadrazam Abdullah Paşa’nın baştebdili Kara Süleyman Medine-i Üsküdar’da Valide-i Atik Camii Şerifi civarında kain hanesinin bahçesini garsi eşçar garazile bir bağcıya belletirken bir kavanoz dolusu altın zuhur ettikte sahibi hane kavanozu ihraçta istical ve bağcı dahi hakkı sükût talebinde olarak biraz niza ve cidalden sonra üç bin kuruşa muadil altına ikna ederek bakisini alıp ve derunü haneye getirip, zevcesiyle birlikte ket-mü ihfa etmişler. Kadınlar ise ekseriya sır saklamadıklarından Kara Süleyman’ın zevcesi dahi bu sırrı ketmedemeyerek ferdası komşusu bir kadına pencereden hitap ile ‘Canım hanım, sakın kimseye söyleme. Bizim bahçeyi kazdırırken define bulduk.’ diye yüksek sesle kaziyyeyi hikâye ederken mahalle bekçisi işittikte ol bağcıyı bulup, birlikte defterdar efendiye götürmekle başbaki kulu ağa Üsküdar mahkemesine varıp Kara Süleyman’ı ihzar ve iptida tenhaca ve badehu bekçi ve bağcı müvacehelerinde istintak eyledikte, inkâr eylemiş ise de hanesine varılıp, kavanoz mahalli muayene olundukta, inkâra mecali kalmadığından, kavanoz defterdar efendi huzuruna götürülerek zeri mahbup ve yaldız ve Macar cinslerinden zuhur eden altınlarla birkaç kıt’a murassa hulyi nisa tadat olundukta, yüz elli bin kuruşa (kuruş bugüne göre lira demektir) muadil gelerek darphaneye gönderildi. Bağcıya ve bekçiye münasip miktar atiyye verildi.” (Cevdet tarihi, c. 12, s. 140)
Купите 3 книги одновременно и выберите четвёртую в подарок!

Чтобы воспользоваться акцией, добавьте нужные книги в корзину. Сделать это можно на странице каждой книги, либо в общем списке:

  1. Нажмите на многоточие
    рядом с книгой
  2. Выберите пункт
    «Добавить в корзину»