Бесплатно

Arena Bir

Текст
0
Отзывы
Отметить прочитанной
Шрифт:Меньше АаБольше Аа

Elimden geldiğince tatlı bir gülümsemeyle Bree'nin suratına düşmüş saçları topluyorum. Takınabileceğim en güçlü ve olgun ses tonu ile konuşmaya başlıyorum.

"Bree, beni dinlemeni istiyorum. Bir süre için dışarıya çıkmam-"

"HAYIR!" diye feryat ediyor. "BİLİYORDUM! Aynı rüyamdaki gibi! Beni terk edeceksin! Ve asla geri dönmeyeceksin!"

Omuzlarını sıkıca tutarak, onu sakinleştirmeye çalışıyorum.

"Öyle bir şey yok." diyorum güven verici bir ses tonuyla. "Sadece birkaç saatliğine dışarı çıkmalıyım. Bu gece oraya vardığımız zaman evimizin güvende olacağından emin olmalıyım. Yemek için de bir şeyler avlamam gerekiyor. Lütfen, Bree, beni anlamalısın. Seni de yanıma alırdım ama bunun için fazla hastasın ve dinlenmen gerekiyor. Birkaç saate kalmaz, dönerim. Söz veriyorum. Hem sonra, bu gece oraya hep beraber gideceğiz. İşin en iyi kısmı ise ne biliyor musun?"

Yavaşça bana bakıyor, gözleri halen yaşlı ve bilmediğini söyler bir şekilde kafasını sallıyor.

"Bu geceden itibaren, yukardaki evimizde güvende olacağız ve her gece şöminemizi yakarak, istediğimiz gibi karnımızı doyuracağız. Avlanmak ve balık tutmak için evden uzaklaşmam da gerekmeyecek. Seni asla yalnız bırakmak zorunda kalmayacağım."

"Peki Sasha da gelebilir mi?" diye soruyor gözyaşlarının arasından.

"Tabii ki gelebilir." diyorum. "Sana söz veriyorum. Lütfen, bana güven. Senin için döneceğim. Seni asla tek başına bırakmam."

"Söz veriyor musun?" diye soruyor.

Elimden gelen en ağırbaşlı şekilde, gözlerimi bile kırpmadan ona bakıyorum.

"Söz veriyorum."

Bree'nin gözyaşları yavaşlıyor ve en sonunda tatmin olmuş bir şekilde kafasıyla onaylıyor.

Bu durum ben üzüyor olsa da hızlıca öne doğru eğilerek, kafasına bir öpücük konduruyorum. Hemen ardından ise odanın kapısından dışarı çıkıyorum. Biliyorum ki eğer orada bir saniye bile daha kalırsam, evden ayrılacak gücü asla bulamam.

Kapanan kapının sesi ardımda yankılanırken, kız kardeşimi bir daha göremeyeceğim fikrini kafamdan bir türlü atamıyorum.

Ü Ç

Sabah saatlerinin parlak ışıkları altında dağa tırmanıyorum. Güçlü bir ışık kardan yansıyor. Bembeyaz bir evrenin içinde gibiyim. Güneş o kadar kuvvetli ışıldıyor ki etrafımdaki parıltı görüşümü engelliyor. Bir şapka veya güneş gözlüğüne sahip olmak için her şeyi yapardım.

Çok şükür ki bugün hava rüzgarsız ve düne göre daha sıcak. Tırmandıkça, çevremde eriyen buzların tepeden aşağı doğru minik ırmaklar halinde akışını ve çam ağaçlarının yapraklarından düşen büyük kar yığınlarının gümbürtüsünü işitiyorum. Kar yumuşamış olduğu için, yürümek de kolay bir hale gelmiş.

Omuzumdan geriye bakıp, aşağımda uzanan vadiyi gözden geçiriyorum. Yollar, sabah güneşinin altında kısmen de olsa

tekrar görünebilir bir hale gelmişler. Bu durum beni endişelendirse bile böyle işaretleri ciddiye aldığım için kendimi azarlıyorum. Daha güçlü olmalıyım. Daha aklı başında olmalıyım, tıpkı babam gibi.

Yükseklere çıktıkça güçlenen rüzgara karşı kapüşonumu kafama geçiriyorum ama keşke yeni atkımı da taksaymışım. Ellerimi birbirine kenetlemiş ovuştururken, keşke eldivenlerim de olsa, diyorum ve hızımı arttırıyorum. Oraya çabucak ulaşmaya niyetliyim. Kulübenin etrafını kolaçan edip, geyiği araştırdıktan sonra bir an önce Bree'ye döneceğim. Belki birkaç kavanoz reçel de alırım; böylece Bree'nin neşesi de yerine gelir.

Dünden kalan izlerimi, eriyen karın arasından halen seçebiliyorum. Bu sefer, tırmanış da daha kolay oluyor. En fazla yirmi dakika sonra, dün bulunduğum yüksekteki düzlüğe ulaşıyorum.

Önceki gün olduğum yerde bulunduğuma eminim ama kulübeyi göremiyorum. O kadar iyi saklanmış bir vaziyette ki bakmam gereken yeri bildiğim halde görmek olanaksız. Acaba doğru yerde miyim, diye şüpheleniyorum. Ayak izlerimi takip ederek, dün tamı tamına üzerinde durduğum noktaya varıyorum. Kafamı biraz kaldırdığım zaman, nihayet kulübeyi tespit ediyorum. Kendini bu kadar iyi saklamasına şaşarak, burada yaşama konusunda iyice cesaretleniyorum.

Durup, etrafa kulak kesiliyorum. Akan dere dışında her yer sessizlik içinde. Dünden beri bir gelen olmuş diye, kendiminkiler dışında, içeri veya dışarı doğru çıkan başka ayak izlerinin olup olmadığına bakıyorum. Bir tane bile yok.

Kapının yanına yaklaştığımda, kendi etrafımda 360 derece dönerek, ormanın içini ve ağaçları tarıyorum. Benim ardımdan buraya gelmiş olabilecek birilerine dair izler arıyorum. Bir süre bu şekilde etrafı gözlüyorum. Hiçbir şey, kesinlikle hiçbir şey yok.

Sonunda tatmin oluyorum. Evin gerçekten de sadece bize ait oluşu, beni rahatlattı.

Kardan dolayı sıkışan ağır kapıyı açmamla beraber parlak ışıklar içeriye doluşuyor. Kafamı eğip, içeri girdiğimde, ışıktan dolayı sanki içeriyi ilk defa görüyormuşum gibi hissediyorum. En az hatırladığım kadar sıcak ve konforlu. En az yüz yıllık, kendine özgü geniş ahşap döşemelere sahip olduğunu fark ediyorum. İçerisi epey sessiz. Açık, küçük pencerelerden içeriye giren ışık oldu güçlü.

Odayı bir de bu aydınlığın içinde tarayarak, önceden kaçırmış olabileceğim bir şey var mı diye bakıyorum. Eğilerek gizli kapının kolundan tutuyorum ve hızla açıyorum. Yerden kalkan tozlar, güneş ışığının içinde yüzmeye başlıyorlar.

Merdiveni aşağı indiriyorum. Bu sefer etrafa vuran ışık sayesinde aşağıda nelerin olduğunu daha iyi seçebilirim. Burada yüzlerce kavanoz olmalı. Tespit ettiğim birkaç ahududu reçelinden iki tanesini kapıp, aynı cebe sıkıştırıyorum. Bree buna bayılacak. Sasha da.

Üstünkörü incelediğim diğer kavanozlar arasında neredeyse her çeşit yiyecek var: turşular, domatesler, zeytinler, lahana turşuları. Ayrıca farklı malzemelerden yapılmış reçellerin her birinden, en az bir düzine kavanoz bulunuyor. Arka kısımlarda daha bile fazlası var, ancak bunları incelemek için vaktim yok. Bree ile ilgili düşünceler daha ağır basıyor.

Merdiveni yukarı çekip, gizli kapıyı örttükten sonra hızla kulübeden çıkıyorum ve giriş kapısını sıkıca kapıyorum. Tekrar kapının önünde durarak, etrafı gözden geçiriyorum ve birinin izliyor olabileceği ihtimaline kendimi hazırlıyorum. Fakat gene izleyen kimse yok. Belki bu aralar ben fazla gerginimdir.

Yaklaşık yirmi yedi metre ileride bulunan, geyiği ilk gördüğüm noktaya doğru ilerliyorum. Yaklaşmak üzereyken, babamın av bıçağını çekiyor ve yanımda tutuyorum. Geyiği tekrar görebilme ihtimalinin çok düşük olduğunu biliyorum, ancak belki bu hayvanda, tıpkı benim gibi, alışkanlıkları olan bir canlıdır. Ne onu takip edebilecek kadar süratliyim ne de üzerine atılacak kadar hızlıyım. Ayrıca ne tabancam ne de gerçek anlamda ava uygun bir silahım var. Ancak tek bir şansa sahibim, o da bıçağım. Her zaman uzun mesafelerden hedefi tam on ikiden vurabilme yeteneğimle gurur duymuşumdur. Bıçak fırlatmak, babamı etkilemeyi başarabildiğim, en azından beni asla düzeltmeye veya geliştirmeye ihtiyaç duymayacağı kadar sahip olduğum, tek yeteneğimdi. Bunun yerine yeteneğimi ondan aldığımı söyleyerek, durumdan kendine pay çıkarırdı. Fakat gerçek şu ki bu konuda benim yarım kadar bile yetenekli değildi.

Daha önce de durmuş olduğum yerde, ağacın arkasına eğilerek saklanıyorum ve bıçağım elimde, düz araziyi izlemeye başlıyorum. Duyabildiğim tek ses rüzgarın uğultusu.

Eğer geyiği görürsem ne yapacağımı kafamda canlandırıyorum: yavaşça ayağa kalkıp, nişan aldıktan sonra bıçağı fırlatacağım. Önce gözlerine nişan alırım diye düşünüyorum ama ardından boğazında karar kılıyorum: bu sayede birkaç santim ıskalasam bile, bıçağın başka bir yere saplanma şansı olacak. Eğer ellerim çok üşümemişse ve eğer atışım isabetli olursa, işte belki o zaman, küçük bir ihtimal dahi olsa, geyiği yaralayabilirim. Fakat bunların hepsinin ihtimallerden ibaret olduğunun farkındayım.

Dakikalar geçiyor. On, yirmi, otuz....Dinmiş olan rüzgar, fırtına olarak geri dönüyor ve ağaçlardan süpürdüğü kar tanelerini sanki suratıma doğru üflüyor. Zaman ilerledikçe daha da üşüyor ve hissizleşiyorum. Acaba bu kötü bir fikir miydi, diye düşünmeye başlıyorum. Açlıktan karnıma tekrar bir ağrı saplanıyor fakat, her şeye rağmen bunu denemek zorunda olduğumun farkındayım. Taşınma işinin altından kalkabilmek için alabileceğim tüm proteini almalıyım, özellikle de eğer motosikleti tepeden yukarı çıkarmayı düşünüyorsam.

Bir saatlik bekleyişin ardından neredeyse donmak üzereyim. Vazgeçip, dağdan insem mi, diye ciddi şekilde düşünmeye başlıyorum. Belki bunun yerine gidip balık tutmaya çalışmalıyım.

Uzuvlarımda kan dolaşımın sağlamak ve ellerimin çevikliğini kaybetmemesi için kalkıp, etrafta dolaşmaya karar veriyorum. Ellerimi şimdi kullanmaya kalksam, büyük ihtimalle hiçbir işe yaramazlar. Ayaklarımın üzerinde doğrulduğum vakit, sırtımın ve dizlerimin tutulduğunu anlıyorum. Küçük adımlar atarak, karda yürüyorum. Dizlerimi kaldırarak, büküyorum ve sırtımı, sağa ve sola çeviriyorum. Bıçağı kemerime geri taktıktan sonra, ellerimi ovuşturup, üzerlerine defalarca hohlayarak tekrar hissetmelerini sağlıyorum.

Birden olduğum yerde donup kalıyorum. İlerlerde bir dal kırılıyor ve bir hareket sezinliyorum.

Yavaşça dönüyorum. Orada, tepenin üstünde, bir geyik görüş alanıma giriyor. Yavaş, temkinli adımlarla, toynaklarını nazikçe kaldırarak ilerliyor. Kafasını eğerek, bir yaprağı çiğnemeye başlıyor, ardından ise dikkatlice ileri doğru bir adım daha atıyor.

Kalbim heyecandan çarpıyor. Nadiren babam yanımdaymış gibi hissederim ama bugün kesinlikle öyle. Sesi, kafamın içinde yankılanıyor: Kıpırdama. Sessizce nefes al. Burada olduğunu anlamasına izin verme. Odaklan. Eğer bu hayvanı alaşağı edebilirsem, en az bir hafta boyunca ben, Bree ve Sasha'ya yetecek kadar yiyeceğimi olacak. Buna ihtiyacımız var.

Açıklığa doğru birkaç adım attığında, onu daha net görebiliyorum: iri bir geyik, yaklaşık yirmi beş metre uzakta. Beş hatta on metre uzağımda olsaydı kendimi daha rahat hissederdim. Bu mesafeden fırlatabilir miyim bilmiyorum. Belki hava biraz daha sıcak ve geyik de hareket etmiyor olsaydı evet, o zaman fırlatırdım. Fakat geyik hareket halinde, aramızda bir sürü ağaç var ve ellerim de uyuşmuş bir halde. Sahiden de bilmiyorum. Ama eğer kaçırırsam, geyiğin buraya bir daha asla dönmeyeceğini biliyorum.

 

Onu incelerken, ürkütmekten korkuyorum. Yakınlaşmasını bekliyorum ama buna niyeti yok gibi.

Ne yapacağımı bulmaya çalışıyorum. Hızla koşmaya başlar, elimden geldiğince ona yaklaştıktan sonra bıçağı fırlatabilirim. Ama bu salakça olurdu: bir adım bile atmaya kalksam, yerinden fırladığı gibi kaybolacaktır. Sürünerek yaklaşmayı denesem mi, diye kafamdan geçiriyorum. Fakat bunun da işe yarayacağı şüpheli. Tek bir çıt sesi bile onu kaçırmaya yetecektir.

Seçeneklerimi iyice tartıyorum. İleri doğru küçük bir adım atarak kendimi bıçağı fırlatmaya hazır bir hale getiriyorum. Fakat bu küçük adımın bir hata olduğu anlaşılıyor.

Ayağımın altında kırılan bir dal parçasının çıkardığı ses, geyiğin kafasını hızla doğrultup, bana bakmasına neden oluyor. Gözlerimiz birbirine kilitleniyor. Beni gördüğünü ve kaçmaya hazırlandığını anlayabiliyorum. Bunun tek şansım olduğunu bildiğim için kalbim hızla atıyor. Zihnim, hiçbir şey düşünemez halde.

Hızla hareket etmeye başlıyorum. Bıçağa uzanıp, onu kemerimden çekiyorum ve ileri doğru büyük bir adım atıyorum.

Yeteneğimden sonuna kadar yararlanmaya çalışarak koluma ardıma doğru çekiyor ve bıçağı boğazına doğru fırlatıyorum.

Babamın ağır Deniz Piyadeleri bıçağı havada dönerek ilerlerken, bir ağaca çarpmaması için dua ediyorum. Havada dönüp, üzerinden ışıklar saçan bu şey, bir güzellik abidesi. Tam o anda geyiğin arkasını dönerek, koşmaya başladığını fark ediyorum.

Olan biteni görebilmek için fazla uzaktayım ancak yemin ederim ki daha saniyeler geçmeden hayvanın etine saplanan bıçağın sesini duyabiliyorum. Fakat halen kaçmaya devam eden geyiğin yaralanıp, yaralanmadığını anlayamıyorum.

Bende onun ardından koşmaya başlıyorum. Demin durduğu yere ulaşıyorum ve karın içindeki parlak kırmızı kanı görünce, şaşırıyorum. Kalbim heyecan içinde atarken, cesaretleniyorum.

Kan izlerini takip ederek koşuyorum, kayaların üzerinden atladıktan yaklaşık kırk metre sonra onu buluyorum; karlara saplanan gövdesinden uzanan bacakları, halen titriyordu. Bıçağın boğazına saplanmış olduğunu görüyorum. Tam da nişan aldığım yerden.

Geyik halen yaşıyor ve ben çektiği acıyı nasıl dindirebileceğimi bilmiyorum. Çektiği acıyı görebildiğim için, kendimi çok kötü hissediyorum. Ona hızlı ve acısız bir ölüm yaşatmak istediğim halde, bunu nasıl yapacağıma dair hiçbir fikrim yok.

Eğilip, bıçağı saplandığı yerden çıkarıyorum ve işe yarayacağını umut ederek, süratli bir şekilde boğazını kesiyorum. Birkaç saniye içinde kanı püskürmeye başlıyor ve bir on saniye daha geçmeden, bacakları kıpırdanmayı kesiyor. Gözleri de hareket etmeyi kestiğinde, nihayet öldüğünü anlıyorum.

Elimde bıçağım, ölmüş hayvana bakarken, suçluluk duygusu her yanımı sarıyor. Bu kadar güzel ve savunmasız bir hayvanı öldürdüğüm için kendimi bir barbar gibi hissediyorum. İçinde bulunduğum anda, bu ete ne kadar ihtiyacımızın olduğunu ve onu yakaladığım için ne kadar şanslı olduğumu düşünebilmem olanaksız. Tek düşünebildiğim, birkaç dakika önce bu hayvanın da tıpkı benim gibi hayatta ve nefes alıyor olduğu. Şimdi ise ölü. Kıpırtısız halde karda yatan geyiğe bakarken, kendimden nefret ediyor ve utanıyorum.

Tam o anda kulaklarım bir ses yakalıyor. Önce bunun doğru olamayacağını düşündüğüm için, sesi umursamıyorum. Fakat birkaç saniye sonra yükselen ve yakınlaşan sesin gerçek olduğunu anlıyorum. Sesin ne olduğunu anladığım zaman, kalbim delicesine atmaya başlıyor. Bu bölgede bu sesi daha önce sadece bir kere duymuştum. Bir motordan çıkan haykırışlar bunlar. Araba motorundan.

Şaşkınlık içinde, donup kalıyorum. Motorun gittikçe artan sesi yakınlaşırken, bunun sadece tek bir anlamı olabileceğini biliyorum. Köle avcıları. Kimse bu kadar yükseğe çıkmaya cesaret edemez veya uğraşmaz da.

Geyiği ardımda bırakarak, ormanın içine doğru, kulübeyi geçerek, tepeden aşağı doğru depar atmaya başlıyorum. Motor sesleri kuvvetlendikçe Bree'yi, onun evde tek başına oturuyor oluşunu düşünüyorum. Hızımı arttırmaya çalışarak, karlı bayırdan aşağı sendeleyerek koşuyorum. Kalbim sanki ağzımda atıyor gibi.

O kadar hızlı koşuyorum ki yüz üstü düştüğümde nefesim kesiliyor ve dizlerim ile dirseklerimi çizikler içinde kalıyor. Tekrar doğrulmaya çalışırken vücudumdaki kan lekelerini fark ediyorum ama umurumda bile değiller. Bir süre yavaşça koştuktan sonra tekrar hızlanıyorum.

Düşe kalka da olsa, sonunda düzlüğe varabiliyorum. Bu noktadan, dağın aşağısında kalan evimizi görebiliyorum. Kalbim duracak gibi oluyor: karın üzerinde rahatça seçilebilen tekerlek izleri var ve doğrudan evimize ulaşıyorlar. Ön kapımız ardına kadar açık. Daha kaygı verici olan şey ise Sasha'nın havlamıyor oluşu.

Aşağı doğru koştukça, kapının önüne park edilmiş duran iki arabayı daha iyi seçebiliyorum: köle avcılarına aitler. Tamamen siyaha boyalı arabaların, yere yakın ve yapılan eklemelerle hepten devasa hale gelmiş gövdeleri ile irice tekerlekleri ve camlarını örten demirleri var. Arabaların kaportalarını süsleyen Arena Bir amblemini buradan bile görmek mümkün: bir elmasın tam ortasına yerleştirilmiş bir çakal. Arena'yı beslemek için buradalar.

Tepenin iyice aşağılarına koşuyorum. Çakmağımı çıkarmalıyım. Ceplerime uzanarak, kavanozları çıkartarak, yere fırlatıyorum. Ardımdan gelen kırılma seslerini duyuyorum ama umurumda bile değil. Şu an hiçbir şeyin bir önemi yok.

Evle aramda yüz metre kaldığı zaman, araçların çalışmaya başladığını ve evden ayrılmak üzere olduklarını görüyorum. Kavisli kır yoluna doğru yöneliyorlar. Neler olduğunu anladığımda, gözyaşlarına boğuluyorum.

Otuz saniye sonra ulaştığım evin yanından geçerek, onları yakalayabilme umuduyla yola doğru koşuyorum. Evin boş olduğunu çoktan biliyorum.

Çok geç. Tekerleri izleri bilmem gereken her şeyi söylüyorlar. Dağdan aşağı baktığımda, onları görebiliyorum. Bir kilometre uzaktalar ve gittikçe hızlanıyorlar. Koşarak onları yakalamam imkansız.

Emin olmak için tekrar eve doğru koşmaya başlıyorum. Belki Bree, küçük bir ihtimal olsa da, bir yerlere saklanabilmiş veya onu bırakıp, gitmişlerdir. Açık olan ön kapıdan içeri dalmamla beraber karşılaştığım görüntü beni dehşete düşürüyor: her yer kan içinde. Siyah üniforması içinde yerde yatan ölü bir köle avcısının boynundan kanlar akıyor. Yanında ise Sasha, ölü bir halde uzanıyor. Yan tarafından akan kana bir kurşun yarası sebep olmuş gibi görünüyor. Dişleri ise halen köle avcısının boynuna saplanmış haldeler. Yaşananlar, kafamda belirginleşiyor: Bree'yi korumaya çalışan Sasha, eve giren adamı yere devirerek, dişlerini boynuna geçirmiş ve diğerleri de onu vurmuş olmalı. Fakat buna rağmen adamı bırakmamış.

Var gücümle Bree'ye seslenerek, evin tüm odalarını tek tek ararken, sesimdeki çaresizliği seçebiliyorum. Bu artık benim tanıyamadığım bir ses; çıldırmış bir insanın sesi.

Fakat tüm kapıları ardına kadar açık olan odaların içleri ise, boş.

Köle avcıları kız kardeşimi esir aldı.

D Ö R T

Babamın evinde, oturma salonunda şok olmuş bir şekilde duruyorum. Bugünün geleceğinden her zaman korkmuştum; ama sonunda gelmiş olmasına halen inanamıyorum. Suçluluk hissi, her yanımı sarmış durumda. Bizi ele veren dün gece yaktığımız ateş miydi? Dumanı mı gördüler? Neden daha dikkatli olmadım ki?

Bu sabah Bree'yi tek başına bıraktığım için de kendimden nefret ediyorum, hele ki ikimiz de o kabusları gördükten sonra. Göz yaşları içinde gitmemem için bana yalvaran suratı gözlerimin önüne geliyor. Neden onu dinlemedim ki? İç güdülerime neden güvenmedim? Geriye dönüp baktığım zaman, babamın beni uyarmış olduğu hissinden kurtulamıyorum. Niçin ona kulak vermedim?

Fakat artık bunların hiçbir önemi yok ve bu düşünceler beni çok kısa bir süreliğine yavaşlatıyor. Harekete geçmeye hazırım ve Bree'yi öylece bırakacak değilim. Köle avcılarının peşine düşerek, Bree'yi kurtarmak için çok az bir vaktim var ve bunu evde oyalanarak kaybedecek değilim.

Ölü köle avcısının cesedini hızla inceliyorum; şu ünlü, baştan aşağı siyah renkte olan ordu üniformasını, ayaklarında siyah botlar, üzerine geçirdiği siyah pardösü, gene siyah renkte, ordu tipi bir pantolonla tamamlamış. İçine giydiği uzun kollu siyah gömleğinin üstüne ise vücudunu sıkıca saran siyah bir deri ceket geçirmiş. Ayrıca üzerinde Arena Bir sembolü (köle avcılarının damgası) bulunan siyah bir maske ile küçük ve gene siyah olan bir kask var. Ancak bu ona pek de yardımcı olmadı; Sasha gene de dişlerini boğazına geçirebilmeyi başarmış. Sasha'ya göz attığımda, nutkum tutuluyor. Köle avcılarına karşı direnebildiği için ona minnettarım. Onu da tek başına bıraktığım için pişmanlık duyuyorum. Cesedine göz ucuyla bakıyorum ve Bree'yi kurtardıktan sonra buraya geleceğime ve onu hak ettiği şekilde gömeceğime dair yemin ediyorum.

Kıymetli bir şeyler bulmak için köle avcısının üstünü arıyorum. Silah kemerini alarak, sıkıca belime sarıyorum. Kemerde bir tabanca ve silah kılıfı var. Tabancayı hızla çekerek, gözden geçiriyorum: tamamen dolu, kusursuz bir şekilde çalışıyor. Bu resmen altın değerinde ve artık ona ben sahibim. Kemerde ayrıca birkaç adet şarjör bulunuyor.

Kaskını çıkarıp, suratına bakıyorum; sandığımdan daha da genç olduğunu görünce şaşırıyorum. 18'den büyük olamaz.

Tüm köle avcıları acımasız kelle avcıları değiller; bazıları, esas gücü ellerinde bulunduran Arena yöneticilerinin insafına kalmış bir halde, bu göreve zorla veriliyorlar. Yine de ona karşı acıma hissettiğim falan yok. Bu işe ister zorla, ister kendi isteğiyle girmiş olsun, sonuçta buraya benim ve kız kardeşimin hayatını almak için geldi.

Bir an önce peşlerine düşerek, onları takip etmek istiyorum. Fakat kendimi tutarak, önce evden neler kurtarabileceğime bakıyorum. Peşlerine düştüğümde nelere ihtiyacım olacağını biliyorum ve bu evde fazladan geçireceğim bir veya iki dakika, her şeyi değiştirebilir. Yerden aldığım kask kafama tam oturduğu için şanslıyım. Siyah siperliği, karın kör edici ışıklarını engellemekte işime yarayacaktır. Aşırı şekilde ihtiyaç duyduğum kıyafetlerini yağmalıyorum. Köle avcısının aşırı hafif ve sağlam bir malzemeden üretilmiş eldivenleri, benim ellerime de rahatça giriyor. Arkadaşlarım büyük el ve ayaklarım yüzünden benimle hep dalga geçerlerdi. Bu durumdan ben de çok utanırdım ama şimdi, hayatımda ilk kez, bu durumdan memnunum. Üzerinden çıkardığım ceket birazcık büyük gelse de yine de tam oturuyor sayılır. Cesedine baktığımda ufak tefek bir yapısını olduğunu fark edip, ne kadar şanslı olduğumu düşünüyorum. Neredeyse aynı ölçülerdeyiz. Kalın ve sağlam olan ceket, bir çeşit tüy ile astarlanmış. O kadar şanslıyım ki hayatımda hiç bunun kadar lüks ve sıcak tutan bir şey giymemiştim. Artık en sonunda, soğukla yüzleşebilirim.

Gömleğini de almam gerektiğinin farkındayım, ancak kendimi o gömleği giyerken düşünemiyorum. Bu kıyafeti her nedense fazla kişisel buluyorum.

Ayaklarımızı yan yana getirdiğimde aynı ayak numarasına sahip olduğumu görmek beni memnun ediyor. Bir numara küçük olan eski, yıpranmış botlarımı çıkarıp, köle avcıının botlarını vakit kaybetmeden giyiyorum. Ayağıma tam oturan botlar, harika hissettiriyor. İçi kürklü, çelik uçlu siyah botlar kaval kemiğime kadar uzanıyor. Önceki botlarıma göre bin kat daha sıcak ve rahatlar.

Yeni botlarım, ceketim, eldivenlerim ve belimi saran kemere asılı duran tabanca ve mermilerimle, kendimi yepyeni, savaşa hazır bir insan gibi hissediyorum. Gözümün ucuyla Sasha'nın cesedine şöyle bir baktığımda hemen yanında duran Bree'nin yeni oyuncak ayısını döşemenin üzerinde, kana bulanmış bir halde görüyorum. Göz yaşlarımı zor engelliyorum. İçimden, dışarı çıkmadan önce köle avcıının suratına tükürmek geliyor ama arkamı dönüp, evden ayrılmakla yetiniyorum.

Hızlı hareket ettim, köle avcısını soymam ve kıyafetlerini giymem bir dakika bile sürmedi ve şimdi süratle evden çıkarak, kaybettiğim zamanı telafi etmeye çabalıyorum. Ön kapıdan fırlayarak çıktığımda, araba motorlarının uzaktan gelen sesini halen duyabiliyorum. Bir buçuk kilometreden fazla uzağa gitmiş olamazlar ve ben aramızdaki bu mesafeyi kapamakta kararlıyım. Tek ihtiyacım olan birazcık şans (belki bir tümseğe rastlar veya yanlış bir yola saparlar), işte o zaman onları, küçük bir ihtimal de olsa yakalayabilirim. Hatta bu tabanca ve kurşunlarla, onlara kök bile söktürebilirim. Savaşmadan ölmeyeceğim. Yanımda Bree olmadan buraya dönmek gibi bir niyetim ise kesinlikle yok.

Babamın motosikletine ulaşmak için elimden geldiği kadar hızlı bir şekilde tepeye doğru, ormanın içine koşuyorum. Gözümün ucuyla baktığımda, garaj kapısının havaya uçurulmuş olduğunu anlıyorum. Köle avcıları içerde bir çeşit araç var mı diye bakmış olmalı. Motosikleti önceden saklayacak öngörüye sahip olduğum için çok memnunum.

 

Eriyen karların içinde tepeye doğru tırmanarak, motosikletin üstünü örten çalıların yanına hızla ilerliyorum. Yeni ve içleri sıkıca doldurulmuş eldivenlerim işe yarıyor; dikenli çalıları sıkıca tutarak, motosikletin üzerinden söküp atıyorum. Birkaç saniye içinde motosiklete giden yolu açıyorum. Halen orada olduğunu ve dış etkenlerden korunmuş olduğunu görünce rahatlıyorum. Bir an bile kaybetmeden kaskımı sıkılaştırıp, anahtarı, sakladığım jantın arasından alıyorum ve motosiklete biniyorum. Kontağı çevirdikten sonra, motosikletin marşına basıyorum.

Motor çalışmaya başlıyor ama hareket edemiyorum. Kalbime bir sıkıntı saplanıyor. Motosikleti çalıştırmayalı yıllar olmuştu. Acaba motorun işi bitmiş olabilir mi? Defalarca marşa basıp, gaz vererek motoru tekrar ve tekrar çalıştırmaya çalışıyorum. Sürekli daha yüksek sesler çıkarmasına rağmen bir türlü çalışmıyor. Yavaş yavaş çıldırmaya başlıyorum. Eğer bu aleti çalıştırmayı başaramazsam, onları yakalamak için hiçbir şansım olmayacak. Bree'yi sonsuza dek kaybedeceğim.

"Hadi ama, HADİ!" diye bağırıyorum, tüm vücudum titrerken.

Marşa her basışımda, çıkan sesler artıyor ve ben az sonra başaracakmışım gibi hissediyorum.

Kafamı gökyüzüne doğru kaldırıyorum. "BABA!" diye bağırıyorum. "LÜTFEN!".

Marşa bu kez bastığım da ise en sonunda motoru ateşleyebiliyorum. Büyük bir rahatlama yaşıyorum. Gaza birkaç kez daha basmamla beraber, egzoz borusundan küçük, siyah dumanlar çıkıyor.

Artık en azından, savaşmak için bir şansım var.

* * *

Ağır gidonlardan tutarak, motosikleti birkaç metre geriye ilerletiyorum; neredeyse altından kalkamayacağım kadar ağır. Gidonu tekrar çevirdikten sonra, hafif şekilde gaz veriyorum ve halen kar ve dallarla kaplı olan motosiklet, dağın yokuş yolundan aşağı doğru inmeye başlıyor.

Asfalt yol yaklaşık elli metre ilerimde. Bu kadar ağaçlık bir yoldan aşağı doğru inmek ise epey korkutucu. Motosiklet kayıp duruyor ve frene basmak bile onu tam olarak kontrol etmeme yardımcı olmuyor. Onu yönetmekten çok, kontrolden çıkmış bir şekilde kaydırıyorum sayılır. Çarpmaktan ucu ucuna kurtulduğum ağaçların yanından kayıyorum ve ne zaman

derin bir çukurun üzerinden geçsem veya kayalara sert bir şekilde çarpsam, sarsıntı geçiriyorum. Lastiklerden biri patlamasın diye dua ediyorum.

Akla gelebilecek en sert ve sarsıntılı yolculuktan sonra motosiklet, en sonunda toprak yoldan çıkarak, gürültü bir şekilde asfalt yola iniyor. Gaza basmamla beraber karşılığını alıyorum; motosiklet yokuş ve asfalt yoldan aşağı doğru uçarak inmeye başlıyor. İşte yolculuk şimdi başladı.

Ciddi hızlara ulaşmaya başlıyorum, motorun sesi kulakları sağır ediyor, rüzgar ise kaskımın üzerinden hızla geçiyor. Hava dondurucu ve hiç olmadığı kadar soğuk, eldivenleri ve deri ceketi aldığım için şanslıyım. Onlar olmaksızın ne yapardım, bilmiyorum.

Yine de fazla hızlı değilim. Dağ yolu aşırı virajlı ve kenarda banket de bulunmuyor; viraja yapılacak sert bir giriş, yamaçtan aşağı yapacağım yüzlerce metrelik bir düşüş manasına geliyor. Elimden geldiği kadar hızlı gidiyor olsam da, gene de her virajdan önce yavaşlıyorum.

Tekrar yollarda olmak harika; gerçek özgürlüğün ne olduğunu unutmuşum. Yeni deri ceketim rüzgarda delicesine dalgalanıyor. Siyah güneşliği indirmemle beraber, karla kaplı arazinin beyaz parıltısı yerini yumuşak bir griye bırakıyor.

Köle avcılarına karşı tek bir avantajım varsa, bu da dağ yollarını herhangi birinden daha iyi biliyor oluşumdur. Buraya çocukluğumdan beri geliyorum. Yolun viraj aldığı yerleri, yokuşların uzunluğunu ve onların aklına bile gelmeyecek olan

kestirmelerin hepsini ezbere biliyorum. Artık benim bölgemdeler. Her ne kadar onlardan bir buçuk kilometre veya biraz daha fazla geride olsam bile, onları yakalamak için bir yol bulacağımdan ümitliyim. Bu motosiklet ne kadar eski olursa olsun, en az onların arabaları kadar hızlı olmalı.

Kendime güvenim tam, çünkü nereye gittiklerini biliyorum. Eğer otoyola dönmek istiyorlarsa (ki istediklerinin bu olduğundan eminim), bu dağ yollarından kurtulmak için tek bir şansları var, bu da 23 numaralı, doğuya doğru uzanan yol. Ayrıca şehre doğru yönelmişlerse, Hudson nehrinin üzerinden geçen Rip Van Winkle Köprüsü'nü kullanmaktan başka çareleri yok. Mümkün olan tek yol bu. Onlar köprüye ulaşana kadar, önlerini kesmeye kararlıyım.

Motosiklete alışmaya başladıkça, daha da hız kazanıyorum ve ben hızlandıkça, köle avcılarının arabalarının motorlarından çıkan sesler gittikçe yaklaşıyor. Bundan cesaret alarak gaza, basmam gerekenden fazla basıyorum; göz ucuyla baktığımda 100 kilometre hıza ulaştığımı görüyorum. Bunun düşüncesizce olduğunun farkındayım, eğer karın içine gömülmek istemiyorsam bu keskin virajlarda hızımı en az saatte 50 kilometreye kadar düşürmek zorundayım. O yüzden her dönüşten sonra bir hızlanıp, bir yavaşlıyorum. En sonunda görüş alanıma giriyorlar. Arabalardan birinin tamponunu, virajda kaybolmadan önce seçiyorum. Bu beni yüreklendiriyor. Bu herifleri yakalayacağım ya da bu yolda öleceğim.

Bir virajı almak için hızımı saatte 50 kilometreye düşürdükten sonra tam tekrar hız kazanmaya hazırlanırken, aniden

karşıma yolun ortasında öylece duran biri çıkıveriyor. Karşımda o kadar hızlı beliriyor ki, tepki verebilmem için artık çok geç.

Ona vurmak üzereyim ve frenlere sertçe asılmaktan başka yapabileceğim bir şey yok. Şansıma, hızlı gitmiyordum ama motosiklet gene de karda kayarak, yol tutuşunu kaybediyor. İki kere 360 derece dönüyorum ve en sonunda dağ eteğinin kayalık yüzüne çarparak, durmayı başarıyorum.

Şanslıyım. Eğer diğer tarafa dönmüş olsaydım, direk uçurumdan aşağı yuvarlanacaktım.

Her şey o kadar hızlı gelişiyor ki halen şok içindeyim. Gidonları sıkıca tutmuş, motosikletin üzerindeyim ve dönüp, yola bakıyorum. İçgüdülerim önce bana bu adamın, beni yoldan çıkarmak için oraya bırakılmış bir köle avcısı olduğunu söylüyor. Hızlı bir hareketimle kontağı kapatarak, silahımı çekiyorum ve benden beş metre ilerde, halen hareket etmeden duran adama doğru nişan alıyorum. Güvenliği açtıktan, sonra tabancanın horozunu indiriyorum, tıpkı babamın atış poligonunda bana öğrettiği gibi. Kafası yerine doğrudan kalbine doğru nişan alıyorum ki böylece ıskalarsam, yine de başka bir yerinden vurabilirim.

Eldivenlere rağmen ellerim titriyor ve tetiği çekmek konusunda ne kadar tedirgin olduğumu fark ediyorum. Daha önce hiç kimseyi öldürmemiştim.

Aniden ellerini kaldıran adam, bana doğru bir adım atıyor.

"Ateş etme!" diye bağırıyor.

"Olduğun yerde kal!" diye karşılık veriyorum. Onu vurmaya henüz hazır değilim.

Lafımı dinleyerek, ilerlemeyi kesiyor.

Bağırarak, "Ben onlardan biri değilim!" diyor. "Ben de hayatta kalanlardan biriyim. Tıpkı senin gibi. Kardeşimi esir aldılar!"

Bu bir tuzak olabilir mi, diye merak ediyorum. Güneşliği kaldırıp, ona baktığımda tıpkı benimkine benzeyen, üzeri deliklerle dolu, paçavraya dönmüş kot pantolonunu ve sadece tek bir çoraba sahip olduğunu fark ediyorum. Daha yakından incelediğimde ise eldiven giymemiş, mor ellerini görüyorum: üzerinde paltosu bile bulunmuyor, sadece yıpranmış, deliklerle dolu, gri renkte termal bir kıyafet giymiş. En çok dikkatimi çeken ise, bir deri bir kemik kalmış olan, benimkinden bile daha çökük görünen ve gözlerinin altında siyah halkalar bulunan suratı. Ayrıca, uzun zamandır tıraş da olmamış. Tüm bunlara rağmen, çarpıcı bir çekiciliğe sahip olduğunu da görmezden gelemiyorum. Aşağı yukarı benim yaşlarımda, belki de on yedisinde, kumral renge sahip birbirine karışmış ve gür saçları ile iri, mavi gözlere sahip.

Doğruyu söylediği ortada. O bir köle avcısı olamaz. Tıpkı benim gibi, hayatta kalanlardan biri.

Купите 3 книги одновременно и выберите четвёртую в подарок!

Чтобы воспользоваться акцией, добавьте нужные книги в корзину. Сделать это можно на странице каждой книги, либо в общем списке:

  1. Нажмите на многоточие
    рядом с книгой
  2. Выберите пункт
    «Добавить в корзину»