Бесплатно

Arena Bir

Текст
0
Отзывы
Отметить прочитанной
Шрифт:Меньше АаБольше Аа

Tadı epey iyi aslında. Biraz tuz veya baharat ister ama en azından taze ve iyi pişmiş bir halde. Çok ihtiyaç duyduğum proteinin vücudumda yayıldığı hissedebiliyorum. Bree aç bir kurt gibi kendi payını silip süpürdükten sonra suratında oluşan mutluluğu seçebiliyorum. Arkasında oturan Sasha gözlerini dikmiş, dudaklarını yalıyor. Bree kopardığı iri bir parçanın kılçıklarını ayırdıktan sonra Sasha'ya uzatıyor. Sasha hemen çiğnemeye koyuluyor ve lokmayı yutup, yalanmaya başlıyor ve gözlerini Bree'ye dikip, daha fazlasını istiyor.

"Sasha, gel kızım." diyorum.

Koşarak yanıma geliyor. Kopardığım parçanın kılçıklarını ayırdıktan sonra ona veriyorum; anında yutuyor. Ben daha ne olduğunu anlamadan balığım bitiyor bile, Bree'ninki de aynı durumda. Karnımın halen gurulduyor oluşuna şaşırıyorum. Şimdiden keşke daha fazla tutsaymışım demeye başlıyorum. Gene de bu, haftalardır yediğimizden çok daha iyi bir yemekti. Buna bile razı olmak gerek, diye düşünmeye çalışıyorum.

Aklıma besi suyu geliyor. Yerimden fırladığım gibi termosu sakladığım yerden çıkarıyorum ve Bree'ye uzatıyorum.

"İç bakalım." gülüyorum, "İlk yudum senin."

"Nedir bu?" diye soruyor. Kapağını açıp, burnuna yaklaştırıyor. "Hiçbir kokusu yok."

"Akçaağaçtan çıkardım." diyorum. "Şekerli suya benziyor.

Ama ondan daha iyi."

Tereddüt içinde bir yudum aldıktan sonra gözleri zevkten parlıyor. "Tadı inanılmaz!" diye haykırıyor. Birkaç büyük yudum aldıktan sonra durup, termosu bana uzatıyor. Ben de dayanamayıp, büyük yudumlar alıyorum. Şekerin verdiği zindelik tüm vücuduma yayılıyor. Öne doğru eğilip, biraz da Sasha'nın kabına döküyorum; hepsini yalıyor ve suratından anladığım kadarıyla o da bu tada bayılıyor.

Fakat ben hala açım. Nadiren başıma gelen iradesizlik anlarından birini yaşıyorum. Aklıma reçel kavanozu geliyorum ve neden olmasın, diyorum. Ne de olsa dağın tepesindeki kulübemizde bunlardan bir sürü var ve eğer bu gece kutlama yapmayacaksak, ne zaman yapacağız?

Reçel kavanozunu aşağı indirip, kapağını açıyorum ve büyük bir lokma alıyorum. Dilimin üzerine koyduktan sonra yutmadan önce onu orada tutabildiğim kadar tutmaya çalışıyorum. Tadı, sanki cennetten gelmiş bir şey gibi. Halen yarısı dolu olan kavanozu Bree'ye uzatıyorum. "Keyfine bak, bitir. Yeni evimizde daha bir sürü var." diyorum.

Bree kavanoza uzanırken gözleri şaşkınlıkla açılıyor. "Emin misin?" diye soruyor. "Sence saklamamız gerekmez mi?"

Kafamı sallıyorum. "Kendimize bir kıyak geçmenin vakti geldi."

Bree'nin ikna edilmeye pek de ihtiyacı yok. Birkaç dakika içinde Sasha'ya ayırdığı büyük bir lokma haricinde hepsini yiyor.

Sırtlarımızı koltuğa dayamış, bacaklarımızı ateşe uzatmış bir halde uzanıyoruz. En sonunda vücudumun rahatladığını hissediyorum. Balık, besi suyu ve reçel derken, nihayet gücümün geri döndüğünü hissediyorum. Sasha'nın kafası kucağında, çoktan sızmaya başlamış Bree'ye bakıyorum. Hastalığı belki geçmemiş olabilir ancak, uzun zamandan beri ilk defa gözlerinde umudu görebiliyorum.

"Seni seviyorum, Brooke." diyor yumuşak bir sesle. "Ben de seni seviyorum." diye karşılık veriyorum. Ancak ben cümlemi tamamlayamadan, uykuya dalıyor.

* * *

Bree ateşin karşısında kanepeye uzanmış uyurken, ben de arkasındaki koltukta oturuyordum; bu, aylar içinde geliştirdiğimiz bir alışkanlık. Odasında tek başına uyumaktan korkan Bree, her gece önce kanepeye kıvrılıyor. Ben de sızana kadar ona eşlik ediyor, daha sonra da yatağına taşıyorum. Çoğu geceler ateş yakmasak bile bu adetimizden vazgeçmedik.

Bree hep kabuslar görüyor. Eskiden böyle değildi; savaş zamanından önce, kolayca uykuyu daldığı geceleri hatırlıyorum.

Hatta bununla dalga geçer, arabada, kanepede, kitap okurken, kısacası herhangi bir yerde uykuya dalabildiği için ona "uykucu Bree" diye takılırdım. Ancak şimdi durum çok farklı; artık uzun saatler boyunca uykusuz bir şekilde dolanıyor ve uyuduğu zamanlar ise yatakta dönüp, duruyor. Çoğu geceler ince duvarlardan gelen sayıklamalarını ve çığlıklarını duyuyorum. Fakat kim onu suçlayabilir ki? Gördüğümüz bunca korkunç şeyden sonra aklını tümüyle yitirmemiş olması bile bir mucize. Ben bile çoğu geceler huzurlu bir şekilde uyuyamıyorum.

Bir şeyler okuduğum zaman biraz daha iyi uyuyor. Şansımıza, kaçmadan önce Bree'nin aklına en sevdiği kitabı yanına almak gelmişti. Cömert Ağaç. Bu kitabı ona her gece okurdum. Artık her satırını çok iyi bildiğim bu kitabı, yorgun olduğum geceler gözlerimi kapatır ve ezberimden okurdum. Neyse ki kısa bir kitaptı.

Koltuğa iyice gömülüyorum, üzerimde bir uyku mahmurluğu, kitabın yıpranmış kapağını açıp, okumaya başlıyorum. Kulaklarını dikmiş şekilde Bree'nin yanında yatan Sasha da sanki beni dinleyecekmiş gibi görünüyor.

"Bir zamanlar bir ağaç varmış ve küçük bir çocuğu çok severmiş. Bu küçük çocuk her gün ağacın yanına gelir, düşen yapraklarını toplayıp kendine bunlardan bir taç yapar ve ormanın kralı oymuş gibi oyunlar oynarmış."

Baktığım da Bree'nin çoktan kanepede uykuya dalmış olduğunu görüyorum. Rahatlıyorum. Çabucak uyumasının nedeni belki ateş, belki de yemektir. Şu an iyileşmek için en çok

ihtiyaç duyduğu şey bu uyku. Boynumu ısıtacak şekilde sardığım yeni atkımı katlayarak, nazikçe üstüne örtüyorum. Sonunda küçük vücudu titremeyi kesiyor.

Ateşe son bir kütük daha attıktan sonra koltuğa yerleşip, kafamı ateşe doğru çeviriyorum. Yavaşça sönen alevleri izlerken, keşke daha fazlasını getirseymişim diye hayıflanıyorum. Ama çok da önemli değil. Hem böylesi daha güvenli.

Koltukta keyfime bakarken kütüklerden biri çatırdayıp, etrafa kıvılcımlar saçıyor ve ben yıllardan beri olmadığım kadar kendimi rahatlamış hissediyorum. Bazı zamanlar, Bree uyuduktan sonra kendi kitabımı alır ve okumaya başlarım. Gözümün ucuyla yerde yatan kitaba bakıyorum. Sineklerin Tanrısı. Geriye kalan tek kitabım bu. O kadar yıpranmış bir haldeki, sanki yüz yıl önce basılmış gibi duruyor. Dünyada okuyabileceğiniz tek bir kitabınızın kalmış olması ilginç bir durum. Ne kadar çok şey konusunda hazıra konduğumu hatırlayıp, kütüphanelerin halen var olduğu günleri özlemle hatırlıyorum.

Bu gece bir şeyler okuyamayacak kadar heyecanlıyım. Kafam yarın olacak şeylerle ilgili o kadar dolu ki dağın tepesinde başlayacağımız yeni yaşantımızla ilgili şeyler düşünüyorum sürekli. Buradan diğer eve götüreceğimi şeyleri ve onları oraya nasıl taşıyacağımı çözmeye çalışıyorum. İlk olarak kap kacak, kibrit, geriye kalan birkaç mum, çarşaflar ve döşekler gibi önceliklerimiz geliyor aklıma. Bunların dışında zaten ne giyecek fazla bir kıyafetimiz ne de kitaplarımız dışında şahsımıza ait bir eşyamız var. Ev, buraya ilk geldiğimiz zaman da bomboştu, o yüzden yanımızda götürecek hatıra değeri taşıyan bir şeyimiz de yok. Bu koltuk ve kanepeyi de götürmek istiyorum ama bunu yapmak için Bree'ye ihtiyacım olacak ve bunun için de onun iyice iyileşmesini beklemem gerek. Hepsini adım adım yapmamız gerekecek. Önce olmazsa olmazları, daha sonra ise mobilyaları götüreceğiz. Yukardaki yerimize sağ salim yerleştiğimiz sürece benim için sorun yok. Çünkü en önemlisi bu.

Kulübeyi şu an olduğundan bile daha güvenli yapmanın yollarını düşünmeye başladım. Açık pencereleri istediğimiz zaman kapatabilmek onlara kepenk yapmanın bir yolunu bulmak zorundayım. Etrafa bakınarak, işe yarayabilecek bir şeyler bulmaya çalışıyorum. Kepenkler için menteşelere ihtiyacım olacak. Oturma odasındaki kapının menteşelerini gözüme kestiriyorum, belki bunlar işime yarayabilir. Hatta elim değmişken belki tahta kapıyı da testereyle kesebilirim.

Etrafa dikkatle baktığım zaman, kullanabileceğim daha çok şey görmeye başlıyorum. Babamın garajda bıraktığı, içinde testere, çekiç, tornavida hatta bir kutu da çivinin bulunduğu alet çantası aklıma geliyor. Bu kutu sahip olduğumuz en kıymetli eşyalardan biri ve aklımın bir köşesine almam gereken ilk şeyin o olduğuna dair bir not düşüyorum.

Tabii son olarak da motosiklet. Kafamda en ağır basan şey bu motosiklet; ne zaman ve nasıl taşınmalı? Onu geride bıraktığım fikrine, bir an bile olsa, dayanamıyorum. Bu yüzden oraya ilk gidişimizde onu da götüreceğim. Fakat onu çalıştırıp, tüm dikkatleri üzerime çekme riskini göze alamam. Ayrıca dağ yolu onu süremeyeceğim kadar yokuş. Bunun ne kadar zor olacağını şimdiden tahmin edebiliyorum, özellikle bu karlı havada. Fakat başka bir yolum yok. Eğer Bree hasta olmasaydı bana yardım edebilirdi. Ancak şu haliyle bir şeyler taşımasını geçtim, belki de onu sırtıma alıp taşıyan ben olacağım. Yola çıkmak için yarın geceyi, karanlığın iyice çökmesini beklemekten başka şansımızın olmadığını anlıyorum. Bu yaptığım belki de sadece paranoyaklık. Birinin bizi izliyor olması uzak bir ihtimal fakat, tedbirli olmak her zaman iyidir. Bu dağlarda bizden başka da hayatta kalanlar olduğunu bildiğim için bu önemli. Bundan eminim.

Buraya geldiğimiz ilk günü hatırlıyorum. İkimiz de dehşet içinde, yalnız ve tükenmiştik. O gece ikimiz de aç bir halde yataklarımıza yatmıştık ve ben hayatta kalmayı nasıl başaracağımızı merak etmiştim. Manhattan'dan ayrılarak, annemizi terk etmek ve her şeyi geride bırakmak acaba bir hata mıydı?

Burada uyandığım ilk sabah, kapıyı açtığım zaman gördüğüm şey karşısında şaşkına dönmüştüm: ölü bir geyiğin leşi. Önce, dehşete kapılmıştım. Bunun bir tehdit veya uyarı olduğunu, varlığımızı buralarda istemeyen birinin, gitmemiz için bize gözdağı verdiğini düşünmüştüm. İlk şaşkınlığımı attıktan sonra, durumun hiç de böyle olmadığını anladım: bu aslında bir hediyeydi. Birisi, bizi izliyor olmalıydı. Ne kadar çaresiz bir durumda olduğumuz görmüş ve inanılmaz bir cömertlik örneği sergileyerek bize, haftalarca karnımızı doyurmaya yarayacak avını vermeye karar vermişti. Bunun, onun için ne kadar değerli olduğunu tahmin bile edemiyorum.

Dışarı çıktığımı, dağın etrafına, ağaçların üstüne dikkatle bakarak, birden birinin çıkıp, bana el sallamasını beklemiştim. Ancak böyle bir şey olmadı. Tek gördüğüm şey ağaçlardı ve dakikalarca orada durduğum halde duyduğum tek şey ise, sessizlikti. Ama biliyordum, biliyordum işte, izleniyordum. Bu dağlarda tıpkı bizim gibi hayatta kalmaya çalışan insanlar olduğundan emindim.

 

O günden beri, bu dağlarda kendi başlarına yaşayan, başkalarının işlerine burnunu sokmayan, köle avcılarına yakalanmamak için birbirleriyle asla iletişim kurmayan gizli bir teşkilatın üyesi olmaktan bir çeşit gurur duymuşumdur. Sanırım hayatta kalan diğerleri bunu, bu şekilde başardılar: hiçbir şeyi şansa bırakmayarak. En başta, bunu anlamamıştım. Fakat şu an ise bunu takdir ediyorum. O zamandan beri, kimseyi görmemiş olsam bile, asla kendimi yalnız hissetmedim.

Fakat bu benim daha da tedbirli olmama sebep oldu; şu diğer hayatta kalanlar, eğer halen hayattalarsa, en az bizim kadar aç ve çaresiz olmalılar. Özellikle bu kış aylarında. Kim bilir, belki açlık, belki ailelerine bakma zorunluluğu, bu insanlardan bazılarını çaresizliğin sınırlarına kadar getirmiş ve yardımsever yanları, yerini tamamen hayatta kalma içgüdülerine bırakmıştır. Bree, Sasha ve benim yaşadığımız açlığın, kafama nasıl da umutsuzca fikirler sokabildiğini çok iyi biliyorum. O yüzden hiçbir şeyi şansa bırakmayacağız ve gece vakti harekete geçeceğiz.

İşler yolunda gidecek gibi. Sabah oraya yalnız başıma tekrar çıkarak, kimsenin içeri veya dışarı çıkmadığından emin olmak için keşfe çıkmalıyım. Ayrıca geyiği gördüğüm yere gitmeli ve geri dönmesini beklemeliyim. Zor olduğunu biliyorum ama eğer onu tekrar bulur ve öldürebilirsem, eti haftalarca karnımızı doyuracaktır. Yıllar önce bize sunulan ilk geyiği heba etmiştim çünkü derisini nasıl soyacağım, etinin ne şekilde kesilmesi gerektiğini ve bozulmadan nasıl saklayabileceğimi bilmiyordum. Koca geyikten sadece tek bir öğün çıkarıp, gerisini yüzüme gözüme bulaştırmışım ve aynı hatayı tekrar yapmamaya kararlıyım. Bu sefer, özellikle hava böyle karlıyken, etini saklamanın bir yolunu bulacağım.

Cebime uzanıp, babamın ayrılmadan önce bana verdiği çakıyı çıkarıyorum; adının baş harflerinin ve Deniz Piyadeleri logosuyla süslenmiş paslı sapını, buraya geldiğimiz her geceden beri yaptığım gibi ovuyorum. Kendi kendime, onun halen hayatta olduğunu söylüyorum. Bunca yıldan sonra onu görme şansımın sıfıra yakın olduğunu bilsem bile, bu ihtimali kafamdan çıkarıp atamıyorum.

Her gece, babam keşke gitmeseydi, savaşa gönüllü olarak katılmasaydı diye düşünürüm. En başından beri aptalca bir savaştı. Nasıl başladığını asla tam olarak anlamamıştım ve halen de bilmiyorum. Babamın bana defalarca anlatmış olmasına rağmen, gene de anlamamıştım. Belki yaşımla alakalıdır. Belki de yetişkinlerin birbirlerine ne kadar düşüncesizce şeyler yapabildiğini anlayamayacak kadar gençtim.

Babamın anlattığına göre, bu ikinci Amerikan Sivil Savaşı'ydı. Fakat bu seferki Kuzey ve Güney arasında değil de, politik partiler arasında gerçekleşiyordu. Demokratlar ve Cumhuriyetçiler arasında. Bunun uzun zamandan beri beklenen bir savaş olduğunu söylemişti. "Son yüz yıldır." demişti, "Amerika iki farklı ulus olarak kutuplaşmakta; aşırı sağ ve aşırı sol." Zaman içinde bu farklılıklar öylesine derinleşmiş ki, Amerika, birbirine zıt fikirlerin ikiye böldüğü bir ulus haline dönüşmüştü.

Babamın dediğine göre, solda yer alan insanlar, yani Demokratlar, devletin sürekli büyümesini istiyor ve vergileri yüzde 70'e kadar çıkararak, insanların hayatlarının her safhasına müdahale edebilmek istiyorlarmış. Öte yandan, Cumhuriyetçiler ise tüm vergileri kaldırmayı, insanları rahat bırakıp, kendi geçimlerini istedikleri gibi sağlayabilme hakkını onlara tanımak niyetindelermiş. Zaman içinde bu iki farklı ideoloji, uzlaşmak yerine birbirlerinden iyice ayrı düşmeye başlamışlar. İşleri o kadar ileri bir noktaya götürmüşler ki artık iki taraf da sağlıklı düşünemez olmuş.

Durumu daha kötü hale getiren şey ise Amerika'nın artan nüfusu olmuş. Politikacılar için ulusal çapta ilgi çekmek o kadar zor bir hale gelmiş ki iki tarafın politikacıları, ulusal televizyon kanallarına çıkabilmek için söylemlerini iyice uç noktalara taşımışlar. Hem böylece kendi hırsları için gereken ilgiyi de toplayabiliyorlarmış.

Sonuç olarak ise iki partinin de en çok gelecek vaat eden kişileri, birbirlerine üstün gelebilmek için kendilerinin de

inanmadıkları şeyleri radikal bir şekilde savunan ve başarılı olmak için bunu yapmaktan başka şansları olmayan politikacılar olmuş. Haliyle, iki parti tartışmaya başladığı zaman, yapabilecekleri tek şey, sürekli daha da sertleşen bir üslup takınarak, birbirleriyle ters düşmek olmuş. En başlarda bu sözlü saldırılar ve kişisel hakaretlerden ibaretmiş. Ancak zaman içinde sözlü saldırıların dozu iyice artarak, geri dönmesi imkansız bir noktaya ulaşmış.

En sonunda, günlerden bir gün, yaklaşık on yıl önce, bardağı taşırması kesin olan o can alıcı kelime, politikacılardan birinin ağzından tehdit olarak savruldu: bölünme. Eğer demokratlar vergileri bir kere daha arttırmaya çalışırlarsa, Cumhuriyetçi Parti, Birleşik Devletlerden ayrılacak ve her kasaba, şehir ve de eyalet ikiye bölünecekti. Toprak olarak değil, ideolojik olarak.

Zamanlaması daha kötü olamazdı; çünkü ülke, uzun zamandır ekonomik bir bunalım yaşıyordu ve bu politikacıyı desteklemeye hazır, işsizlikten yaka silkmiş birçok insan vardı. Bu adamın popülaritesini seven medya, onu daha fazla ekran karşısına çıkartmaya başladı. Kısa süre içinde popülaritesi arttı. Onu durduracak kimsenin olmayışı, Demokratların taviz vermemekte kararlı oluşu ve görüşlerinin destek görmesi sonucunda fikirleri iyice sertleşti. Partisi, kuracakları ulus için yeni bir bayrak ve hatta yeni bir para birim teklifi sundu.

Bardağı taşıran son damla bu oldu. Eğer birisi öne çıkarak, onu durdurmuş olsaydı, tüm olacakların önü kesilebilirdi. Fakat kimse bunu yapmadı. O da bundan cesaret alarak, daha da ileri gitti.

Bundan cesaret bularak, yeni birliğin kendine ait bir polis gücü, mahkemeleri, eyalet polisleri ve tabii ki ordusunun olması teklifinde bulundu. Bu da, işleri geri dönülemez bir noktaya getirdi.

Dönemin Demokrat Başkanı iyi bir lider olsaydı bu olanlar engelleyebilirdi. Fakat birbiri ardına kötü kararlar vererek durumu daha beter bir hale getirdi. Halkı sakinleştirmek, böyle huzursuz bir ortama neden olan temel sebeplere çözümler bulmak yerine, "Asiler" dediği bu insanları bastırmak için daha sert bir yöntemi tercih etti: Cumhuriyetçi Partinin tüm ileri gelenlerini halkı isyana teşvik etmekle suçladı. Sıkı yönetim ilan ettikten sonra bir gece yarısı, parti liderlerini tutuklattı.

Süreci hızlandıran bu hareket, partiyi de ikiye böldü. Benzer bir gelişme orduda yaşandı. Halk, her evde, her kasabada, her askeri kışlada birbirinden ayrı düşmeye başladı; gerilim, yavaşça, sokaklarda tırmandı ve komşu, komşudan nefret eder hale geldi. Aileler bile kendi aralarında taraflaşmaya başladılar.

Cumhuriyetçilere yakın olan bir grup ordu mensubu, aldıkları emirler doğrultusunda darbe girişiminde bulunarak, tutuklu parti liderlerini hapishaneden kaçırdılar. Burada bir çatışma gerçekleşti. Capitol Binasının basamaklarında, herkesin beklediği ilk kurşunlar, ateşlenmişti. Subaylardan birinin silahına uzanmakta olduğunu sanan genç bir asker, tetiğe basan ilk kişi oldu. Ölen ilk askerden sonra, artık geri dönüş yoktu. Son çizgi çekilmişti. Bir Amerikalı, başka bir Amerikalıyı öldürmüştü. Ardından yaşanan silahlı çatışmada bir düzine asker öldü. Cumhuriyetçi yöneticiler ise konumu bilinmeyen bir bölgeye kaçırılmışlardı. Ve bu noktadan sonra başta ordu ve devlet olmak üzere, kasabalar, köyler, ilçeler ve eyaletler, ikiye ayrıldılar. Bu olaya daha sonra, İkinci Dalga denildi.

İlk birkaç gün boyunca, kriz yöneticileri ve devletin içindeki farklı gruplar, barış için uğraştılar. Ama bu yetersiz çabalar için artık çok geçti. Yaklaşan fırtınayı durdurmaya, kimsenin yetecek gücü yoktu. Hem ilk saldıran olmanın vereceği hız ve sürpriz üstünlüğünü, hem de kazanacakları şöhreti düşünen savaş yanlısı bir grup general, işleri kendi bildikleri gibi halletmeye karar verdiler. Düşmanı derhal ezmenin, bu savaşa son noktayı koymak için en iyi yol olduğunda mutabık olurlar.

Savaş böylece başladı. Amerika topraklarında cepheler açıldı. Yeni Gettysburg3 haline gelen Pittsburgh'te bir haftada iki yüz bin kişi öldü. Tanklar tanklara, uçaklar uçaklara karşı seferber edildi. Şiddet her gün, her hafta daha da arttı. Taraflar kesin olarak belirlenmiş, polis ve askeri kuvvetler bölünerek, ülkenin her eyaletinde birbirleriyle çarpışmaya başlamışlardı. Herkes, her yerde, dost dosta, kardeş kardeşe karşı dövüşüyordu. Savaş öyle bir noktaya vardı ki artık insanlar, ne için savaştıklarını unutmuşlardı. Kimse tüm bir ulusu kan gölüne çeviren bu savaşı durdurabilecek güçte değildi.

Şu noktaya kadar savaş her ne kadar şiddetli geçiyor olsa dahi, gene de alışılageldik yöntemlerle ilerliyordu. Fakat bundan sonra savaş olabilecek en kötü yola saptı, Üçüncü Dalga. Umutsuzluk içindeki Başkan, savaşı yönetmekte olduğu gizli sığınağından, bu "Asileri" durdurmak için tek bir yol olduğuna karar verdi. En deneyimli askeri danışmanlarını çağıran Başkan, onlardan direnişi sonlandırmak için elindeki en güçlü yönteme başvurması yönünde tavsiye aldı: belirli hedefleri vuracak nükleer füzeler. Başkan buna onayladı.

Ertesi gün, Amerika'nın dört bir tarafındaki Cumhuriyetçilere ait üstlere nükleer füzeler yollandı. Nevada, Texas, Mississippi de milyonlarca insan anında can verdi.

Cumhuriyetçiler buna karşılık verdiler. NORAD'a4 pusu kurarak, nükleer silahlara el koydular ve bunlarla Demokrat hedeflere karşı saldırıya geçtiler. Maine ve New Hampshire gibi eyaletler neredeyse tamamen yok oldu. Ertesi on gün içindeyse tüm Amerika'da ki tüm şehirler yıkıma uğradı. Ardı ardına gelen yıkım dalgalarında ölmeyenler, kısa bir süre sonra zehirli hava veya sudan öldüler. Bir ay içinde ise savaşacak tek bir kişi bile kalmamıştı. İnsanlar eski komşularıyla çarpışmak için mahallelerini ve evlerini terk etmişlerdir.

Fakat babam göreve bile çağrılmaya beklemeden, çok daha önce bizden ayrıldı. Tüm bu yaşananlar gerçekleşmeden önce Deniz Piyadelerinde yirmi yıl boyunca subaylık yapmış olan babam, olayların hangi yöne doğru gittiğini çoğu kişiden önce fark etmişti. Haberleri izlerken ne zaman iki politikacının birbirlerine olabilecek en saygısız şekilde hitap ederek, devamlı gerilimi tırmandırdıklarını görse, kafasını sallayarak, "Bu iş savaşa kadar varacak. Güven bana." derdi.

Ve haklıydı da. Tüm bunlar olmadan önce babam, Piyadelerden yıllar önce emekli olmuştu; fakat ilk silahın ateşlendiği gün, gönüllü olarak birliğine geri döndü. Henüz geniş çapta bir savaş ihtimalinden bahseden bile yoktu. Daha başlamayan bir savaş için gönüllü olarak ilk kişi babamdı belki de.

Bu yüzden ona karşı hala öfkeliyim. Neden bunu yapmak zorundaydı ki? Neden öldürme işini başkalarına bırakmıyordu? Niçin evinde kalarak, bizi korumamıştı? Neden ülkesi, ailesinden daha önemliydi?

Bizi terk ettiği günü tüm canlılığıyla hatırlıyorum. Okuldan yeni dönmüştüm ki henüz kapıyı bile açmadan evden gelen bağrışma seslerini işittim. Kendime hakim olmaya çalıştım. Annem ile babamın devamlı ettiği kavgalardan nefret ederdim. Bunu da sıradan tartışmalarından biri sandım.

Kapıyı açtığım an, bu kavganın daha farklı bir yanı olduğunu anlamıştım. Bir şeyler çok ama çok tersti. Babam üniformasını giymiş bir halde dikiliyordu. Hiçbir şey anlamamıştım. Bu kıyafeti giymeyeli yıllar olmuştu. Şimdi neden giyiyordu ki?

Annem, "Sen erkek değilsin!" diye bağırıyordu. "Aileni terk ettiğin için korkağın tekisin! Hem de hangi amaçla? Gidip, masum insanları öldürmek için mi?"

Babamın suratı kırmızı bir renk aldı, her sinirlendiğinde olduğu gibi.

"Neden bahsettiğinin farkında değilsin!" diye bağırarak karşılık verdi. "Ülkeme karşı olan vazifemi yerine getiriyorum. Yapılması gereken en doğru şey bu."

"Kimin için en doğrusu?" diye bağıran annem, "Ne için savaştığını bile bilmiyorsun. Bir avuç aptal politikacı için mi?" şeklinde devam etti.

"Ne için savaştığımı gayet iyi biliyorum: ulusumuzu bir arada tutmak için."

"Ah, çok pardon, Bay Amerika! Kafanda bu durumu istediğin gibi aklayabilirsin, fakat gerçek şu ki sen bana tahammül edemediğin için ayrılıyorsun. Çünkü sivil hayatla nasıl başa çıkacağını bilemiyorsun. Çünkü Piyadelerden sonra hayatında anlamlı bir şeyler yapamayacak kadar aptalsın. O yüzden eline geçen ilk fırsat sayesinde bizi-"

Babam, annemin suratına sert bir tokat savurdu. Sesi bugün bile halen kulaklarımda çınlar.

Şoke olmuştum; o güne kadar anneme bir kez olsun bile vurduğunu hatırlamıyorum. Tokadı yiyen sanki benmişim gibi hissettim. Ona bomboş, tanımayan gözlerle bakakaldım. Bu adam gerçekten de benim babam mıydı? O kadar afallamıştım ki kitaplarım elimden kayarak, büyük bir gürültüyle yere düştüler.

 

İkisi de dönerek, bana baktılar. Utanmış bir halde koridor boyunca koşarak, kendimi odama kapattım. Nasıl davranacağımı bilmediğim için, onlardan bir an önce uzaklaşmalıydım.

Birkaç dakika sonra kapım hafifçe vuruluyordu.

"Brooke, benim." diyordu babam, pişmanlık dolu bir sesle. "Bunu gördüğün için üzgünüm. Lütfen, izin ver de gireyim."

"Defol!" diye bağırdım.

Bunu uzun bir sessizlik takip etti. Fakat babam hala kapımın önündeydi.

"Brooke, şimdi gitmem gerekiyor. Gitmeden önce seni bir kere görmek istiyorum. Lütfen. Dışarı çık ve vedalaşalım."

Ağlamaya başlamıştım.

Tekrar, "Defol!" diye bağırdım. Şaşkına dönmüştüm, anneme vurduğu için öfkeli, bizi terk ettiği için ise daha da öfkeliydim. Ve asla geri dönmeyebileceği için içten içte korkuyordum da.

"Gidiyorum, Brooke" dedi. "Kapıyı açman gerekmiyor. Ama seni ne kadar çok sevdiğimi bilmeni istiyorum. Ve her zaman seninle olacağımı da. Unutma, Brooke, bu ailede en güçlü olan sensin. Onlara göz kulak ol. Sana güveniyorum. Aileni koru."

Ve ardından babamın uzaklaşan ayak seslerini işittim. Gittikçe uzaklaşıyorlardı. Birkaç saniye sonra da ön kapının açılıp, kapanma sesi geldi.

Ardından ise sessizlik.

Günler gibi gelen birkaç dakikanın ardından kapımı yavaşça açtım. Hemen hissedebildim. Gitmişti. Onunla vedalaşmadığım için çoktan pişmanlık duymaya başlamıştım bile. Çünkü içten içe biliyordum ki babam asla geri dönmeyecekti.

Mutfakta oturan annem kafasını ellerinin arasına almış, ağlıyordu. Her şeyin sonsuza dek değiştiğini, hiçbir şeyin ve özellikle annemin asla aynı olmayacağını o an anladım. Tabii bu benim için de geçerliydi.

Haklı da çıktım. Şimdi oturmuş, baygın gözlerle sönmekte olan ateşin közlerine bakarken, o günden sonra hiçbir şeyin aynısı gibi olmadığını daha iyi anlıyorum.

* * *

Manhattan'da eski bir apartman dairesindeyim. Burada ne yaptığımı veya buraya nasıl geldiğimi bilmiyorum. Etrafımdaki he şey manasız geliyor, çünkü apartmanın onu hatırladığım haliyle hiçbir alakası yok. Evin içinde tek bir mobilya bile yok, sanki burada hiç yaşamamışız gibi. İçerdeki tek kişi benim.

Kapı aniden vuruluyor ve babam, üzerinde üniforması, elinde çantasıyla içeri giriyor. Gözlerindeki boş bakış, sanki az önce cehennemden dönen birine aitmiş gibi.

"Baba!" ,diye bağırmaya çalışıyorum. Ancak kelimeler ağzımdan çıkmıyor. Gözlerimi aşağı çevirdiğim zaman, bir duvarın arkasında, zemine yapışmış bir halde olduğumu anlıyorum. Kendimi kurtarmak, ona doğru koşabilmek ve seslenebilmek için ne kadar çabalarsa çabalayayım, bunu başaramıyorum. Boş dairenin içine girip, etrafa bakınmasını hiçbir şey yapamadan izlemeye zorlanıyorum.

"Brooke?" diye bağırıyor. "Burada mısın? Ev de kimse var mı?"

Tekrar cevap verebilmek için çabalıyorum, ama sesim çıkmıyor. Tüm odaları aramaya başlıyor.

"Geri döneceğimi söylemiştim. Neden kimse beni beklemedi?"

Bunun üzerine, ağlamaya başlıyor.

Kalbim kırılıyor ve tüm gücümle ona seslenmeye çalışıyorum. Fakat ne kadar mücadele etsem de hiçbir şey olmuyor.

Sonunda, kapıyı ardından nazikçe kapatarak, apartmanı terk ediyor. Kapının kilidinin çıkardığı ses, boşlukta yankılanıyor.

En sonunda sesim çıkıyor ve bağırarak, "BABA!", demeyi başarıyorum.

Ancak bunun için çok geç. Artık o sonsuza dek gitti ve bu bir şekilde benim suçum sayılır.

Gözlerimi kırpıyorum ve kendimi bir anda dağlarda, babamın evinde, onun en sevdiği koltukta, ateşe karşı oturur buluyorum. Babam kanepede kafası önde, eğilerek oturmuş, Deniz Piyadeleri bıçağıyla oynuyor. Suratının yarısının kemiklerine kadar erimiş olduğunu dehşetle fark ediyorum; Kafatasının yarısını açıkça görebiliyorum.

Bana baktığında, ürperiyorum.

"Sonsuza kadar burada saklanamazsınız, Brooke." diyor ağır bir ses tonuyla. "Burada güvende olduğunuzu sanıyorsun. Fakat sizin için gelecekler. Bree'yi al ve saklan."

Ayakları üzerinde doğrularak, bana doğru yaklaşıyor ve omuzlarımdan tuttuğu gibi beni sarsmaya başlıyor. Gözlerinden alevler saçarak, "BENİ DUYDUN MU ASKER!?" diye bağırıyor.

Ortadan kaybolmasıyla beraber, çarparak açılan kapı ve pencereleri, kırılan camların ahenksiz sesi takip ediyor.

Evimizin içine silahları çekilmiş bir halde, bir düzine köle avcısı doluşuyor. Üstlerinde herkesçe bilinen siyah üniformaları, kafalarında simsiyah maskeleri ile evin her bir köşesine dağılıyorlar. İçlerinden biri çığlıklar atan Bree'yi koltuktan çekerek, götürmeye başlıyor. Koşarak bana yaklaşan başka bir tanesi ise parmaklarını koluma geçirerek, silahını suratıma doğrultuyor.

Tetiği çekiyor.

Alt üst olmuş bir halde uyanıyorum.

Koluma saplanan parmakları halen hissedebiliyorum, gördüğüm rüya ve gerçeklik arasında karışmış olan kafama rağmen saldırıya geçmeye hazırım. Fakat dönüp baktığım zaman bu parmakların Bree'ye ait olduğunu ve kolumdan çekiştirdiğini görüyorum.

Güneş ışıkları odaya dolmaya başlamış ve ben hala babamın koltuğundayım. Bree kendinden geçmiş bir halde ağlıyor.

Koltukta doğrulurken, kendimi toparlamak için gözlerimi kırpıştırıyorum. Tüm bunlar bir rüya mıydı? O kadar gerçek gibiydi ki.

Halen koluma yapışmış olan Bree, ağlayarak, "Korkutucu bir rüya gördüm!" diyor.

Ateşin uzun süre önce sönmüş olduğunu görüyorum. Parlak güneş ışıkları, sabahın ilerleyen saatlerinde olduğumuz gösteriyor. Koltukta uykuya dalmış olduğuma inanamıyorum. Daha önce bunu hiç yapmamıştım.

Kötü düşünceleri uzaklaştırmak için başımı iki yana sallıyorum. Rüyam o kadar gerçekçiydi ki yaşananların sahiden gerçekleşmediğine inanması güç geliyor. Babamı daha önce rüyalarımda defalarca görmüştüm, ancak hiçbirinde bu kadar doğrudan temasımız olmamıştı. Babamın halen odada olmadığına inanmak çok güç geliyor. Emin olmak için etrafıma bakıyorum.

Teselli edilmesi olanaksız olan Bree, kolumu çekiştirmeye devam ediyor. Onu daha önce hiç böyle görmemiştim.

Dizlerimin üzerine eğilerek, Bree'yi kucaklıyorum. Bana sımsıkı sarılıyor.

"Rüyamda kötü adamların gelip, beni götürdüklerini gördüm! Ve sen beni korumak için yanımda değildin!". Omuzumda ağlamaya başlıyor. "Gitme" diye yalvarıyor çaresizce. "Lütfen, gitme. Beni terk etme!"

"Bir yere gittiğim yok." diyorum, ona sıkıca sarılarak. "Sakin ol…Hepsi geçti… Korkacak bir şey yok. Her şey yolunda."

Fakat içten içe her şeyin yolunda olmadığının farkındayım. Hatta tam tersi. Gördüğüm rüya beni rahatsız ediyor. Bree'nin de aynı şey hakkında bir kabus görmüş olması ise içimi hepten karartıyor. Kehanetlere inanmam ama bu yaşananların bir işaret olup olmadıklarını merak ediyorum. Fakat evin dışından hiçbir ses veya gürültü gelmiyor. Zaten birileri bir buçuk kilometreden fazla yakınımıza yaklaşmış olsa, bunu derhal anlardım.

Bree'nin çenesini tutarak, göz yaşlarını siliyorum ve "Derin bir nefes al" diyorum.

Sözüme uyan Bree, yavaşça soluklanıyor. Suratıma zorlama bir gülüş yerleştiriyorum. "Bak, işte buradayım. Sorun yok. Sadece kötü bir rüyaydı. Tamam mı?" diyorum.

Bree, kafasını sallayarak onaylıyor.

"Sadece aşırı yorgunsun," diyorum. "Ayrıca ateşin de var. O yüzden kötü rüyalar görmen normal. Her şey düzelecek."

Dizlerim üzerinde, Bree'ye sarılırken, yola çıkmam gerektiğini, dağa tırmanıp, yeni evimiz için gözcülük yapmam ve bize yemek bulmam gerektiğini hatırlıyorum. Bree'ye bunu nasıl söyleyeceğimi ve onun vereceği tepkiyi düşününce, geriliyorum. Zamanlamam bundan daha kötü olamazdı. Onu şimdi yalnız başıma bırakmam gerektiğini nasıl söyleyebilirim? Bu birkaç saatliğine olsa bile. Bir yanım bütün gün evde kalıp, ona göz kulak olmam gerektiğini söylüyor; ancak ne kadar hızlı davranırsam, işleri o kadar çabuk halledeceğimi ve daha kısa süre içinde güvende olacağımızı da biliyorum. Tüm gün hiçbir şey yapmadan, öylece durarak geceyi bekleyemem. Ayrıca aptalca rüyalarımız yüzünden planları alt üst edip, gündüz vakti harekete geçme riskini göze alamam.

Купите 3 книги одновременно и выберите четвёртую в подарок!

Чтобы воспользоваться акцией, добавьте нужные книги в корзину. Сделать это можно на странице каждой книги, либо в общем списке:

  1. Нажмите на многоточие
    рядом с книгой
  2. Выберите пункт
    «Добавить в корзину»