Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-

Текст
0
Отзывы
Читать фрагмент
Читайте только на ЛитРес!
Отметить прочитанной
Как читать книгу после покупки
  • Чтение только в Литрес «Читай!»
Шрифт:Меньше АаБольше Аа

Kara Süleyman, dağbaşında soyulmuş bir adam şaşkınlığı geçiriyordu. Gerçi çakşırı üstünde, saltası sırtında, külahı başındaydı. Fakat çıplak, tamamıyla çıplak kalmış gibi titretici bir hayretle Üsküdar mahkemesi önünde sendeleyip duruyordu. İstanbul’a götürülen hazinede ömrünün insafsızca yüzülmüş derisine sarılı saadetini metfun görüyor ve kendisini derisiz bir et kütlesine benzeterek acip illüzyonlara kapılıyordu.

Neden sonra aklını biraz başına devşirebildi, olup biten işleri nispi bir soğukkanlılıkla muhakemeye girişti ve kendini bedbaht eden şu umulmaz hadiseye karısının sebep olduğunu kabul etmek zorunda kaldı. Ne bekçi ne Hüseyin bu işte mesul olamazlardı. Aile saadetinin temeli demek olan bir sırrı -gafil bir boşboğazlıkla- komşusuna söyleyen Seher’den başka yakasına yapışabilecek ortada bir suçlu yoktu.

Fakat o da bir başka hazineydi. Defterdar kapısına götürülen definenin on mislini feda etmek suretiyle bile Seher ayarında bir güzellik hazinesi elde etmek -hele altmışından sonra- mümkün değildi. Kızgınlığa, ümitsizliğe kapılarak onu da elden çıkarırsa ömrünün son günleri, şüphe yok, büsbütün yetim ve yoksul kalacaktı. O hâlde şimdilik “kazaya rıza” demek, Seher’i incitmemek ve münasip kapılara başvura vura mahut defineden bir hisse koparmaya çalışmak gerekti.

Kara Süleyman, ruhunun en duygulu noktasından aldığı yaraya bu mülahazayı merhem yaptı. Sersem ve muzdarip evine geldi. Uçup giden definenin matemiyle bir anda tulu ve bir anda gurup eden Hüseyin’in hicranını birbirine karıştırarak ağlamakta bulunan karısının karşısına dikildi.

“Düşün…” dedi. “Dosdoğru çıktı, işte define de uçtu. Sen henüz uçmuyorsan, ben de yerimde duruyorsam kanatsız kalışımızdandır. Koca bir hazine kaybettik. Tüyü yolunmuş tavuklara döndük. Bu felaketin biricik sebebi, senin boşboğazlığındır. Kadın ağzında bakla ıslanmaz, diyenlerin hakkı varmış. Bir define verip o sözün gerçekliğini öğrendik. Fakat iki el bir baş içindir, sözü de doğrudur. Er olan hakkını korumalıdır. Ben de her taşa başvuracağım, definemizi kurtarmaya çalışacağım. Sen dul Emine’yi çağır. Kendine can yoldaşı yap, ben İstanbul’dan dönünceye kadar onunla bile otur.”

Duman olup uçan servetini bir Hızır bularak onun delaletiyle yakalamak ihtiyacı önünde, altın kıymetli karısının gümüş vücudundan birkaç gece uzak kalmaya rıza gösteriyordu. Seher de yatağını harharalı bir soğuktan iki üç gece olsun kurtararak yerine Hüseyin adlı bir bahar sabahının hayalini geniş geniş yaratmak iştiyakıyla bu kararı -saklamaya lüzum görmediği yahut muktedir olamadığı bir tehalük içinde- teşvik ediyordu.

Bununla beraber karı kocanın ayrılışı kolay olmadı. Kara Süleyman, garip bir pressentiment (hissikablelvuku) ile şu ayrılıştan uğursuzluk sezinsiyordu, “Gidip gelmemek, gelip görmemek var!” demek ister gibi davranıp boyuna manasız kelimeler geveliyordu. Seher, hep o bahar sabahını kuruntuladığından kocasının ayak sürümesine için için kızıyordu. Veda sahnesi nihayet sona erdi. Kara Süleyman, harap olmuş ümitlerimin iniltisini karısının dudaklarında uzun uzun besteledi. Seher de Hüseyin’in hasretini bu soğuk busede boşuna arayarak gene uzun uzun inledi ve iki eş ayrıldı.

Seher, evinden bir kâbus uzaklaşmış gibi, tatlı bir inşirah duyuyordu. Hüseyin’i tanımazdan önce kendisine hiçbir hususi mana ifade etmeyen şu yalnızlıkta şimdi renk buluyor, ses buluyor ve neşe buluyordu. Ev, o ıssız ev, tavanından temeline kadar sanki nurla, nağme ile doluydu. Nereye baksa Hüseyin’in ışığını görüyor, Hüseyin’in sesini duyuyordu. Elinden çıkıp giden altınların, elmasların elemi de bu ziya ve sada tufanı içinde silinip uçmuştu. Yüreğindeki elmas hayal, ruhundaki yakut alev, dimağındaki incili hülya, o kaybolan serveti bol bol telafi ediyordu.

Fakat konuşmak, içindeki ateşi kelimeleştirip açığa dökmek ihtiyacından kendini bir türlü kurtaramıyordu. Bunun için bir muhatap, samimi bir kulak aradı. Emekli yosmaya, mahut komşuya kızgındı. Kocasının, can yoldaşı diye tavsiye ettiği dul Emine’yi de böyle bir mahremiyete layık görmüyordu. Uzun bir mülahazadan sonra kendi aşkını, kendi ihtiraslarını, kendi hülyalarını gene kendine anlatmayı muvafık buldu, aynanın karşısına geçti, deli deli söylenmeye koyuldu:

“Dinle Seher!” diyordu. “Sana sevdalanmanın ne olduğunu anlatıyım: Sevda, çıplak bir yüreğe lahuri şal örtmek demektir. Sevda, durmuş kanı dalgalandırmak demektir. Sevda, yerde sürünürken kanatlanıvermek demektir. Sevda, kısırların, ansızın doğurması demektir. Sevda, yoksulluktan zenginliğe geçmek demektir.”

Bu sözlerin, içindeki şevki, şetareti, sevinci ifade edemediğini anlayarak bağırıyordu:

“Sevda, Gülhaneli Hüseyin demektir! Onu biliyorsun, tanıyorsun, değil mi?.. O hâlde ne bön bön bakınıyorsun. Gülsene, oynasana, sıçrasana alık!”

Gerçekten oynuyordu da. Gözlerini sık sık aynaya çevirerek belinin bükülüşünü, kalçalarının titreyişini, gözlerinin süzülüşünü kontrol ediyor ve kulaklarında Hüseyin’in sesini canlandırarak cezbeden vecde, çeşitten çeşide geçe geçe ruhunun ateşini topuklarında yarattığı rüzgârla yelpazeliyordu.

Bir aralık kendi güzelliğini Hüseyin’ine seyrettirmek hevesine kapıldı, onu aynanın ortasına yerleştirerek saçlarını dağıttı, göğsünü çözdü, kollarını çıplaklaştırdı:

“Nasıl?..” dedi. “Beğeniyor musun? Sana layık mıyım? Yoksa etim fazla mı, yağım çok mu?.. Şu ‘ben’ hoşuna gitmiyor mu? Şu çene çukuru fena mı?”

Lakin çılgın muhayyilesinden aynaya aksettirdiği hayale dudaklarını uzattığı vakit aklı başına geldi, gamlı gamlı güldü.

“Çocukluk!” dedi. “Ayakta rüya görüyorum. Hüseyin bu hâlimi görse belinler, bana deli der.”

Bu uyanıklık ona tatsız geliyordu. Kendini avutmak için iş arıyordu. Odada kasnak vardı, gergef vardı, öreke vardı. Fakat bunlarla oyalanmak istemiyordu. Mutfağa inmekten âdeta iğreniyordu. Nihayet saatlerini tatlı tatlı eritecek meşgaleyi buldu, Hüseyin’in yattığı yatağı çıkardı, yere serdi ve ayna önündeki dardağan kılıkla içine uzandı, birçok şeyler düşüne düşüne uykuya daldı.

Gözünü açtığı zaman, koca bir gecenin geçtiğini, yeni bir günün başladığını gördü. Karnı aç, yüreği toktu. Hülya ve rüya, o deli gönlü doyurmuş gibiydi. Fakat biraz sonra mide ile kalbin vaziyeti birleşti ve âşık kadın muhtasar bir kahvaltı ile midesini hoşnut ederken eski hülyalarına dönerek yüreğine de mufassal bir ziyafet çekmek yolunu buluyordu.

Lakin içinde delice bir dilek vardı: Kendini gelin, yeni bir gelin yerine koyduğundan ve bu vehmî sıfatla alevli heyecanlar geçirdiğinden hamama gitmek istiyordu. O, yaşlı ve bacakları sızılı kocasından benliğine bulaştığını kuruntuladığı kirlerden kurtulmak için sık sık hamama giderdi. Şimdi boyuna devam edecek olan hayalî zifaf sahnelerinde Hüseyin’ine karşı temiz bulunmak kaygısıyla aynı ihtiyacı duyuyordu.

Hamam, o devirlerde bir eğlence âlemiydi. Yarı mahpus hayatı geçiren eski kadınlar, ancak hamamlarda hür bir hava teneffüs ederler ve göbek taşlarında, kurna başlarında diledikleri gibi soyunup dökünerek eğlenirlerdi.

Bu eğlenceler, daima “dört başı mamur” denilecek bir biçimde yapılırdı. Çünkü hamamlarda her şey, kahveden saza ve raksa kadar her şey, bulunurdu. Yemeklerini -tabak tabak ve hatta lenger lenger- birlikte getiren zevk öksüzü kadınlar göbek taşlarını ilkin lokanta salonuna çevirirler ve sonsuz bir iştiha ile yalancı dolma, börek, baklava yiyip karınlarını alabildiğine şişirirlerdi.

Nemli birer ibrişim çilesi hâline gelerek tatlı bir dardağanlıkla kıvrılıp bükülmesi, renk renk saçların boy boy bedenler üzerinde ve ince dokunmuş ipek örtülerin iltizami müsamahalarla yavaş yavaş küçülüp mendilleşmesi ter içinde, duman içinde kurulan bu çıplak sofraya biraz cinnet çeşnisi katar gibiydi.

Kadınlar bu müphem delilik havasına kahkahadan örülme pencerelerden ciğerlerini açarlar ve birbirlerinin benlerini sayarak, saçlarını ölçerek, yağlarını tartarak boyuna lokma atıştırırlardı.

Yemekten sonra sıra içmeye gelirdi. O vakit ana kadın denilen hamam sahibinin mahir işaretiyle harekete geçen natırlar,25 yüksek topuklu nalınlarına besteli bir ahenk çize çize göbek taşı etrafında hizmet raksına girişirler, büyük tepsilere dizili fincanlarla, bardaklarla çıplak müşterilere kahve, şerbet ve ayran verirlerdi.

Hamamlarda zümre farkı hem vardı hem yoktu. Bu fark, kadınların kulaklarında, bileklerinde, topuklarında pırıldayan küpelerden, gerdanlıklardan, bileziklerden, halkalardan sezilebilirdi. Lakin her kadın, yeni doğmuş bir mahluk durumunda olduğu için bütün kurnadaşlarıyla eşit gibi görünürdü. Birinin öbürüne tahakküm etmesi veya etmek istemesi çok seyrek görünür hadiselerden olup böyle bir densizlik vukusunda bütün hamam halkı, o mütecaviz kadını kahkaha sağanağına tutardı.

Bununla beraber hamamlarda servet teşhir etmek âdet hâlindeydi. Zengin kadınlar, en kıymetli taşlarını göbek taşında pırıldatırlar ve en iyi elbiselerini hamamda giyinmek için yaptırırlardı. Lakin kadın gözü elmastan ziyade ete kıymet verdiğinden güzel vücutlar parlak süslerden çok daha ziyade haset uyandırırdı.

Natırlar ve hamamlarda daima hazır bulunan hanendeler, bu hakikati kavramış olduklarından, daha doğrusu kadın olmak dolayısıyla aynı hakikate meclup26 bulunduklarından terennüm ve raks arasında seslerinin tebessümünü, kıvrılıp bükülüşlerindeki heyecanı tercihen güzel gözlere, mütenasip vücutlara dökerlerdi.

 

Hamamlarda küçük mikyasta orta oyunu da oynanırdı. Bu oyunları erkeklerinkinden ayırt ettiren nokta, kadının erkek rolü almasıdır. Malum olduğu üzere, umumi orta oyunlarında erkekler, zenne adı altında kadın rolü yaparlar. Hamamlarda bunun tersi yapılarak kadınlar erkek kılığına girerlerdi. Fakat sade bir peştamala bürünerek erkek rolü yapan kadınların teşahhus ettirilmesi için, bir hayli gülünç külfete katlanmak lazım gelirdi ve bıyık takmak, erkeğimsi kâkül sarkıtmak gibi tamamıyla müşahhas olan bu külfetler -oyunun mevzusundan belki yüz kat fazla- neşe uyandırırdı.

Seher, işte böyle bir âlemin kucağına atılmak istiyordu. Hamamda göreceği bütün kadınlarla kendisini mukayese edecek, onlardan birinde herhangi bir surette üstünlük bulursa noksanını telafi için çareler bulmayı düşünecekti. Fakat bir mülahaza neşesini bozuyordu: Hamam dönüşü kocasıyla birleşmek!.. Kara Süleyman, birkaç gün eve gelmemek ihtimalini ileri sürmüşse de bu ihtimal suya düşebilirdi. O zaman Hüseyin’in şerefine yapılan itinalı temizlik heder olup gidecekti.

Seher, bu acıklı akıbetten korunmak, benliğini hayalindeki sevda tosununa tertemiz sunmak için bir yol aradı ve yalandan hastalanmayı tasarladı. Evet. Hamam dönüşünde kocasını eve gelmiş bulursa hasta olduğunu söyleyecekti, Hüseyin’in hayalini kocasının sızılı bacaklarına çiğnetmeyecekti.

Seher, bu kararı aldıktan sonra bohçasını hazırladı, en şık elbisesini giydi, altın halhallarını gümüş topuklarına taktı, büyük hamama gitti.27

Yolda, Hüseyin’le sanki yan yana yürüyormuş yahut topuklarını onun gölgesi okşuyormuş gibi heyecanlanıyordu. Hamamda da gene onun eliyle peçesi alınıyor, yeleği çıkarılıyormuş gibi, mahzuz istiğraklar geçirdi ve sevgilisinin mermer kucağına atıldığını kuruntulayarak göbek taşına yığılıp uzandı.

Yiyenleri, içenleri, gülüşüp şakalaşanları, birbirlerine tas tas soğuk su dökenleri ve birbirlerinin örtülerini kapıp kaçanları dalgın dalgın seyrederken hamamın buğuları arasında Hüseyin’in uçtuğunu tevehhüm ediyordu ve garip bir kıskançlıkla bütün kadınları koyu dumandan bir örtüye sararak görünmez hâle koymak istiyordu.

Fakat güzelliğine güveni yerindeydi. Ne şişman ne zayıf, ne esmer ne beyaz, hiçbir kadın vücudu o güveni sarsamıyordu. Orada, o göbek taşında, kendini insanlar arasına karışmış bir peri sanarak gurura kapılıyordu.

Hakkı da vardı. O an için gerçekten bir peri güzelliği taşıyordu. Sayıları yüzü aşan ve bütün kadınlık cazibeleri açıkta bulunan şu renk renk ve çeşit çeşit mahluklardan hiçbiri -bilhassa manalı, edalı, hareketli olmak bakımından- onunla boy ölçüşemezdi. Çünkü âşıktı ve çirkinleri güzelleştiren aşk, bu mümtaz kadın simasına, bu müstesna kadın endamına bambaşka bir cazibe veriyordu.

Bu üstünlüğünü, bu herkesten güzel olmak bahtiyarlığını Hüseyin’e -kendi dileğine göre- seyrettirip tattıramadığından ötürü de mahzundu. Derece derece artan sevimli bir dalgınlık içinde hüznüne şifa arıyordu.

Bir aralık hatırına natırlardan birine başvurmak geldi. O devirlerde bohçacı adı verilen ayak satıcısı kadınlardan çoğu aşk müvezziliği yaptığı gibi, natırlardan bir kısmı da itiraf olunamayan aşkları ustalıkla açığa vurdurarak sevdalı kadınlara vuslat yolu gösterirlerdi. Seher, işte bunlardan birine dert yanmak ve onun kılavuzluğuyla Hüseyin’i bulmak istiyordu.

Fakat hangi natıra ve nasıl bir ağızla yanaşacağını kestirmeden bir kargaşalık yüz gösterdi. Kapılar, kubbeler seslerini aksettirerek birbiri ardınca açılıp kapanmaya, soğuk ve sıcak hava cereyanlarının boğuşmasından göbek taşına bir serinlik yağmaya başladı. Sofra safası yapanların ağızlarındaki lokmalar dondu, şarkı okuyanların sesleri kesildi. Suların şırıltılarına kendi tınnetlerini karıştıran taslar kurnalara gömüldü, her tarafta korkulu bir hayret belirdi ve hamama yaslı bir sima çöktü.

Ana kadın telaşla içeri girip çıkıyor, natırlar şuraya buraya koşuşuyor ve kulaktan kulağa bir şeyler fısıldanıyordu. İlkin mahrem bir dedikodu gibi cereyan eden bu kulak sohbeti kısa bir müddet içinde velvele biçimini aldı ve nihayet her dudakta aynı kelimeler inledi:

“Hamamı basmışlar!..”

Seher de yanı başındaki kadının kısa bir izahı üzerine dişlerine bu feryadı takmış ve bağıra bağıra yerinden fırlamıştı. Zaten oturan, su dökünen, taranan, lif süren, keselenen kimse kalmamıştı. Herkes ayaktaydı ve herkes haykırıyordu.

Bununla beraber vakıanın mahiyetini anlayan yoktu. Yalnız baskından bahsolunuyordu, yalnız telaş gösteriliyordu, yalnız gözyaşı dökülüyordu. Muslukların susup da gözlerin sıcak sıcak yaş dökmesi -hele bir hamam içinde- çok garip bir hâletti. Tarakların bir yana atılıp saçlarda parmakların oynaması ve o saçların düzelecek yerde tel tel yolunması ise bu garabete yaman bir acıklılık getiriyordu.

“Karılar hamamı” tabiri ancak şimdi hakiki mefhumuna kavuşmuş gibiydi. Çünkü yüzden fazla kadın şuursuz bir kaynaşma içinde manasız iniltilerle kubbeleri inletiyorlar, nemli duvarları titretiyorlardı. Kimsenin kimseye bir şey sorduğu, kimsenin kimseyi dinlediği yoktu. Şu kadın “Kocam!” diye haykırıyorsa beriki “Babam!” diye inliyordu. Beriki “Kardeşim!” diye ağlıyordu. Bir başkası oğlunu çağırıyordu. Seher de bu hengâmeye, farkında olmadan “Hüseyin’im!” feryadıyla karışmış bulunuyordu.

Onlar yangının yalnız haberini almış olmalarına rağmen alev içinde kaldıklarını sanarak çırpınmaya koyulmuş bir alay avarelerdi. Hamamı kimin bastığını, baskından maksadın ne olduğunu bilmedikleri hâlde kalçalarına kızgın nal basılmış gibi ağlaşıyorlardı. Daha doğrusu kulaklarına fısıldanan “baskın” kelimesi şuurlarını ihtilale vermişti. Çünkü hamamda basılmak, dağbaşında eşkıya eline düşmekten de ağır bir felaketti. Zavallılar bu felaketin akıbetlerini bir lahzada düşündükten sonra inleyip sızlamaya koyulmuşlar ve işin içyüzünü unutmuşlardı.

İçlerinden en zekisi yahut baskında en zarar göreceğini anlayanı -neden sonra- bu durumu kavradı, göbek taşının ortasına gelerek çıplak bir talakatle hemcinslerini hakikati görmeye davet etti:

“Yahu!” dedi. “Ayağımız kurudayken boğulduğumuzu sanıyoruz, bağırıp duruyoruz. Ne olmuş, ne oluyor, içimizde bilen yok. Biraz temkinli olalım, işi anlayalım. Eğer canımız, ırzımız gerçekten tehlikedeyse baş başa verip kurtuluş yolu arayalım. Böyle kör körüne ağlamaktan ne çıkar?”

Çıplak hatip, kadınların şuurundan ziyade merakını tahrik ettiğinden ağlamalar kesilmiş ve yerine çeşit çeşit suallerin doğurduğu yeni bir velvele gelmişti. Şimdi herkes soruyordu:

“Hamamı kim bastı?”

“Niçin basıldık?”

“Basanlar kaç kişi?”

“Nerede bu haydutlar?”

“Kolluklara haber uçurulmamış mı?”

Baskının duyuluşundan beri hayli zaman geçtiği hâlde, içeriye hayırlı ve hayırsız bir kimsenin girmemesi de yürekleri kuvvetlendirdiğinden kadınlar soğukkanlılıklarını ele alarak natırları sorguya çekmişlerdi, kendilerine sunulan ızdırabın hesabını araştırıyorlardı.

Nihayet ana kadın ortaya çıktı:

“Hanımlar!” dedi. “Dört yeniçeri geldi. Hamamı tutan Hafız’ı külhandan alıp köşe başına götürdü. Bunların meramı hamamcıyı sızdırmaktı. Külhancıların dediklerine bakılırsa bin kuruş istiyorlarmış. Bu para verilmezse hamama girip birkaç kadını omuzlayacaklarmış. Hamamcının da kulağını burnunu keseceklermiş. İşte baskın dediğimiz budur. Biz belki acele edip sırrı faş eyledik, sizi vakitsiz telaşlandırdık. Lakin yeniçerilerin bir halt etmeleri de beklenmez değil. Hafız Efendi henüz yakasını kurtaramadı, külhandaki yerine dönmedi. Onun için yüreğim hâlâ hoplamaktadır. Siz de dua edin, Allah’a yalvarın, içinizde helal süt emmişler elbet vardır. Allah, onlara acır da belki bizi şu sıkıntıdan kurtarır.”

Gözler yeni baştan nemleniyor, göğüsler bir daha kabarıp inmeye başlıyor, telaş ve yaygara tazeleniyordu. Çünkü dört yeniçerinin -istedikleri parayı alamadıkları takdirde- hamamı basacaklarını söylemiş olmaları, vaziyetin çok ciddi olduğunu herkese öğretmişti.

Yeniçeri?.. Bugün sade bir kelime olan bu sekiz harf, o devirde kışlalara, sokaklara, şehirlere, ülkelere, kıtalara değil, muhayyilelere bile sığmayan korkunç bir mefhum taşıyordu. Tarih, hikâyemizin cereyan ettiği yıllarda yeniçeriliği belki istihfaf ediyordu, küçük ve aciz bir teşekkül sayarak kendi sahifelerinde ona şerefli bir satır dahi tahsis etmiyordu. Lakin yeniçeriler, tıpkı mecrasından ayrılıp günde bir yatak değiştiren tabiat dışı bir nehir gibi devirici, yıkıcı bir coşkunluk içinde cinayetlerle, fezahatlerle, şenaatlerle dolu bambaşka bir tarih işliyorlardı.

Onlar vaktiyle şarkın ve garbın tarihini değiştiren kuvvetli bir inkılap unsuru idi. Hint Denizi’nden Azak Denizi’ne kılıçlarının parıltısı içinde selam getirip götürürlerdi. Kafkaslar’ın, Karpatlar’ın serinliğini gene kılıçlarının ucuyla hattıistiva28 halkına tattırırlardı. İran sahralarından Fas çöllerine zafer menkıbeleri taşırlardı.

Üç yüz yıl Avrupa, Asya, Afrika onların gür sesini duydu. Düzinelerle taht onların palalarına kurban oldu ve beşeriyet tarihi, o üç asır içinde yalnız yeniçeri destanlarını kaydetmekle oyalandı.

Sonra disiplin bozuldu, ahlak bozuldu. Yeniçeri palası, keçeden başka bir şeyi kesmez ve yeniçeri kurşunu testiden gayri bir nesneye işlemez oldu. Kafanın kola, nizamın anarşiye, ilmin cehle hâkimiyeti başlayınca yeniçeriler için tutulacak tek bir yol vardı: Zamana uymak!.. Fakat onlar ocak tarihinin şerefiyle tagaddi etmeyi tercih ettiler, zamana tahakküm edeceklerini sandılar, kör bir gafletle nuru kovup zulmete saldırdılar ve asırlarca yendikleri milletler tarafından yenilir oldular.

Evvelce her zafer bu büyük kütlenin gururunu artırdığı gibi, şimdi de her yeniliş, gafletini çoğaltıyordu. Niçin yenildiklerini düşünmeyerek sadece yenmek zevkini arıyorlardı. Fakat bu zevk artık sınır boylarında, yabancı ülkelerde ele geçmiyordu. Onun için, gözler içeriye, öz yurdun bağrına çevrildi ve yeniçeri palası -daha ziyade-İstanbul sokaklarında işlemeye başladı.

Saray da aynı tereddi29 içindeydi. Padişahlar, artık Viyana önlerinde, Tebriz bağlıklarında avlanamıyorlardı, kendilerinden evvel bu nimete erenlerin neşesini bulmak için öz yurdun böğründe hırslarını tatmine çalışıyorlardı.

Ocakla saray bu durumda dost olamazdı. Çünkü ikisi de aynı musluğa uzanan kör iştahlı ve rakip dudaklar gibiydi. Önlerindeki suyu birbirlerine kaptırmadan içmek istiyorlardı.

Bu vaziyetten bir saray-ocak savaşı çıktı. Fakat her kapışmada galebeyi ocak kazandı. Pala, padişah kellesi bile uçuruyordu. Hatta ölüme mahkûm ettiği tacidarlara -Genç Osman vakasında olduğu gibi- hamam oğlanı muamelesi yapmaktan da çekinmiyordu.

Saray, bu suretle teessüs eden ocak tahakkümünden öç almak için zahirî bir korku altında planlı bir tahrip politikası gütmeye koyuldu. Ocağı -bakımsız ve başıboş bırakarak- içinden yıkmaya girişti. Artık askerî bir teşekkül olmaktan çıkmış, hovardalar ve soyguncular karargâhı olmuştu.

Kuvvet, adil ve insaflı oldukça asil görünür. O sıfatlardan uzaklaştığı gün hem iğrenç hem korkunçtur. Çünkü zalim olmuştur. Yeniçeri ocağı da işte bu mahiyetteydi ve vatanı korumak, vatandaşların malını, ırzını, hayatını emniyet altında bulundurmak vazifesiyle mükellefken, bu vazifelerin tamamıyla tersini yapıyordu.

Halk bu hakikati her gün başına tazelenen kanlı ve çirkin hadiselerle çok iyi kavradığından yeniçerilikten nefret ediyordu. Ocağı sevenler, ancak halkı soymak için ocağa girenlerdi. Irz ehli takımı o nizamsız, fakat menfaatte ortaklığın doğurduğu zaruretle pek mütesanit kütlenin adını iğrenerek anardı ve yeniçeri yüzü görmektense ölümle karşılaşmayı tercih ederdi.

 

Hamamdaki kadınlar da bu umumi telakkiye kanaatlerini uyduran bir halk parçasıydı. Dört yeniçerinin hamamcıdan para istemelerini hiç de aykırı görmüyorlardı ve güpegündüz soygunculuğa çıkan bu adamların bir lahzada küstahlıklarını artırarak kendilerine de taarruz edebileceklerini hesaplıyorlardı. Fakat baskın haberi üzerinden hayli zaman geçmesine rağmen, hamamda yeniçeri narasının duyulmaması ve yeniçeri palasının görülmemesi, bu çıplak kümeye biraz geniş nefes aldırmıştı. Şimdi hepsi, kirlerini gene üstlerinde taşıyarak oradan uzaklaşmak ihtiyacını duyuyordu. Yeniçerilerle hamamcı pazarlık ederlerken onlar bohçalarını koltuklayıp ıslak ıslak evlerine kaçmak istiyorlardı.

Bu ihtiyaç kendilerini dışarıya sürüklemişti, sessiz bir telaş içinde harıl harıl giyinmeye çalışıyorlardı. Başına bir tas su dökmemiş, saç örgülerini açmamış, hatta peştamalını ıslatmamış olan Seher de aynı telaşla bohçasının başında bulunuyordu. Natırlar, kaybolmuş kazançlarının matemini yüzlerinde somurtuyorlardı. Ana kadın, hamamın adını kötüye çıkaracak olan bu hadisenin sonunu hesaplayarak sinir buhranı geçiriyordu.

İşte bu sırada hamamın dışında bir gürültü koptu, yüzlerce ağızdan çıktığı sezilen bir velvele yüz gösterdi ve kadınların heyecanı tazelendi. Sokakta yaman savaş yapılıyor gibiydi. Yakası yırtılmadık küfürler, manası anlaşılmayan sayhalar birbiri üstünde yükselerek hamamın içine bir harp ahengi sızdırıyordu.

Yarı giyinmiş, yarı giyinmemiş bir durumda bulunan kadınlar, o dakikaya kadar sade bir haber derecesini geçmeyen baskının hayat ve hareket aldığını görerek ayılıp bayılıyorlardı, feryadı ayyuka çıkarıyorlardı. İçlerinde çocuk düşürenler bile vardı. Lakin herkes nefsini düşündüğü ve nefsi için ağladığı cihetle felakete uğrayanların yardımına koşan yoktu. Kimi ölü kimi diri doğan yavrular ezelî bir öksüzlüğün sıkleti altında sürünüp gidiyordu.

Garip olan nokta, dışarıdaki gürültünün müsellah ve mütearrız bir hareket hâlinde hamam eşiğini aşmamasıydı. Cereyan ettiği, gözle görülür derecede hissolunan savaş ancak küfür, nara, sayha hâlinde kalıyordu. Hamam, sihirli bir kale gibi taarruzdan uzak duruyordu.

Kadınlar, bu garabetin farkında değillerdi. Yalnız kaçış ve kurtuluş yollarının kesildiğini anlayarak dövünüyorlardı, saçlarını yola yola bağırıyorlardı.

Nihayet dışarıdaki korkunç gürültü kesildi ve onunla muvazi olarak kadınların da vaveylasına sükûn geldi. Şimdi muzdarip kulakların hassasiyeti merak bulutlarıyla dolu gözlere geçmişti, herkes hamam kapısına şuurunu dikerek akıbetlerini tayin edecek olan haberi bekliyordu.

Haber gecikmedi ve halas müjdesi şeklinde kadınların yüreğine döküldü. Feveranlı bir heyecan ve savaştan muzaffer çıkmanın verdiği haklı bir gururla “kaçgöç” ananesini -şuursuz olarak- çiğneyip kadınların ortasına kadar giren hamamcı Hafız, terli yüzünü koca bir mendile öptüre öptüre hadiseyi anlatıyordu:

“Dört it paçama sarıldı, beni ısırmak istedi. Meramları para!.. Yalvardım olmadı, yakardım olmadı. Heriflerin gözü dönmüş. Yumuşak davransam hamama da girecekler, içinizden dişlerine uygun görünenleri omuzlayacaklar. Bu da benim ırzımı yele veren bir iş olacak. Onun için ayak diredim, sert davrandım. Onlar da seslerini perde perde yükselttiler, palaya davranacak oldular, bu durumda kan başıma sıçradı. ‘Can kurtaran yok mu, nedir bu rezillerden çektiğimiz?’ diye bir haykırdım. Konuyu komşuyu, bakkalı, çakkalı ayağa kaldırdım. Bir odun, bir sopa, bir bıçak, bir balta yakalayan Üsküdarlı sesime koşuverdi, heriflerin etrafını sarıverdi. Onlar, bu yığıntıyı mühimsemiyorlardı. Kuru bir gözdağı sanıyorlardı. Fakat küfürler başlayınca işin şaka olmadığını anladılar, can kaydına düştüler, yalın pala halkın üstüne saldırdılar. Artık kıyasıya vuruşuyorduk. Herifler ne olsa yeniçeri!.. Atılmayı da korunmayı da biliyorlardı. Bizimkileri hırpalıyorlardı. Bereket versin ki kalabalıktık, bire karşı yüz kişi idik. Bu sayede dayandık, haydutlardan ikisini geberttik. İkisini kaçırttık. Kaçanlar Atpazarı yanındaki bostana girmişlerdi. Halkın ayranlığı kabardığından aman vermediler, onları da saklandıkları yerde sardılar, tabancalarıyla ateş etmelerine aldırış etmeyip üzerlerine çullandılar, birini öldürüp öbürünü bitkin bir durumda yakaladılar. Şimdi herif kumlukta baygın yatıyor. Ben size müjde vermeye geldim. Hepimize geçmiş olsun. Haydi, rahat rahat giyinin, evinize gidin, yolunuz açık olsun!..”30

Kadınlar korkunç vakıanın hakikatini öğrendikten sonra hemen sokağa atılmışlardı, dedikodu faslını evlerinde yapmak üzere yelyeperek koşuyorlardı. Seher, tehlikenin giderilmiş olmasına kapılarak ve yıkanmadan evine dönmeyi kendince doğru bulmayarak sürüden geri kaldı, yeni baştan soyunup içeri girdi, uzun uzun sabun süründü, liflendi, keselendi, geç vakit hamamdan ayrıldı.

Bu geri kalışta natırlardan biriyle dertleşmek arzusu bilhassa amil olmuştu. Lakin onlar henüz heyecandan kurtulmadıkları gibi bayılan, çocuk düşüren müşterilerle uğraştıklarından meramına eremedi, sadece temizlenip sokağa çıktı.

Baskın heyecanından tamamıyla sıyrılmıştı. Benliğini gene aşk heyecanına vermişti. Gözü kapalı imiş gibi yürüyordu ve bu kapalı gözlerle hep Hüseyin’i görüyordu. Dökündüğü bol sıcak suyun, uzun uzun süründüğü kese ile lifin gençliğine kalın bir kir tabakası şeklinde sarıldığını kuruntuladığı evlilik alakasını silip çıkardığını sanarak derin bir haz duyuyordu.

Evet. Kocasına ilişkin her hatıranın pıhtı pıhtı kir gibi üzerinden düşerek hamamda kaldığını tevehhüm ediyor ve seviniyordu. İçinde bakir bir ruh tekevvün ettiğini seziyor ve göğsünde yepyeni bir yürek doğduğuna inanarak “Hüseyin, Hüseyin!” diye çırpınan o taze kalbin neşesine kulağını ayna yapıyordu.

Ne önünü ne yanını görüyordu. Sokakta değil de yüksek bir boşluk içinde yürüyor gibi adım atıyordu. Evinde sevgilisinin hayalini bütün incelikleriyle tecessüt ettireceğine, o hayale hayat ve lisan vereceğine inandığından bu şevk ile sık sık sendeliyordu.

Bir aralık şuurunda bir uyanıklık belirdi, gözlerini yüreğinden ayırıp etrafa çevirdi, günün bitmek ve güneşin batmak üzere bulunduğunu gördü. Geç ve çok geç kalmıştı. O devirde ve hele küçük mikyasta sokak muharebesi görmüş bir günde genç bir kadının tek başına dolaşması tehlikeli bir hareketti.

Seher de bu durumunu sezdi, bir ayak önce evine kavuşmak için adımlarını sıklaştırdı. Her yer ıssızdı, evler bile âdeta boş görünüyordu. Bu sessizlikte ve bu ıssızlıkta sabahki çarpışmaların, şüphe yok ki tesiri vardı. Çünkü halk, öldürülmüş yeniçeriler yüzünden yeni yeni baskınlar ve tecavüzler vukuya gelmesinden endişelenerek evlerine kapanmış bulunuyordu.

Seher şimdi korkuyordu, koltuğundaki bohçayı düşürecek derecede telaş içinde evine doğru koşuyordu. O ev gözüne cennet kadar güzel ve gene cennet kadar uzak geliyordu. Yirmi otuz adım daha yürüyünce sol köşeyi kıvrılacak ve bitmez görünen mesafelerin ızdırabından kurtulup rahata kavuşacaktı. Fakat o yirmi adımı atamadı, o köşeye varamadı, o cenneti göremedi, üç korkunç adamla karşılaştı. Bunlar, yeniçeri kılıklı kimselerdi, tepeden tırnağa kadar silahlı olup durumlarından yaman kişiler oldukları anlaşılıyordu.

Seher, cennet yolunu kesen cehennem zebanileri gibi birdenbire önüne çıkan bu üç adamı görünce iliğine kadar titredi, dizlerinin bağı çözülüyormuşçasına bir sarsıntı geçirdi ve şuursuz bir telaşa kapılıp geriye döndü. Onların yanından geçmemek, nefeslerini duymamak, silahlarına gözlerini kaptırmamak için -düşünmeden- böyle hareket etmişti. Onda düşmanını ve düşmanının pençesinde sırıtan ölümü görmemek kaygısıyla başını kumlara sokan bir devekuşu alıklığı vardı. Tehlikeden kaçtığını sanarak tehlikeye sırtını çeviriyordu.

Yeniçeriler, yüzü görünmemekle beraber, güzelliğine mevzun endamını tahammül olunmaz bir belagatle şahit gösteren avare yolcuyu ilk bakışta beğenmişler ve bir lahzada kararlarını vermişlerdi. Onun yüz geri etmesi üzerine içlerinden biri kötü kötü güldü:

“Bre tornacı!” dedi. “Atıl. Şu kekliği yakala!”

Kendine hitap olunan adam, gerçekten bir torna süzülüşüyle fırladı, koşar görünüp de ancak sendeleyen Seher’in koluna yapıştı ve onu serçe yakalayan hoyrat bir kartal çevikliğiyle sırtlayıp hızlı hızlı kıyıya doğru yürümeye koyuldu. Kadın, ensesinde aslan nefesi duyan bir ceylan gibi, kısa bir titremeden sonra bayılıvermişti, yükseldiği omuzlar üzerinde uyuyordu. İki yeniçeri de -elleri palalarının kabzasına dayalı olarak- çatık kaşlı bir sükût içinde onları takip ediyordu.

***

Hüseyin, define davasının Kara Süleyman aleyhinde neticelendiğini görerek yola düştükten sonra garip bir iç bocalayışına tutulmuştu. Yüreği evinden fırlayıp geriye, Seher’in eşiğine doğru yuvarlanmak istiyor, ayakları da bedenini iskele tarafına sürüklüyordu. Ömrünün ilk aşkıyla idrakinin ilk sersemliği mücadele hâlindeydi. Aşk ona çılgınlıklar telkin ediyordu. Muvazenesini kaybetmeye başlayan idraki ise uçuruma gitmekten kendini alıkoymaya savaşıyordu.

Delikanlı, bu iç bocalayışı arasında sarsıla sarsıla kıyıya vardı, kollarını göğsüne kavuşturarak gamlı gamlı, denizi seyre daldı. Büyük su, çerçevesiz bir firuze ayna gibi gözünün önünde mavi bir imtidatla uzanıyor ve yer yer ona Seher’in berrak tebessümünü temaşa ettiriyordu. Onda, sabun köpüğünden yarattıkları balonu yakalamak için çırpınıp duran ve o balona parmakları değer değmez emellerinin kaybolduğunu görerek elemli bir hayrete kapılan çocukların masum saffeti vardı. Denizde teressüm ettiğini gördüğü kızıl tebessümleri tutmak iştiyakına kapılıyor, fakat onların bir ayna üzerinde gülümseyen gölgelerden başka bir şey olmadığını anlayınca hüzne kapılıp içini çekiyordu.

25Natır: Kadınlar hamamında hizmet eden ve müşterileri yıkayan kadın. (e.n.)
26Meclup: Tutkun. (e.n.)
27Halhal, eskiden topuklara takılan bileziklerin adıdır. Şair Nedim, halhal kullanan sevgilinin ayak sesini şöyle tavsif eder: Pür etti kûçeyi sıyti feşafeşi dâman İrişti zirvei nahide çin çini halhal!
28Hattıistiva: Ekvator. (e.n.)
29Tereddi: Yozlaşma. (e.n.)
30Cevdet tarihinde bu hadise şu suretle hikâye olunuyor: “Dört nefer şekavetpişe Üsküdar’da büyük hamamın müsteciri Hafız’a gelip bin kuruş metalibesinde tehdit ve ihafe ettiklerinde Hafız Ağa “Ümmeti Muhammed yok mu?” deyu nida etmekle bu sesi duyan ahali sopa, balta ve kazmalarla seğirdip eşkıyayı merkumeden ikisini katlettiler. Diğer ikisi Atpazarı semtine firar ve orada bir bostana girip tüfek ve tabanca ile müdafaaya iptidar ettiklerinde birini ahali orada tüfek ile urup idam ve diğerini hayyen ahz ile Üsküdar kulluğuna teslim ettikten sonra maktullerin ayaklarına ip takıp tahkir ve teşhir ederek İskele Meydanı’na nakl ile saire ibret gösterdiler.” (y.n.)
Купите 3 книги одновременно и выберите четвёртую в подарок!

Чтобы воспользоваться акцией, добавьте нужные книги в корзину. Сделать это можно на странице каждой книги, либо в общем списке:

  1. Нажмите на многоточие
    рядом с книгой
  2. Выберите пункт
    «Добавить в корзину»