Бесплатно

Arena Bir

Текст
0
Отзывы
Отметить прочитанной
Шрифт:Меньше АаБольше Аа

"Benim adım Ben!" diye sesleniyor.

Silahımı yavaşça indirerek, birazcık rahatlıyorum ama halen gergin sayılırım çünkü yolumu kesmiş olması biraz sinirlerimi bozdu ve ben bir an önce yola çıkmak istiyorum. Ben, hem neredeyse kaza geçirmeme sebep olacağı gibi hem de çok değerli olan vaktimden yiyor.

"Az kalsın beni öldürüyordun!" diye haykırarak cevap veriyorum. "Yolun ortasında öylece durarak ne yaptığını sanıyordun?".

Kontağı çevirip, motosikletin marşına basarak, yola dönmeye hazırlanıyorum.

Fakat Ben ellerini çılgınca sallayarak, üstümde doğru yürüyor.

"Bekle!" diye haykırıyor. "Yalvarırım, gitme! Beni de yanına al! Erkek kardeşim onların yanında. Kardeşimi onlardan kurtarmam lazım. Motorun sesini duyduğumda seni onlardan biri sandım ve bu yüzden yolu kapadım. Senin de hayatta kalanlardan biri olduğunu bilmiyordum. Lütfen! İzin ver de seninle geleyim!".

Bir an için Ben'e acıyorum, fakat hayatta kalma içgüdülerim devreye girdiğinde artık çok da emin olmadığımı fark ediyorum. Bir yandan, onun yanımda olması işime yarayabilir de, malum, ne kadar kalabalık olursak o kadar güçlü oluruz; fakat diğer yandan ise onu hiç tanımıyorum ve nasıl bir kişiliğe sahip olduğuna dair hiçbir fikrim yok. Kavgamız başladığı zaman, ya bir köşeye sinip kalırsa? Hem ayrıca, kavga etmeyi bile biliyor mudur ki? Onu motosikletin sepetine almam demek, daha çok benzin harcayacağım ve hızımın düşeceği anlamına da geliyor. Bir an için tereddütte kalıp, fikri kafamda tarttıktan sonra, olumsuz cevap veriyorum.

"Üzgünüm." diyorum, güneşliği indirip, yola çıkmaya hazırlanırken. "Tek yapacağın beni yavaşlatmak olacaktır."

Motosiklete gaz vermeye başladığım an, haykırıyor. "Bana borçlusun!"

Sözleri bir anlığına kafamı karıştırıyor. Ona borçlu muyum?

Ne için?

"Buraya geldiğiniz o ilk gün," diye devam ediyor. "Kız kardeşinle beraber. Sizin için bir geyik bıraktım. Bu size bir hafta yeterdi. Ve karşılığında sizden hiçbir şey istemedim."

Sözleri beni allak bullak ediyor. O günü sanki dün gibi hatırlıyorum ve bizim için ne kadar büyük bir anlamı olduğunu da. O geyiği bize getiren kişiyle tanışacağımı hayal bile edemezdim. En başından beri burada ve bu kadar yakınımızda, tıpkı bizim gibi dağlarda saklanıyor olmalı. Hayatta kalarak. Kimseyle muhatap olmadan. Erkek kardeşiyle beraber.

Ona karşı kendimi borçlu hissediyorum. Kararımı tekrar gözden geçiriyorum. İnsanlara borçlu kalmayı sevmem. Belki de her şeye rağmen, ne kadar kalabalık olursak, o kadar güçlü oluruz. Ayrıca onun şu an nasıl hissettiğini de biliyorum: erkek kardeşi esir düşmüş durumda, tıpkı kız kardeşim gibi. Belki bu onu daha azimli kılıyordur. Belki ikimiz beraber olursak, onlara daha fazla zarar verebiliriz.

"Lütfen." diye yalvarıyor. "Kardeşimi kurtarmam lazım." "Bin." diyorum, elimle sepeti göstererek.

Bir an bile tereddüt etmeden atlıyor. "İçerde fazladan bir kask var."

Oturduğu yerde anında benim eski kaskımı el yordamıyla aramaya başlıyor. Kaybedecek bir anım daha yok. Onların hızına yetişmem gerek.

Motosiklet deminki haline göre daha ağır, fakat daha dengelenmiş gibi hissettiriyor. Yokuş dağ yolundan dümdüz inmeye başladığımda, birkaç saniye içinde tekrar 100 kilometre hıza ulaşıyorum. Bu sefer, hiçbir şey için durmayacağım.

* * *

Eğilip, bükülen kavisli köy yollarından hızla geçiyorum. Virajlardan birini döndüğüm zaman karşımda bir vadinin panoramik görüntüsü beliriyor. Buradan tüm yolları görebiliyorum, ilerdeki, köle avcılarına ait olan iki arabayı da. Bizden en az üç buçuk kilometre kadar ilerdeler. Mesafeyi bu kadar açabildiklerine göre 23 numaralı yola sapmış olmalılar. Bu da dağ yolundan çıktıkları ve geniş, düz bir yolda ilerledikleri anlamına geliyor. Bree'nin bu arabalardan birinde olduğunu düşünmek, beni kahrediyor. Ne kadar dehşete düşmüş bir halde olabileceğini hayal ediyorum. Acaba onu bağlamışlar mıdır ya

da canını yakıyorlar mıdır, diye meraklanıyorum. Zavallı kız şu an sinir krizi geçiyor olmalı. Dua ediyorum ki Sasha'nın öldürülüşünü görmemiş olsun.

İçime yeni dolan bir güçle gazı köklüyorum ve virajlara, girmemem gerektiği kadar keskin şekillerde giriyorum. Gözümün ucuyla baktığım zaman Ben'in suratında dehşet dolu bir ifadeyle, sepetin kenarına sıkıca tutunmuş olduğunu görüyorum. Birkaç keskin virajdan sonra köy yolundan çıkarak, 23 numaralı yola doğru hızla giriyoruz. En sonunda düz bir yola, yani otobana ulaştık. Artık motosikleti sonuna kadar zorlayabilirim.

Ve bunu yapıyorum da. Vitesi değiştiriyorum ve gidonu çevirerek, motosikletin kaldırabileceği kadar gaz veriyorum. Hayatım boyunca ne bu motosikleti ne de başka bir aleti bu kadar hızlı sürmüştüm. Önce 160, 170, ardından 180 kilometre… Halen yollarda duran kar, suratıma doğru çarparak, güneşlikten sekiyor; kar tanelerinin boğazımın üzerindeki deriye sürtündüğü hissediyorum. Yavaşlamam gerektiğini biliyorum ama hızımı kesmiyorum. Bu herifleri yakalamam lazım.

190…200…O kadar hızlı gidiyoruz ki zar zor nefes alabiliyorum ve şunu biliyorum ki eğer fren yapmam gerekirse, bunu yapamayacağım. Anında dönmeye başlayıp, takla atacağımız için bunu yapmamama imkan yok. Fakat başka bir şansımda yok. 210…220…

"YAVAŞLA!" diye çığlık atıyor Ben. "ÖLECEĞİZ!"

Ben de aynı şeyi hissediyorum: öleceğiz. Aslında, bundan eminin. Fakat bu artık umurumda bile değil. Bunca yıl sürekli tetikte olup, herkesten saklanmaya artık tahammülüm kalmamıştı. Saklanmak benim doğamda yok; sorunlarımla yüzleşmeyi tercih ederim. Sanırım bu açıdan babama benziyorum; kalıp, dövüşmeyi tercih ederim. En sonunda, bunca yılın ardından artık elime dövüşmek için bir fırsat geçmiş. Bree'nin orada, hemen önümüzde, bu kadar yakınımızda olduğunu bilmek içimde bir şeylerin değişmesini sağladı: artık delirdim. Yavaşlamaya elim varmıyor. Önümdeki araçları gördükçe cesaretleniyorum. Onlara yaklaşmak üzereyim. Aramızda bir buçuk kilometreden az bir mesafe kaldı ve ilk kez onları sahiden de yakalayacağımı hissediyorum.

Otoban kavis alıyor ve görüş alanımdan çıkıyorlar. Kavisten çıktığım zaman, artık otobanda olmadıklarını görüyorum; ortadan kaybolmuş gibiler. İleri bakıp ne olduğunu anlayana kadar kafam karışıyor. Karşılaştığım görüntü frene sertçe asılmama neden oluyor.

İlerde dev gibi bir ağaç yıkılmış bir halde otobanı baştan aşağı bloke ediyor. Frene basacak kadar vaktim olduğu için şanslıyım. Köle avcılarına ait araba izlerinin ana yoldan çıkarak, ağacın etrafında dolaştıklarını görüyorum. Ağacın üzerindeki kesik henüz yeni. O an, ne olduğunun farkına varıyorum; bu ağaç az önce kesilmiş. Bir hayatta kalan tarafından sanırım, bizim gibi birisi. Neler olduğunu görmüş olmalı, köle avcılarını tanıdığı zaman, onları durdurmak için bu ağacı kesmiş olabilir. Bize yardım etmek için.

Yapılan bu jest beni şaşırtıyor ve mutlu ediyor. Her zaman bu dağlarda saklanarak, birbirinin arkasını kollayan gizli bir örgüt olduğundan şüphelenmişimdir. Artık bunun gerçek olduğundan eminim. Kimse köle avcılarını sevmez ve bu tür bir şeyin başlarına gelmesini istemez.

Köle avcılarının bıraktığı izler çok belirgin. Onları yamaç boyunca takip ederek, otoyola doğru keskin bir dönüş yapıyorum. Kısa bir süre sonra tekrar 23 numaralı yoldayım ve artık onları net olarak görebiliyorum. Yaklaşık bir buçuk kilometre ötedeler. Mesafeyi biraz daha kısaltmayı başardım. Motosikletin dayanabileceği kadar gaza basıyorum ama artık onlarda hızlanmaya başladılar. Beni görüyor olmalılar. Eski, paslanmış bir tabelada şunlar yazıyor "Cairo: 2.". Köprüye yaklaştık sayılır. Sadece birkaç kilometre daha kaldı.

Burada yapılanma daha fazla. Son hızda giderken, yol kenarında yıkıntı halinde birçok bina görüyorum. Terk edilmiş fabrikalar. Depolar. Alışveriş merkezleri. Hatta evler. Hepsi aynı durumda; yanıp kül olmuş, yağmalanmış ve yok edilmiş. Hatta etrafta kullanılmaz halde olan arabalar da var ve bunlardan geriye sadece kaportaları kalmış. Sanki artık bu dünyada çalışan tek bir şey bile yokmuş gibi.

Ufukta, köle avcılarının gidecekleri istikameti görebiliyorum: Rip Van Winkle köprüsü. Küçük, sadece iki şeridi olan, çelik kirişlerle güçlendirilmiş, Hudson Nehri'nin üzerinden geçerek, batısındaki küçük bir kasaba olan Catskill'i, doğuda yer alan büyük bir kasaba olan Hudson'a bağlayan bir köprü.

Az kişi tarafından bilinen bu köprüyü bir zamanlar çevre sakinleri kullanırken, şimdi sadece köle avcıları tarafından kullanılıyor. Bu köprü onları doğrudan 9 numaralı yola çıkararak, Taconic Bulvarına götürüyor ve buradan yapılacak 150 kilometrelik bir yolculuk ise şehrin tam kalbine ulaşmalarını sağlıyor. Ve şehrin kalbi, onların can damarı.

Ancak çok fazla zaman kaybettim ve ne kadar hızlı gidersem gideyim, onlara yetişemiyorum. Köprüye kadar onlara yetişemeyeceğim. Fakat mesafeyi kapattım sayılır. Belki yeteri kadar hızlanabilirsem, onları Hudson'ı geçmeden durdurabilirim.

Eskiden bir gişe memuruna ait olan yapı, köprünün tam girişinde, ortada yer alır ve araçları tek şeritte toplayarak, gişenin yanından geçmeye mecbur bırakırdı. Araçların geçmesini engelleyen bu barikat kırılalı çok uzun bir zaman oldu. Şimdi ise köle avcıları üzerinde "E-Z GEÇİŞİ" yazılı, paslı halde sallanan bir tabelanın altındaki dar geçitten son hızla geçiyorlar.

Onların peşinden yıllardır çalışmayan, paslı, metalleri eğilip bükülmüş trafik lambalarının dizili olduğu köprüye son hız ilerliyorum. Hızımı arttırırken, köle avcılarına ait araçlardan birinin acı bir fren sesi çıkardığını duyuyorum. Ne yaptıklarını anlayamadığım için kafam karışıyor. Köle avcılarından birinin arabasından çıkarak, yere bir şey yerleştirdiğini ve arabaya geri binerek, tekrar gitmeye başladığını görüyorum. Bu bana önemli miktarda zaman kazandırıyor. Arabayla aramda

500 metre mesafe kalmış durumda ve onları yakalayacakmışım gibi hissediyorum. Niçin durduklarını veya yola yerleştirdikleri şeyin ne olduğunu halen anlayamıyorum.

 

Bir anda ne olduğunu fark etmemle beraber, frene asılıyorum.

"Ne yapıyorsun?" diye sesleniyor Ben. "Neden duruyorsun!?"

Fakat onu umursamayıp, frene daha da sıkıca asılıyorum. Fazla sert ve fazla hızlı bir şekilde frene basıyorum. Motosikletimiz karın içinde yol tutuşunu kaybediyor ve büyük çemberler çizerek, dönmeye ve kaymaya başlıyor. Şansımıza, yol kenarında demir korkuluklar bulunuyor ve aşağımızdaki buz tutmuş nehre düşmek yerine, bunlara sertçe çarpıyoruz.

Köprünün ortasına doğru kaymaya devam ediyoruz. Frenler yavaşça hızımı düşürüyor. Umarım kötü bir şey olmadan durabiliriz. Çünkü, çok geç de olsa, yolun ortasına bizim için bıraktıkları şeyin ne olduğunu anlıyorum.

Büyük bir patlama yaşanıyor. Bombanın patlamasıyla beraber alevler, gökyüzüne doğru yükseliyor.

Havada şarapneller uçuşurken, bir sıcaklık dalgası üstümüze çarpıyor. Patlama çok yoğun, alevler her yana saçılıyor ve şok dalgası sanki bir kasırgaymış gibi bize vurduğunda geriye doğru savruluyoruz. Tenimi kavuran sıcaklığı hissedebiliyorum. Yüzlerce küçük şarapnel parçası kaskımın üzerinden sekerken, yarattıkları gürültü kafamın içinde yankılanıyor.

Bomba, o kadar büyük bir deliğin açılmasına sebep oluyor ki köprü ortadan ikiye bölünerek, iki taraf arasında on metrelik bir boşluk oluşturuyor. Artık karşıya geçmenin imkanı yok. Daha da kötüsü ise, kayan motosikletimiz onlarca metre yükseklikten aşağı doğru uçmak üzere. Frene zamanında, patlama bizden kırk metre ilerdeyken bastığım için şanslıyız. Fakat motosikletimiz kaymayı kesecek gibi görünmüyor ve bizi doğrudan deliğe doğru sürüklemeye devam ediyor.

En sonunda hızımız doksana, sonra seksene ve ardından elliye düşüyor. Fakat motosiklet buzla kaplı bu yolda tamamen duracak gibi değil. Köprünün ortasına doğru, artık bir uçurumun yer aldığı noktaya doğru olan kayışımızı, ben de durduramayacağım.

Frenleri ellerimden geldiğince sıkıyorum. Fakat ölümümüze doğru yaptığımız, bu kontrolsüz kayışı, tüm çabalarıma rağmen engelleyemeyeceğimin artık farkına varıyorum.

Uçurumdan aşağı düşmeden önce aklıma gelen son şey, Bree'nin benimkinden daha acısız bir şekilde öleceğini ummak.

BÖLÜM II

B E Ş

5 metre… 4… 3… Motosiklet yavaşlıyor ama gerektiği kadar çabuk değil, uçurum kenarına ulaşmak üzereyiz. Bu şekilde öleceğime inanamasam bile, kendimi düşüşe hazırlıyorum.

Fakat birden olabilecek en çılgınca şey gerçekleşiyor: Bir gürültünün ardından motosiklet tamamen duruyor ve ben çarpışmanın etkisiyle sarsılıyorum. Ön tekerleğin arasına, patlama gerçekleştiğinde köprüden dışarı fırlamış olan bir metal parçası takılmış.

Şok olmuş bir halde motosikletin üzerinde oturuyorum. Yavaşça aşağı bakıp, boşluğun kenarından sarkar bir halde havada sallandığımı gördüğümde kalbim duracakmış gibi oluyor. Altım tamamen boşlukta. Onlarca metre aşağımda Hudson'ın donmuş sularını görebiliyorum. Neden aşağı düşmediğimi ise anlayamıyorum.

Dönüp, baktığımda motosikletin sepetinin halen köprüde durduğunu fark ediyorum. Ben, benden daha şaşkın bir halde sepetin içinde oturmaya devam ediyor. Kaskını yolculuk esnasında kaybetti ve yanakları da patlamanın sebep olduğu is lekeleriyle kaplı. Önce bana, daha sonra uçuruma ve sonra hala hayatta oluşuma şaşmış bir halde inanmayan gözlerle tekrar bana bakıyor.

Onun sepetteki ağırlığının, beni dengede tutarak, düşmeme engel olan tek şey olduğunu fark ediyorum. Eğer onu yanıma almamış olsaydım, şu an ölmüştüm.

Motosikletin tamamı devrilmeden önce bir şeyler yapmam lazım. Acılar içindeki bedenimi yavaş ve nazikçe koltuktan çekerek, sepete doğru, Ben'in yanına tırmanıyorum. Ardından ise onun üzerinden tırmanarak, ayağımı asfalta bastıktan sonra motosikleti yavaşça yukarı doğru çekiyorum.

Yapmaya çalıştığım şeyi anlayan Ben sepetten çıkarak, yardım etmeye koyuluyor. Motoru uçurumun kenarından çekip, sağlam zemine bırakıyoruz.

Ben iri, mavi gözleriyle bana bakarken, sanki bir savaştan çıkmış gibi görünüyor.

"Onun bir bomba olduğunu nasıl anladın?" diye soruyor. Omuz silkiyorum. Bir şekilde biliyordum.

"Zamanında frene asılmamış olsaydın, ölmüş olacaktık." diyor minnettar bir şekilde.

"Eğer sepette oturmuyor olsaydın, ölmüş olacaktım." diye karşılık veriyorum.

Doğru, artık ikimizde birbirimize borçluyuz.

Uçurumdan aşağı bakıyoruz. İleriye baktığım zaman, köle avcılarına ait arabaların nehrin diğer tarafına geçtiğini görüyorum.

"Şimdi ne yapıyoruz?" diye soruyor.

Etrafa çılgınca bakarak, seçeneklerimizi değerlendiriyorum. Tekrar nehre bakıyorum. Buz ve karla kaplanmış, tamamen beyaz bir halde. Nehrin uzandığı diğer taraflara bakarak köprü veya karşıya geçmek için bir yol arıyorum. Fakat hiçbir şey yok.

Ne yapmam gerektiğini şu an anlıyorum. Riskli. Hatta büyük bir ihtimalle ölümümüze sebep olacak. Fakat denemem gerekiyor. Kendime bir söz vermiştim. Pes etmeyeceğim. Ne olursa olsun.

Tekrar motosiklete biniyorum. Ben de beni izleyerek, sepete atlıyor. Kaskımı taktıktan sonra gaz vermeye başlıyorum ve geldiğimiz yöne doğru dönmeye başlıyorum.

"Nereye gidiyorsun?" diye sesleniyor. "Yanlış yöne gidiyoruz!"

Ona kulak asmayıp, Hudson'ın bize ait olan tarafına doğru gazı köklüyorum. Köprüden çıkar çıkmaz Spring Street'e doğru sola dönerek, Catskill kasabasına yöneliyorum.

Çocukken babamla buraya geldiğim günleri ve nehrin ucundan sağa dönen bir yolu hatırlıyorum. Orada arabayı kenara çekerek, kapıdan dışarı bile çıkmadan balık tutardık. İstesek hemen nehrin içine doğru arabayı sürebileceğimizi düşündükçe hayrete düşerdim. Ve şu an kafamda bir plan oluşmaya başladı. Çok ama çok riskli bir plan.

Küçük, yıkılmış haldeki bir kilisenin ve mezar taşlarının karın içinden fırladığı, tipik bir New England kasabası mezarlığının yanından geçiyoruz. Tüm dünyanın yağmalanmış ve yıkılmış bir halde olduğunu göz önüne aldığımda, bu mezarların el değmemiş bir halde duruyor olmalarına şaşırıyorum. Sanki dünyayı ölüler yönetiyormuş gibi.

Bir dönemece varıyoruz; Bridge Street'e doğru sağ dönerek, yokuş bir bayırdan aşağıya iniyorum. Birkaç blok ilerledikten sonra, kemeraltı sütunun üzerinde "Greene County Adliye Sarayı" yazan, mermerden yapılma devasa bir yapının yıkıntılarına ulaşıyorum. Buradan sola saparak, Main Street'e giriyorum ve hızımı düşürerek, bir zamanlar nehir kenarında sakin bir yerleşim olan Catskills kasabasına varıyorum. İki tarafı da dükkanlarla dolu olan sokak, çökmüş binaların yanıp kül olmuş temelleri, kırılmış camlar ve terk edilmiş araçlarla çevrili. Etrafta tek bir kişi dahi yok. Main Street'in merkezinde hızla ilerlerken, elektrik olmadığı için artık çalışmayan trafik lambalarının altından geçiyorum. Gerçi çalışıyor olsalar, gene de durmazdım ya.

Solumda kalan postaneyi geçip, çökmüş sıra evlere ait moloz yığınlarının etrafından dolaşıyorum. Sokak aşağı doğru kıvrılarak devam ediyor ve yol daralıyor. Karaya oturmuş teknelerin, paslanmış ve harap olmuş gövdelerinin yanından geçiyorum. Bunların hemen arkasında ise bir zamanlar yakıt deposu olarak kullanılan devasa ve aşınmış olan yapılar, dairesel bir hareketle yerden otuz metre yükseliyor.

Artık yapraklarla kaplı olan rıhtımın önündeki parka doğru sola dönüyorum. Bir tabeladan arta kalanlarda şöyle yazıyor, "Dutchman's Landing". Doğrudan nehrin içine doğru uzanan park ile suyu ayıran tek şey aralarında boşluklar bulunan birkaç tane blok kaya. Motosikleti bu aralıklardan birine döndürüp, güneşliğimi indiriyorum ve motorun el verdiği ölçüde gazı köklüyorum. Ya şimdi ya hiç. Kalp atışlarım şimdiden hızlanmaya başladı bile.

Ben ne yaptığımı anlamış olmalı. Dehşet içinde motosikleti kenarlarından tutarak, dimdik oturuyor.

"DUR!" diye çığlık atıyor. "NE YAPIYORSUN?"

Ancak artık durmak diye bir şey yok. Bu yolculuğa gönüllü olarak katıldı, artık geri dönüş yok. Ona inmesini teklif edebilirdim, fakat artık kaybedecek zaman yok; hem ayrıca, eğer şimdi durursak, yapmak üzere olduğum şeyi tekrar yapacak cesareti bulamayabilirim.

Hız göstergesini kontrol ediyorum; 100…110…120…

"BİZİ DOĞRUDAN NEHRİN İÇİN SOKACAKSIN!" diye

bağırıyor.

"ÜZERİ BUZ KAPLI!" diye bağırarak cevap veriyorum.

"BUZ BUNA DAYANMAYACAKTIR!" diye tekrar bağırıyor. 130…140…150…

"GÖRECEĞİZ!" diye cevap veriyorum.

Haklı olabilir. Buzun dayanmama ihtimali var. Fakat bundan başka bir çare göremiyorum. Nehri geçmem gerekiyor ve bunu yapmak için başka bir fikrim yok.

160…170…180…

Nehir hızla bize doğru yaklaşıyor.

"BIRAK DA İNEYİM!" diye çaresiz bir şekilde bağırıyor. Fakat bunun için zaman yok. Neye bulaştığını biliyordu. Son bir kez gazı veriyorum.

Ve bunun ardından her yer beyaza bulanıyor.

A L T I

Motosikleti kayalar arasındaki dar boşluktan geçirmemle beraber havalanıyoruz. Havada asılı kaldığımız birkaç saniye boyunca aklımdan şu düşünceler geçiyor; acaba buz bu çarpışmaya dayanabilecek mi, yoksa kırılarak, bizi kesin ve merhametsiz bir ölümün beklediği dibe doğru mu yollayacak?

Sert bir şeye çarpmamızla beraber, bütün vücudum sarsılıyor.

Buz.

Tahmin edebileceğimden daha yüksek bir hızda, saatte 200 kilometre ile buza çarpıyoruz ve indiğimiz an kontrolü kaybediyorum. Lastikler yol tutuşunu kaybediyor ve ben motosikleti sürmekten çok, onun kayışını kontrol eder gibiyim; çılgıncasını savrulan gidonları döndürebilmek için elimden geleni yapıyorum. Fakat şansıma, buzun halen dayanıyor olması içimi rahatlatıyor. Donmuş bir çarşafa benzeyen Hudson Nehri'nin üzerinde hızla ilerliyoruz. Motosiklet sürekli yalpalıyor olsa da en azından doğru yönde ilerliyor. Bende bir yandan buzun kırılmaması için Tanrıya dua ediyorum.

Fakat bir anda, motordan çıkan sesi bile bastırarak çatırdamaya başlayan buzların gürültüsünü duyuyorum. Kontrol etmek için omuzumdan geriye baktığım zaman yeni oluşmaya başlayan bir çatlağın motosikletimizin peşinden geldiğini görüyorum. Nehir, hemen arkamızda yarılıyor. Tek avantajımız çok hızlı gidiyor olmamız. O kadar hızlıyız ki çatlak hep bir adım gerimizde kalarak, bize yetişemiyor. Eğer motorumuz ve lastiklerimiz birkaç saniye daha dayanabilirlerse, belki o zaman bu çatlaktan tamamen kurtulabiliriz.

"ACELE ET!" diye bağıran Ben'in gözleri, omuzunun üzerinden gördüğü manzara karşısında dehşet içinde kocaman açılmışlar.

Motosiklete elimden geldiği kadar gaz veriyorum ve 190 kilometreye dayanıyoruz. Otuz metre ilerdeki karşı kıyıya yaklaşıyoruz.

Hadi, hadi çabuk! diye içimden geçiriyorum. Sadece birkaç metre daha.

Sonra bir anda muazzam bir çarpışma yaşanıyor ve tüm bedenim önce öne, sonra arkaya doğru savruluyor. Ben acı içinde inliyor. Etrafımdaki her şey sallanıp, dönmeye başladığı zaman karşı kıyıya ulaştığımızı anlıyorum. Bunu, kafalarımızın geriye doğru savrulmasına neden olan bir darbeyle,

saatte 190 kilometre hızda nehrin dik kıyısına çarparak başarıyoruz. Birkaç sert tümsekten sonra kıyıya tamamen çıkmış bulunuyoruz.

Başardık. Tekrar toprağın üzerindeyiz.

Artık arkamızda kalan tamamen yarılmış nehrin ortasındaki çatlaktan dışarıya sular taşıyor. Aynı numaranın bir daha işe yarayacağını hiç sanmıyorum.

Şu an bunu düşünecek vakit yok. Halen istediğimden daha hızlı gittiğimiz için motosikletin kontrolünü tekrar sağlayarak, yavaşlamaya çalışıyorum. Fakat bana direnmeye devam eden motosikletin tekerlekleri yol tutuşunu sağlamaya çalışırken, aşırı sert ve engebeli bir şeye çarpmamızla beraber dişlerim çenemde birbirine çarpıyor.

Aşağı bakıyorum: tren rayları. Unutmuşum. Trenlerin halen çalışır olduğu zamanlardan kalan eski raylar, nehir boyunca uzanıyor. Nehrin yanından ayrılırken onlara öyle sert çarpıyoruz ki motosiklet şiddetle sallanıyor ve ben neredeyse gidonların kontrolünü kaybediyorum. Tekerlekler şaşırtıcı bir şekilde dayanmaya devam ediyorlar ve biz de nehre paralel ilerleyen bir köy yoluna çıkıyoruz. Sonunda hızı 110 kilometreye kadar düşürerek, motosikleti yavaşlatıyorum. Yana devrilmiş, eski ve büyük bir trenin yanıp, paslanmış gövdesini geçtikten sonra üzerinde "Greendale" yazan eski bir tabelanın bulunduğu köy yoluna doğru sert bir dönüş yapıyorum. Etrafı ağaçlarla çevrili tek bir şeritten oluşan bu yol, nehirden yukarı doğru uzanan çetin bir rampaya sahip.

Dümdüz yukarı doğru tırmanırken, hızımız da düşüyor. Motosikletin kar yüzünden geriye doğru kaymayacağını umut ediyorum. Hız düştükçe, ben daha çok gaza basıyorum. Hızımız 60 kilometreye kadar indiğinde nihayet, rampanın sonuna ulaşıyoruz. Düzlüğe çıktığımızda, bizi ormanların, tarım arazilerinin, tekrar ormanların ve eski, yıkıntı haldeki bir itfaiye istasyonun yanından geçiren bu dar köy yolunda, yeniden hız kazanıyoruz. Alçalıp yükselen, dönüp bükülerek devam eden yolda, terk edilmiş kır evlerinin, ceylan toplulukları ve ördek sürülerinin yanından, hatta bir derenin üzerinde yer alan küçük bir köprünün üzerinden geçerek ilerliyoruz.

 

Yol, en sonunda, yerinde bir kararla Kilise Yolu olarak adlandırılmış başka bir yolla birleşiyor. Çünkü geride sadece yıkıntılarının kaldığı büyük bir Metodist kilisesi ve hemen bitişiğindeki mezarın (tabii ki hiç zarar görmemiş bir halde) yanından geçiyoruz.

Köle avcılarının gidebileceği tek bir yön var. Eğer Taconic'e ulaşmak istiyorlarsa, ki öyle istiyor olmalılar, 9 numaralı yoldan başka bir şansları yok. Onlar kuzeyden güneye, biz ise batıdan doğuya doğru ilerliyoruz. Planım önlerini kesmek. En sonunda ise avantajlı olan benim. Nehri, onlardan bir buçuk kilometre öteden geçtim. Eğer yeteri kadar hızlı gidebilirsem, onlardan erken davranabilirim. Nihayet, tekrar iyimser hissetmeye başladım. Önlerini kesebilirim ve onlar bunu asla ummuyor olacaklar. Onlara dik bir şekilde çarpacağım. Belki böylece işlerini de bitirebilirim.

Gazı tekrar kökleyerek, 180'e kadar çıkıyorum. "NEREYE GİDİYORSUN?" diye sesleniyor Ben.

Halen daha önce yaşadığımız olayların etkisinde olan Ben'e şu an açıklama yapacak vaktim yok; aniden köle avcılarına ait arabaların ilerimizde olduğunu tespit ediyorum. Harfi harfine olacaklarını düşündüğüm noktadalar. Benim geldiğimi bilmiyorlar. Tam ortalarından onlara çarpmak için hizaya girdiğimin farkında bile değiller.

Arabaları, aralarında yirmi metre açıklıkla, aynı hizada seyrediyor. Bu şekilde iki arabaya birden çarpamayacağımı, içlerinden birini seçmem gerektiğini anlıyorum. Bende öndekine çarpmaya karar veriyorum; eğer onu yoldan çıkarabilirsem belki arkasındaki frenlere asılacak veya belki de takla atıp, kaza geçirecek. Bu oldukça riskli bir plan; çarpışma bizi pekala öldürebilir de. Fakat başka bir yolunu göremiyorum. Yanlarına gidip de durmalarını isteyebileceğimi sanmıyorum. Tek yapabileceğim, başarılı olmam ve Bree'nin çarpışmadan kurtulması için dua etmek.

Hızımı yükselterek, aramızı kapatıyorum. Yüz metre kadar kaldı… ve elli… otuz…

En sonunda Ben, ne yapmak üzere olduğumu idrak etmeye başlıyor.

"NE YAPIYORSUN?" diye bağırırken, sesindeki korkuyu duyabiliyorum.

"ONLARA ÇARPACAKSIN!"

Sonunda anladı. Yapmayı umduğum şey de tam olarak bu.

Son bir kez gazlayarak, 190'a dayandığımda, son hızda gittiğimiz bu kır yolunda zar zor nefes alabiliyorum. Saniyeler sonra 9 numaralı yola adeta uçarak giriyoruz ve öndeki araca doğrudan çarpıyoruz. Kusursuz bir darbe.

Akıl almaz bir çarpışma yaşanıyor. Metalin metale çarpışını, vücudumun aniden dışarı çekilerek, motosikletin üzerinden havaya doğru fırlayışını hissediyorum. Etrafımda onlarca yıldız görüyorum ve havada süzülürken, ölmenin neye benzediğini çok iyi anlıyorum.

Купите 3 книги одновременно и выберите четвёртую в подарок!

Чтобы воспользоваться акцией, добавьте нужные книги в корзину. Сделать это можно на странице каждой книги, либо в общем списке:

  1. Нажмите на многоточие
    рядом с книгой
  2. Выберите пункт
    «Добавить в корзину»