Abdülhamit ve afrodit

Текст
0
Отзывы
Читать фрагмент
Читайте только на ЛитРес!
Отметить прочитанной
Как читать книгу после покупки
  • Чтение только в Литрес «Читай!»
Abdülhamit ve afrodit
Шрифт:Меньше АаБольше Аа

Birinci Kısım

“Melahat, kızım! Hâlâ hazırlanmadın mı?”

“Aman baba… Ne kadar acele ediyorsun! Ne yapacağımı şaşırıyorum.”

“Yavrum, ben acele etmiyorum, fakat saraydan gelen haremağası arabada sabırsızlanıyor.”

“İşte, geliyorum. Beş dakika daha sabretsin.”


Bu konuşma, mabeyin kâtiplerinden Cevdet Bey ile kızı Melahat Hanım arasında geçiyordu.

Melahat’i bir gün evvelki cuma selamlığında Sultan Hamit görüp beğenmiş ve Cevdet Bey’i yanına çağırarak, “Ne sevimli kızın var!” diye iltifat etmişti.

Cevdet Bey, Padişah’ın en sadık kölelerinden biriydi. Hünkâr’ın gözüne girebilmek için hiçbir fedakârlığı yapmaktan çekinmezdi.

O sabah yatağından henüz kalkmıştı. Beşiktaş’taki evinin kapısı önünde bir saray arabasının durduğunu görünce hizmetçilerden önce kapıya koşmuştu.

Arabadan, Padişah’ın yardımcılarından Cafer Ağa inmiş, Cevdet Bey’le selamlaştıktan sonra ona Abdülhamit’in iradesini şu şekilde bildirmişti:

“Beyim! Efendimiz dün selamlık töreninde çok hoşuna giden kızınız hanımefendiyi biraz görmek istiyorlar. Kendilerini alıp götürmeye geldim.”

Cevdet Bey, Padişah’ın bu iltifatından fevkalade memnun olarak derhal yukarıya fırlamış ve uykudaki kızını yatağından kaldırmıştı.



Melahat, Cevdet Bey’in öz kızı olmamakla beraber ona karşı büyük bir saygı duyuyordu.

Padişahın huzuruna çıkmak… Bu, istibdat devrinde bir saadet, gelecek ve servet meselesi demekti. Genç kız, Hünkâr’ı görmek arzusuyla derhal süslenmeye başlamıştı.

Cevdet Bey tekrar seslendi.

“Melahat, hazır mısın?”

Genç kız, kendisine pek yakışan ince peçesini düzeltip odasından çıktı.

“Hazırım baba.”

Cevdet Bey, öz kızı gibi büyüttüğü ve sevdiği Melahat’i odasının önünde bekliyordu. İkisi birlikte aşağıya indiler ve sokak kapısında, hiddetinden gözleri dışarı fırlamış Cafer Ağa ile karşılaştılar.

Haremağası geç kaldığından şikâyet ederek, “Çok korkuyorum,” dedi. “Efendimiz çabuk gelmemizi irade buyurmuştu.”

Melahat arabaya biniyordu.

Cevdet Bey birden kızının yanına sokuldu ve kulağına şu kelimeleri söyledi:

“Yavrum, sakın boş bulunup da Efendimize eski ismini söyleme! Yoksa mahvolduğun gündür.”

Araba, Beşiktaş Caddesi’nden hızla ilerlemeye başladı.

ABDÜLHAMİT İLE BAŞ BAŞA!

Melahat ufak bir koltuğa oturmuştu.

Padişah’sa karyolanın kenarında ayakta duruyordu. Burası, Sultan Hamit’in Yıldız Sarayı’ndaki yatak odasıydı.

Melahat, Padişah’ın sorularına şaşırmadan cevap veriyordu.

“Kaç yaşındasın yavrum?”

“On sekizime yeni bastım, Efendimiz!”

“Seni şimdiye kadar babanın yanında hiç görmemiştim.”

“Yatılı mektepteydim de.”

“Hangi mektepte?”

“Fransız mektebi.”

“O halde güzel Fransızca bilmelisin!”

“Oldukça bilirim, Efendimiz.”

“Mektebi bitirdin mi?”

“Evet Efendimiz, yeni bitirdim de babamın yanına geldim.”

“O koltukta rahatsız oldun zannederim.”

“Hayır Efendimiz, çok rahatım!”

“Hele, hele… Şöyle yamacıma gel bakayım!”

Sultan Hamit bu esnada karyolanın ayakucunda duran bir sedire oturmuştu. Melahat, Padişah’ın arzusu üzerine ufak koltuktan kalkarak onun yanına gitti.

“Otur bakayım, otur! Korkma!”

“Sizi rahatsız ederim diye korkuyorum, Efendimiz!

“Beni mi? İnsan hiç meleklerle yan yana ve baş başa oturur da rahatsız olur mu? Hele şu çarşafını çıkar bakayım. Görüyorsun ki hava çok sıcak. Seni böyle kapalı gördükçe, senden çok ben terliyorum. Haydi bakayım, sıkılma!”

Melahat, ilk defa huzurunda bulunduğu Padişah’tan utanmıştı. Ayağa kalktı, çarşafının pelerinini çıkardı ve başını çözerek masumane bir tavırla önüne baktı.

Padişah bıyık altından güldü.

“Sen hiç de Fransız mektebinde okumuş bir kıza benzemiyorsun. Ecnebi mekteplerinde okuyan kızlar biraz serbest olurlar. Otur bakayım yanıma.”

Melahat tekrar Padişah’ın yanına oturdu.

Abdülhamit genç kızları çok severdi. Kadınlarda en sevdiği ve aradığı şeylerden biri de uzun saçtı. Saraydaki Çerkez kızlarından birçoğunu da saçları uzun olduğu için beğenirdi. Bu yüzden, Melahat’in saçlarını kendi eliyle çözdü ve büyük bir ipek demeti halinde genç kızın belinden aşağıya dökülen bu uzun, kumral saçları okşamaya başladı.

“Sen ne kadar sevimli bir kızmışsın, Melahat! Baban şimdiye kadar nasıl oldu da seni bana tanıtmadı?”

Abdülhamit, genç kızı yanağından öptü ve sağ kolunu onun boynuna dolayarak, “Mademki mektepten yeni çıkmış, eğitimini yeni bitirmişsin, dışarıdaki gürültülü hayattan bir müddet uzaklaşarak dinlenmeyi şüphesiz arzu edersin! Seni artık buradan bırakmam,” dedi.

BİRKAÇ GÜN SONRA…

Melahat, saraydan eve dönmedi.

Cevdet Bey bu neticeden çok memnundu. Kendisi de Padişah tarafından gerek maddi, gerek manevi ödüllendirilmişti. Ayrıca her gün sarayda kızı ile buluşup konuşabiliyordu.

Melahat, saraya girdiğinin dördüncü gününde babasına hayatından çok memnun olduğunu söylemiş, sonra da şu sözleri ilave etmişti:

“Baba, burası çok esrarengiz bir yer! Padişah’ın gözdelerinden birkaç tanesi var, benim için düşündükleri melanetleri kendi kafamın içinde imiş gibi hissediyorum! Hünkâr’ın beni çok sevdiğini gören bu kıskanç gözdelerin bir gün bana bir fenalık yapmalarından korkuyorum.”

“Sana kimse bir şey yapamaz yavrum! Saray hayatının ne demek olduğunu yavaş yavaş anladıkça sen de dedikodulara alışır ve kulak vermez olursun. Sen yalnız Efendimizin ilgisini kaybedip de gözden düşmemeye çalış.”

“Bugün Efendimiz bana, Seninle bu akşam yemeğini gül bahçesindeki kameriyenin altında yiyeceğiz. Güneş batarken seni orada bulayım, dedi.”

“Çok güzel, yavrum! Böyle bir iltifata mazhar olmak senin için ne büyük bir saadettir! Hiç korkma, arkanda ben varım. Seni her zaman takip eder ve her türlü fenalıklardan korumaya çalışırım.”

“Bana şu gül bahçesindeki kameriyeyi gösterir misiniz?”

“Hakkın var, orasını sen kendi kendine katiyen bulamazsın. Benimle gel, büyük havuzun sol tarafındaki çamların arasından geçip gül bahçesine gidelim. Bizi kimse görmesin. Akşamüstü oraya giderken de şimdi göstereceğim yolu takip edersin, kimse şüphelenmez.”

Melahat, Cevdet Bey’in elini sıkarak, “Babacığım,” dedi, “Hünkâr’la benim kameriye altında yemek yediğimizi görürlerse ne olur?”

“Hiç, ne olacak! Seni kıskanır ve sinirlendirmek için bir sürü lüzumsuz dedikodu çıkarırlar.”

“Bu dedikodular Hünkâr ’ın kulağına da gitmez mi?”

“O böyle şeylere metelik vermez; bilakis hoşuna gider.”

“Bu da hoşa gidecek bir şey mi, baba?”

“Yavrum, senin saray entrikalarına aklın ermez! Efendimiz sarayda hiç kimsenin sıkı fıkı görüşmesinden, yekdiğeriyle samimi olmasından memnun olmaz. Bu sebeple maiyetinde hizmetçi kadın erkek herkesin diğerlerine karşı hıncı ve düşmanlığı vardır. Herkes birbirinin izini takip etmekle görevli gibidir. Bu ruh hali, saraydaki iç düzeni ve asayişi sağlayan tek kuraldır! Bu yüzden, yavrum, sen de burada bulunduğun müddetçe böyle hareket edeceksin! Sana samimi görünenlerin fikir ve sevgilerine asla inanmayacaksın! Düşüncelerini hiç kimseye söylememeye çalışacaksın. Hatta Hünkâr ’a bile şunun bunun hakkında, ne lehte ne aleyhte lüzumsuz sözler söylememeye dikkat edeceksin! Çünkü Efendimizin en fazla sevdikleri, en çok şüphe ettiği kimselerdir!”

Melahat bu sözleri merakla dinliyordu.

Bu esnada, bulundukları odanın kapısı önünde ayak sesine benzeyen bir çıtırtı oldu. Cevdet Bey şüphelenerek hemen kapıyı açtı, uzun ve tenha koridorda ayağının ucuyla kuş gibi sekerek yürüyen bir kadın gördü ve tanıdı.

“Nazikter… Efendimizin en çok sevdiği kızlardan biri.”

Melahat masanın önüne oturdu. Benzi sapsarı olmuştu.

“Baba,” dedi, “işte ben en ziyade bu kızdan korkuyorum!”

GÜL BAHÇESİNDE PADİŞAH’LA YEMEK

Melahat, guruptan az evvel, babasının gösterdiği gizli yoldan, kimselere görünmeden gül bahçesindeki kameriyeye gitmişti.

Genç kızın kalbi hızla çarpıyordu. O, sarayda bulunduğu şu birkaç gün içinde Abdülhamit’in ne kadar baskıcı ve vesveseli bir hükümdar olduğunu anlamıştı.

Gül bahçesindeki kameriyenin altında otururken kendisinin çok talihli bir kız olduğunu düşünerek seviniyordu.

Öyle ya, Yıldız Sarayı’nda yüzlerce saraylı kadın vardı. Ayrıca güzelliğiyle bilinen gözdeler de Hünkâr’ın etrafında pervane gibi dolaşıp kendilerini beğendirmeye ve efendilerinin ilgisini kazanmak için saray içinde yekdiğeri aleyhinde bin türlü fırıldaklar çevirmeye çalışıyorlardı.

Bu nihayetsiz dedikodular ve entrikalar içinde Padişah’ın yalnız Melahat ile meşgul olması, elbette genç kızın gururunu okşayacak bir hadiseydi.

Melahat, güller arasında tatlı hülyalar ve düşüncelerle gurubu seyrederken, birdenbire ensesinde bir erkek elinin dolaştığını hissederek korktu.

Başını arkaya çevirdiği zaman Padişah’ı gördü ve yerinden fırlayarak ona olan sevgisini belli etmek istedi.

Abdülhamit, genç kızın oturduğu yerden kalkmasına engel oldu.

“Hiç kımıldama, yavrum!” dedi. “Seninle beraber, güneşin denizde nasıl yıkandığını görelim.”

Melahat, Padişah’ın mizaç ve tabiatını yeni öğreniyordu. Fazla bir şey söyleyemedi. Abdülhamit, gün doğumundan ziyade gurubu izlemekten hoşlanır ve ekseriya güneş batmadan evvel bu kameriyenin altına gelerek yarım saat kadar otururdu.

Başını Melahat’in omzuna dayadı.

“Bak,” dedi, “güneş denize dalarken çevresinde ne kadar cazip ve şairane manzaralar oluşuyor. Söyle bakayım, sen de benim gibi gurubu sever misin?”

“Evet, cariyeniz de gurubu çok sever.”

 

“Şimdi daha ziyade gözüme girdin, Melahat! Ben sevdiğim kadının zevk ve hislerinin kendi zevk ve hislerime uygun olmasını çok arzu ederim. Kaç gündür hep seni gözlemliyorum. Daima benim hoşlandığım şeylerden zevk alıyorsun; hatta benim sevdiğim yemekleri senin de çok sevdiğini görüyorum. Bundan dolayı çok memnunum. Eğer gurubu sevmeyip de gün doğumundan hoşlanmış olsaydın derhal gözümden düşecektin! Ben hiçbir zaman yeni doğan, yeni vücut bulan şeylerden hoşlanmam. İsterim ki her şey benim gözümün önünde gurup etsin! Gözlerimin önünde sönen ve eriyen şeyleri izlemek biraz hazin de olsa, doğan ve yükselen maddeleri izlemek kadar tehlikeli değildir.”

Abdülhamit bu esnada, Melahat’in yanına oturmuştu. Hemen elinin altındaki sarı kayısı güllerinden bir tane kopardı ve genç kızın göğsüne taktı.

“Bu gül, pembe göğsün üstünde ne güzel ve ne muhteşem bir manzara arz ediyor. Şu sevimli çiçek, senin zarif ve pembe göğsünde bir saat kalabilmek için bütün hayatının sönmesinden şikâyet etmeyecektir. İnsan bile bazen bir saatlik saadet için bütün ömrünü feda edebilir, öyle değil mi?”

Melahat gözlerinin içiyle güldü, bir cevap vermedi. Genç kız, Padişah’ın bu sözlerinden fevkalade duygulanmıştı.

Abdülhamit bu işvebaz kızın tavırlarından çok hoşlanıyordu.

Ortalık biraz daha karardı. İnsanın beynini afyon içmişçesine uyuşturan keskin gül kokuları içinde mest olan Melahat, Padişah’ın kucağına yattı.

Muhteris Hükümdar, başı göğsünün üstüne düşen bu dilberi kuvvetli kollarıyla sıktı ve pembe vücudunu vahşi dişleriyle gül yaprakları koparır gibi öpmeye ve didiklemeye başladı.

“Kız, sen ne güzelsin! Kız, sen ne sevimli bir meleksin!”

Ve sonra, titreyen kollarının kuvveti kesildi. Çarpan dişlerini gıcırdatarak birdenbire semaya doğru haykırdı:

“Allahım! Sen bu melekleri, erkek kullarını çıldırtmak için mi yarattın?”

Bir ayak sesi sessizliği yok etti. Gül fidanlarının arasından siyah bir baş göründü.

“Yemek hazırdır Efendimiz, ferman buyurulursa buraya getireyim.”

“Cafer… Sen misin?”

“Kölenizim, Sultanım!”

Abdülhamit, sevgilisine sordu:

“Burada yemek yemek çok hoş olacak, değil mi?”

“Cariyeniz, arzuyu şahanelerine tabidir.”

Padişah yorgun bir sesle Haremağası’na cevap verdi:

“Kimse görmeden yemek tablasını buraya getir. Eski şarabı da unutma!”

FEHİM PAŞA, MELAHAT’İ GÖRÜNCE

Ertesi sabah, Melahat babasının Yıldız’daki yazı odasında otururken kapı açıldı ve içeriye kısa boylu, tıknaz, esmer bir adam girdi.

Cevdet Bey derhal yerinden kalkıp, “Vay, Paşam! Siz buralara gelir misiniz?” diyerek onu karşıladı ve yer gösterdi.

Bu adam Abdülhamit’in en sadık hafiyelerinden Fehim Paşa’ydı.

Abdülhamit o günlerde Fehim Paşa’ya mühim bir iş vermişti. Beyoğlu’nda birkaç Türk gencinin bazı mahallere Padişah aleyhinde beyannameler yapıştırması üzerine, meselenin gayet gizli bir surette takip edilmesi ve araştırılması görevi Fehim Paşa’ya havale edilmişti.

Beyanname meselesinden Cevdet Bey’in de haberi vardı. Padişah bu husustaki endişesinden ona da bahsetmişti.

Cevdet Bey, Fehim Paşa’ya sordu:

“Hayırlı bir netice elde edebildiniz mi?”

“Mümkün değil.”

“Efendimiz bu işi çok merak ediyorlar.”

“Size fazla açıklama yaptı mı?”

“Her şeyden haberim var. Hatta bu sabah da sarayın kapılarından birinde aynı beyannamelerden bulmuşlar.”

Fehim Paşa gözlerini açarak haykırdı:

“Vay alçaklar! Buraya kadar el uzatmaya cesaret ha!”

“Evet Paşam… Biz de hayretler içinde kaldık.”

“Mesele, Zat-ı Şahane’ye bildirildi mi?”

“Hayır.”

“Ne duruyorsunuz?”

“İzzet Paşa’yı bekliyoruz.”

“Niçin? Vakit geçirmek caiz değil.”

“Efendim, İzzet Paşa’nın hanesine de aynı beyannamelerden yapıştırmışlar. Telgrafla az evvel haber verdi ve biz de kendisine buradaki olayı söyledik. Kendisi gelinceye kadar Hünkâr ’a hiçbir şey bildirilmemesini emir buyurdular. Zaten meseleyi Zat-ı Şahane’ye arz etmeye kimsenin cesareti yok ki.”

“Siz çok tabansızsınız doğrusu. Benim dairemde böyle bir hadise olsa derhal arz ederdim.”

“Sizin dairenizde de oldu ve derhal Padişah’a arz ettiniz. Fakat hâlâ olumlu bir sonuç elde edemediniz!”

Fehim Paşa, Cevdet Bey’in kulağına eğildi.

“Azizim,” dedi, “saray geleneğini ve özellikle Zat-ı Şahane’nin tabiatını bilmiyor gibi davranıyorsunuz! Bu gibi işleri daima uzatmak ve Efendimizin gözünde büyütmek lazım, öyle değil mi?”

Cevdet Bey uzun, siyah dişlerini göstererek sırıttı.

“Hakkınız var, Paşam! Allah zekânızı artırsın.” Fehim Paşa ciddi bir tavırla sigarasını yaktı.

“Ben Beyoğlu mutasarrıfı bulundukça, Efendimiz aleyhinde en ufak bir hareketin bile baş göstermesine ve büyümesine imkân yoktur. Ancak mevkimizi güçlendirmek için bu gibi meseleleri daima Zat-ı Şahane’nin gözünde büyütmeye ve ilgiyi artırmaya çalışmalıyız. Mamafih, size bunlardan bahsetmek küstahlıktır. Siz bu işlerin üstadısınız!”

Bu esnada içeriye bir haremağası girdi ve Fehim Paşa’ya hitaben, “Paşa hazretleri! Efendimizi teşrifinizden haberdar ettim. Sizi bekliyorlar,” dedi.

Fehim Paşa sigarasını söndürdü ve odanın köşesinde resimli mecmuaları karıştırmakla meşgul olan Melahat’e seslendi:

“Allahaısmarladık, küçük hanım!”

Melahat yerinden kımıldamadı. Sadece başını çevirdi.

“Güle güle efendim.”

Fehim Paşa ince, kıvrık bıyıklarını bükerek, “Cevdet Bey,” dedi, “ben huzura gidiyorum, dönüşte tekrar uğrarım.”

Fehim Paşa odadan çıkar çıkmaz, Melahat, Cevdet Bey’ in yanına koştu ve sordu:

“Baba? Siz de bu fikirde misiniz?”

“Bir daha bu gibi sözlerle ilgilendiğini görmek istemem. Burada konuşulan şeyleri işitmemiş gibi yapacaksın, anladın mı?”

Melahat, önemli şeyler söylemek isteyip de söylemeye cesaret edemeyen kimseler gibi dudaklarını ısırarak, bir müddet ağzını açmadan hızlı hızlı soludu. Sonra, “Peki, baba!” dedi, “merak etmeyiniz! Kimseye bir şey söylemem.”

Cevdet Bey başını önüne eğmiş, Padişah’a hitaben yeni bir jurnal yazmaya başlamıştı.

Genç kız onun yanından ayrıldı ve doğruca odasına gitti.

BİRİNCİ TUZAK: FEHİM PAŞA’NIN TALİMATI

“Aman Nazikter, şu pencereyi aç! Huzurda çok bunaldım, biraz hava alayım.”

“Ne var? Dünden beri Hünkâr ’ın şiddetinden yanına varılmıyor gene.”

“Offf! Üzerime fenalık geldi. Şimdi düşüp bayılacağım. Çabuk bana bir bardak soğuk su ver!”

Fehim Paşa, Abdülhamit’in huzurundan çıkınca doğruca Nazikter’in odasına gitmişti.

Padişah, beyanname meselesine çok önem vermiş ve Fehim Paşa’yı fazla sıkıştırmıştı.

Nazikter’in hiçbir şeyden haberi yoktu. Fehim Paşa’nın çok gizli olarak münasebette bulunduğu bu güzel Çerkez kızının, Padişah’a sadakati olduğu kadar Fehim Paşa’ya da sevgisi vardı.

Nazikter’i Adapazarı’ndan getirip saraya sokan Fehim Paşa’ydı. Fakat Nazikter üç dört sene zarfında o kadar güzelleşmiş, o derece şakrak ve cazibeli bir kız olmuştu ki, Padişah’a en yakın ve en ünlü gözdelerden biri haline gelmişti.

Nazikter, son zamanlarda elde ettiği bu yüksek mevkinin şerefini korumaya çalışmakla beraber, eski efendisi olan Fehim Paşa’yı da unutmuyor ve onun gizli ziyaretlerini hoş görüyordu.

Fehim Paşa biraz dinlenmiş ve asabiyeti geçmişti. Nazikter’i yanına oturttu ve çenesini okşayarak, “Nazikter,” dedi, “sana bir şey söyleyeceğim, fakat kızmayacaksın!”

“Peki, söyleyiniz.”

“Aynı zamanda senin yardımını da isteyeceğim. Bunu bana vaat et bakayım!”

“Olmayacak bir şeyse, nasıl vaat edeyim?”

“Hayır, çok kolay bir şey, fakat senin elinde.”

“O halde söz veriyorum, söyleyiniz!”

Fehim Paşa, Çerkez güzelinin elini sıkarak yalvarmaya başladı:

“Sen benim ilk göz ağrımsın, Nazikter! Seni katiyen unutmayacağım. Fakat sen benden ziyade Hünkâr ’ınsın. Efendimize hıyanet etmek, onun sevdiği bir kıza el uzatmak istemem. Bunun için senden bir ricam var. Muhakkak yapacaksın, değil mi?”

“Beni merakta bırakmayınız, sizin için elimden gelen şeyi ardıma koyar mıyım? Çabuk söyleyin!”

“A canım, önemli bir şey değil, vallahi senin elinde… Hani şu Cevdet Bey yok mu?”

“Evet?”

“İşte, onun kızını…”

“Melahat’i mi?”

“Evet. Bu sabah babasının odasında gördüm. Elbet sen de görmüşsündür. Aman ne şeker şey, Nazikterciğim! Aman ne kaymak şey!”

“Çok mu hoşunuza gitti?”

“Vallahi bayıldım o kıza ben.”

Nazikter, gayet şeytan ve akıllı bir kızdı. Fehim Paşa’nın, Melahat’in dört beş günden beri saraya yerleştiğinden haberi olmadığını anlamıştı.

Melahat, Yıldız’a geldiği günden beri bütün gözdeler tarafından kıskanılan bir kız olmuştu. Fakat onu en çok Nazikter kıskanıyordu. Beş günden beri Padişah tarafından bir defa bile aranmamıştı.

Sabah kahvaltısını bizzat götürdüğü halde Hünkâr onun yüzüne bile bakmamış ve o sıra huzurunda el pençe divan duran Cafer Ağa’ya, “Çabuk bana Melahat’i çağır!” diye emretmişti.

Nazikter, kahvaltı tepsisini masanın üstüne bırakıp huzurdan çıktığı zaman hiddetinden titremeye başlamış ve odasına güçlükle yetişerek baygın bir halde yatağa düşmüştü. Melahat’i bu derecede kıskanıyordu.

Fehim Paşa’nın sözlerinden istifade etmeyi düşünen Nazikter, derhal kafasının içinde bir plan çizmişti.

“Paşam, sen üzülme!” dedi, “Ben onunla birkaç gün içinde sıkı fıkı görüşür, samimi olurum.”

“Sonra?”

“Sonrası malum, a canım! Bir gün onu da sizi de aynı saatte odama davet ederim. Birbirinizle tanışırsınız!”

“Bu yeterli bir plan değil.”

“Niçin? Daha ne istiyorsunuz?”

“O kadar tanışıklığımız var.”

“Nereden?”

“Söyledim ya, sabahleyin babası tanıştırdı. Fakat o çok yezit ve fettan bir şey. Başını kaldırıp da yüzüme bile bakmadı. Fena halde sinirlendim.”

“Peki, ne yapmalı?”

“Bu soruya lüzum var mı? Onunla dostluğu ilerletir ve bir sırasını getirerek benim kendisini çok beğendiğimden bahsedersin, anladın mı?”

ABDÜLHAMİT’İN İKİNCİ BAŞKÂTİBİ
ARAP İZZET PAŞA’NIN AÇIKLAMASI

“Bu gece gene korkulu bir rüya gördüm, İzzet! Galiba fena haberler var.”

“Zat-ı Şahanelerini endişeye düşürecek derecede önemli hiçbir şey yoktur, Padişahım!”

“Fehim’in takip ettiği meseleden de henüz olumlu bir sonuç elde edilemedi. Bu işin altından bir çapanoğlu çıkmasın?”

“Efendimize doğrusunu söylemek lazım gelirse, diyeceğim ki, bu işte içeriden bir parmak var.”

“Nereden keşfettin?”

“Bu sabah da bir fakirhane kapısında aynı beyannameden bulduk.”

Padişah kaşlarını çatarak düşünmeye başladı.

“Şuraya buraya yapıştırılan bu tehdit niteliğindeki beyannameler açıkça gösteriyor ki İstanbul’da aleyhimizde çalışan kuvvetli bir teşkilat vardır.”

“Bendeniz de aynı kanaatteyim.”

“Hainleri acilen yakalayıp kafalarını ezmeliyiz, anlıyor musun?”

İzzet Paşa bir müddet yere baktı ve sustu. Padişah odanın içinde geziniyordu.

“Sana soruyorum, İzzet! Bu cüretkârların kimliği derhal meydana çıkarılmalıdır. Bu irademi Dahiliye Nazırı’na da hemen bildir. Bütün işlerini bıraksın ve bu önemli meseleyle meşgul olsun.”

“Başüstüne, Sultanım! Yüksek emirlerinizi şimdi bizzat bildiririm.”

“Lafı ayağa düşürmeyiniz. Mesele gayet gizli tutulsun. Ha, az kaldı unutuyordum… Sen demin içeriden bir parmaktan bahsettin, ne demek istiyordun?”

“Efendimiz, sarayda Zat-ı Şahanelerine ihanet etme düşüncesinde bulunan bir düşman elinin varlığından eminim.”

“Hele, hele… Söyle! Senin bir bildiğin var!”

“Sadece bir şüphe, Sultanım!” Padişah sağ elinin iki parmağını uzatarak hiddetle bağırdı:

“Şimdi gözlerini oyarım! Şu dilinin altındaki baklayı çıkar bakayım!”

İzzet Paşa, Abdülhamit’in evhamını arttıran anlamlı bir tavırla, “Dışarıdaki dedikodulara inanmak lazım gelirse, hepimizin hayatı tehlikededir. İstanbul’da Zat-ı Şahaneleri aleyhinde gizli bir komite kurulmuş. Bu mesele etrafında yapılan araştırmalara göre, bu komite günden güne üyelerini de faaliyetlerini de artırıyormuş,” dedi.

“Zaptiye ve Dahiliye Nazırlarıyla polis idaresi uyuyorlar mı?”

“Geceli gündüzlü çalışıyorlar, fakat…”

“Fakat bir halt edemiyorlar, değil mi?”

“Şu resme bakılırsa, teşkilatın çok gizli tutulduğu ortaya çıkıyor!”

Padişah elini masaya vurarak tekrar bağırdı:

“Ne yapacaklarmış, bana onu söyle!”

“Sarayda bir kadın elde etmeye çalışıyorlarmış.”

“Bu kadınla ne iş görecekler?”

“Efendimizin yatak odalarına bir bomba koyacaklarmış.”

Padişah, bomba kelimesini duyar duymaz, bir çekirge gibi yerinden fırladı.

“Sus, sus!” diyerek İzzet Paşa’yı göğsünden yakaladı. “Alçaklar! Hepiniz uyuyorsunuz! Bana bomba atmaya cüret edecek bu nankör kadının derhal kafasını koparmalıyım! Anlıyor musun? Şimdi, şimdi! Haydi, koş! Kimseye haber vermeden işe başla!”

 

Abdülhamit’in gözleri hiddetinden dışarıya fırlamış gibiydi. Asabiyetinden elleri titriyordu. İzzet Paşa, Abdülhamit’i sakinleştirmeye çalışarak, “Müsterih olunuz Sultanım!” dedi. “Bunu yapmak kolay bir iş değildir. Sizin maiyetinizde Efendimize hıyanet edecek bir fert düşünülemez.”

“Herif, demin bana sarayda böyle bir parmağın varlığından emin olduğundan bahseden sen değil miydin?”

“Bendeniz, Efendimize dışarıdaki söylentileri aktardım. Tedbirli bulunmak şüphesiz hayırlıdır.”

“Eyvah! Demek ki dışarıdaki kanaat, benim böyle bir tehlikeye maruz kaldığım merkezinde, öyle mi?”

Padişah, İzzet Paşa’nın üzerine yürüdü.

“Haydi, çekil karşımdan. Bu iş hakkında iyi bir haber getirinceye kadar gözüme görünme!”

Купите 3 книги одновременно и выберите четвёртую в подарок!

Чтобы воспользоваться акцией, добавьте нужные книги в корзину. Сделать это можно на странице каждой книги, либо в общем списке:

  1. Нажмите на многоточие
    рядом с книгой
  2. Выберите пункт
    «Добавить в корзину»