Türk masalları

Текст
Автор:
0
Отзывы
Читать фрагмент
Читайте только на ЛитРес!
Отметить прочитанной
Как читать книгу после покупки
  • Чтение только в Литрес «Читай!»
Шрифт:Меньше АаБольше Аа

Padişahın sarayında herkes hevesle peri gelini karşılamayı bekliyormuş. Kara kızı görünce Şehzade’ye, “Gönlünü nasıl olur da siyah bir köleye kaptırırsın?” diye sormuşlar.

Şehzade, “O siyah bir köle değil,” diye cevap vermiş. “Onu bir ağacın tepesinde bıraktım, güneşten yanıp da kararmış. Biraz dinlensin de yeniden beyazlar.” Böyle dedikten sonra kızı odasına götürerek beyazlamasını beklemeye başlamış.

Şehzadenin sarayında güzel mi güzel bir bahçe varmış. Günün birinde turuncu bir kuş uçarak gelip o bahçedeki bir ağaca konmuş ve bahçıvana seslenmiş.

“Benden ne istersin?” diye sormuş Bahçıvan.

“Şehzade ne yapıyor?” diye sormuş kuş.

“Bildiğim kadarıyla iyi,” diye yanıtlamış Bahçıvan.

“Peki ya siyah karısı?”

“Ah, o da orada, her zamanki gibi oturuyor.”

Sonra küçük kuş şu sözleri şakımış:

 
“Onun yanında oturabilir şimdi,
Ama bu böyle sürmez daimi.
Çünkü o iyi yüzünün altında
Büyüyor dikenleri.
Ben bu ağaca çıktıkça
O sararıp solacak altımda.”
 

Sonra da uçup gitmiş.

Ertesi gün kuş tekrar gelip Şehzade ve kara eşini sormuş. Bir önceki gün söylediklerini tekrarlamış. Üçüncü gün de aynı şekilde davranmış ve üzerinde sektiği ağaçlar bir bir sararıp solmuş.

Günün birinde Şehzade, karısından sıkılıp yürüyüş yapmak için bahçeye çıkmış. Solan ağaçları görünce bahçıvanı çağırmış. “Bunlara ne oldu bahçıvan? Neden ağaçlarına göz kulak olmuyorsun?” diye sormuş. Bahçıvan onun bakımının faydası olmadığını, birkaç gün önce o ağaçlara küçük bir kuşun konarak Şehzade ile karısının neler yaptığını sorduğunu anlatmış. Kuşa Şehzade ile karısının oturduklarını söyleyince de kadının sonsuza dek oturamayacağı, çünkü dikenlerinin büyüyeceği cevabını verdiğini söylemiş. Üzerine konduğu bütün ağaçların sararıp solduğunu anlatmış.

Şehzade bahçıvana ağaçlara kuş ökseleri kurmasını emretmiş. O küçük kuş yakalanınca da kendisine getirilmesini söylemiş. Bahçıvan bütün ağaçlara ökse kurmuş. Ertesi gün kuş gelip de tuzağa yakalandığında tutup Şehzade’ye götürmüş. Şehzade ise kuşu bir kafese koymuş. Siyah kadın kuşa bakar bakmaz onun bir zamanlar periler kadar güzel olan o genç kız olduğunu anlamış. Hemen bir hastalık numarası yaparak sarayın başhekimini çağırtmış. Onu gösterişli hediyelerle kandırarak Şehzade’ye karısının filanca kuşun etiyle beslenmezse asla iyileşemeyeceğini söylemesi için ikna etmiş.

Şehzade karısının çok hasta olduğunu görünce başhekimi çağırtarak hasta kadının yanına götürmüş ve nasıl iyileşeceğini sormuş. Başhekim karısının ancak filanca kuşun etini yerse iyileşeceğini söylemiş. Şehzade, “Şansa bak, ben de daha bugün o kuşlardan birini yakalamıştım,” demiş. Kuşu getirip öldürmüşler, etiyle de hasta kadını beslemişler. Siyah kadın birden iyileşip yataktan kalkmış. Ancak kuşun uçuşan tüylerinden biri kazara yere düşüp döşemelerin arasına sıkışmış. Kimse fark etmemiş onu.

Zaman akıp geçmiş. Şehzade hâlâ karısının beyazlamasını bekliyormuş. Haremde, artık orada yaşayanlara okuma yazma öğretecek ihtiyar bir kadın varmış. Bir gün alt kata inerken döşemelerin arasında bir şeyin parıldadığını görmüş. Ona doğru ilerleyince elmas gibi parlak bir kuş tüyü bulmuş. Tüyü alıp evine götürmüş ve çatı kirişinin arkasına tutturmuş. Ertesi gün yeniden saraya gitmiş. O yokken kuş tüyü kirişten atlamış, bir süre titremiş, sonra da güzel mi güzel bir genç kıza dönüşmüş. Odayı toplamış, yemek pişirmiş, her şeyi yerli yerine koymuş, sonra yeniden kirişe zıplayarak bir tüye dönüşmüş. İhtiyar kadın eve geldiğinde gördükleri karşısında çok şaşırmış. “Tüm bunları birisi yapmış olmalı,” diye düşünmüş. Etrafa bakınmış, bütün evi arayıp taramış ama kimseyi bulamamış.

İhtiyar kadın ertesi sabah tekrar saraya gitmiş. Tüy aynı şekilde insana dönüşüp bütün ev işlerini halletmiş. İhtiyar kadın eve döndüğünde evini tertemiz, her şeyi yerli yerinde bulmuş. “Bu işin sırrını çözmem gerek,” diye düşünmüş. Ertesi sabah saraya gidermiş gibi evden çıkıp kapıyı aralık bırakmış. Sonra da gidip bir köşeye saklanmış. Birdenbire odada etrafı toplayıp yemek pişiren bir genç kızın belirdiğini görmüş. Saklandığı yerden fırlayarak kızı yakalamış, kim olduğunu ve nereden geldiğini sormuş. Genç kız ona talihsiz hikâyesini anlatmış. Siyah kadın tarafından iki kez öldürüldüğünü ve bir tüy olarak geri döndüğünü söylemiş.

“Kendini üzme artık kızım,” demiş ihtiyar kadın. “Ben işleri yoluna koyacağım. Hem de bugün.”

Bunları söyledikten sonra doğruca Şehzade’ye gidip onu o gece evine davet etmiş. Şehzade siyah kadından artık iyiden iyiye sıkılmış olduğundan onu evinden uzaklaştıracak her bahaneye memnuniyetle sarılıyormuş. O nedenle akşam da tam vaktinde ihtiyar kadının evine varmış. Yemeğe oturmuşlar, ardından da kahve vakti gelmiş. Genç kız elinde fincanlarla odaya girmiş. Şehzade onu görünce bayılacak gibi olmuş.

“Fakat anacığım,” demiş Şehzade biraz olsun kendine gelince, “o kız da kim?”

“Senin eşin,” diye cevaplamış ihtiyar kadın.

“Bu güzel yaratık nasıl buldu seni?” diye sormuş Şehzade. “Onu bana vermez misin?”

“O zaten bir zamanlar senindi, senin olanı nasıl sana vereyim?” demiş ihtiyar kadın. Sonra da genç kızın elini tutarak Şehzade’ye götürmüş, onun göğsüne yatırmış. “Bu kez Turunç Peri’ye iyi bak,” demiş.

Şehzade neredeyse bayılacakmış mutluluktan. Genç kızı alıp sarayına götürmüş, siyah kadını idam ettirmiş ve perinin şerefine kırk gün kırk gece süren bir şölen düzenlemiş. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.

Gül Güzeli

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal, pireler berber iken; guguk kuşu terzi, kaplumbağa fırıncı, eşekler de hamal iken; ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, siyah kedisi ile bir değirmenci yaşarmış. Yine aynı günlerde biri kırk, biri otuz, biri ise yirmi yaşında üç kızı olan bir padişah varmış. Günlerden bir gün en küçük kızı babasına bir mektup yazmış: “Sevgili babacığım! Büyük ablam kırk, küçük ablam otuz yaşında ve ikisinin de henüz bir kocası yok. Ben koca beklerken saçlarıma aklar düşmesini istemiyorum.”



Padişah mektubu okuyunca üç kızını da huzuruna çağırtıp şunları söylemiş: “Dinleyin beni. Her birinize bir ok ve yay vereceğim. Oku fırlatacak ve nereye düşerse evleneceğiniz kişiyi orada arayacaksınız.”

Üç kız yaylarını almış. En büyük kızın oku, vezirin oğlunun sarayına düşmüş; oğlan da kızı eş olarak almış. Ortanca kızın oku şeyhülislamın oğlunun yaşadığı saraya düşmüş, onlar da evlenmişler. Üçüncü kız da okunu fırlatmış ve ok genç ve fakir bir köylünün kulübesine düşmüş. “Sayılmaz, sayılmaz!” diye bağırmış herkes. Küçük kız oku bir kez daha atmış, yine aynı kulübeye denk gelmiş. Üçüncü kez attığında da ok aynı fakir gencin kulübesine saplanmış. Padişah öfkelenerek kızına bağırmış: “Görüyor musun işte? Hak ettin sen bunu. Ablaların sabırla bekledikleri için kalplerinden geçene kavuştular. Sense en küçükleri olarak bana o küstah mektubu yazmaya cüret ettiğin için cezalandırıldın. Seni de kocanı da gözüm görmesin. Onun sana verebilecekleri dışında hiçbir şeyin olmayacak!” Böylece zavallı kız köylünün kulübesine giderek adamla evlenmiş.



Aradan zaman geçmiş, genç kadının karnında taşıdığı çocuğu doğurma zamanı gelmiş. Köylü, ebeyi çağırmaya gitmiş. Kocası gittiğinde genç kadın bu soğuk kış gününde ne yatacak bir yatağı ne de onu ısıtacak bir ateşi olduğunu düşünerek kederlenmiş. Derken kulübenin duvarları birden bir ileri bir geri sallanmış, üç güzel peri içeri girmiş. Biri genç kadının başında, diğeri ayak ucunda, üçüncüsü ise yanında durmuş. Üçü de ne yaptığını biliyor gibi görünüyormuş. Birdenbire kulübedeki her şey bir düzene girmiş. Prenses artık güzel mi güzel, yumuşak mı yumuşak bir kanepede yatıyormuş. Gözünü kapayıp açmasıyla yanında yeni doğmuş güzeller güzeli bir bebek belirmiş. Her şey bitince periler gitmek için hazırlanmış. Gitmeden önce de teker teker Prenses’in yattığı kanepeye yaklaşmışlar. Birincisi şöyle demiş:

“Gül Güzeli olacak kızının adı ve ağladığında gözyaşı değil inciler dökülecek gözlerinden!”

İkinci peri yaklaşmış ve şöyle demiş:

“Gül Güzeli olacak kızının adı ve gülümsediğinde güller bitecek yanaklarında!”

Üçüncü peri ise şunları demiş:

“Gül Güzeli olacak kızının adı ve ayağını bastığı yerde yemyeşil otlar bitecek!”



Sonra üçü birden gözden kaybolmuş.

Onca zaman her yerde ebe arayan kocası ise kimseyi bulamamış. Eve dönmekten başka ne yapabilirmiş ki? Ama eve döndüğünde o perişan kulübesinde her şeyin güzelleştiğini ve karısının harika bir yatakta yattığını görünce çok şaşırmış. Genç kadın ona üç perinin hikâyesini anlatınca adam hayret etmiş. Günler günleri, haftalar haftaları kovalarken küçük bebek günden güne serpilip güzelleşmiş. Bütün dünyada onun gibi biri daha yokmuş. Ona bir kez bakan gönlünü kaptırırmış. Ağladığında gözlerinden inciler dökülür, güldüğünde yanaklarında güller açarmış. Bastığı yerden yeşillikler fışkırırmış. Onu görenin ruhu çekilirmiş. Gül Güzeli’nin şöhreti dilden dile yayılmış.

Sonunda o diyarın padişahı da genç kızın ününü duymuş ve oğlunu onunla evlendirmeyi kafaya koymuş. Oğlunu çağırtıp ona kasabada güzelliği dillere destan olan, ağladığında gözlerinden inciler dökülen, güldüğünde yanaklarında güller biten, ayak bastığı her yerden yeşillikler fışkıran bu kızdan bahsetmiş. Oğluna o kızı bulup evlenmesini söylemiş.

Meğer periler, genç adama rüyasında bu genç kızı göstermişler. Şehzade’nin kalbinde aşk ateşi yanmaktaymış ama babasının bunu görmesinden utandığı için isteksiz davranmış. Bunun üzerine babası ona daha çok baskı yaparak bir an önce gidip kızla evlenmesini söylemiş. Saraydaki kadınlardan birini de köylünün kulübesine kadar ona eşlik etmekle görevlendirmiş.

 

Kulübeye gidip ziyaretlerinin sebebini söylemiş, genç kızı Allah’ın emriyle şehzadeye istemişler. Hane halkı başlarına konan bu talih kuşuna çok sevinmiş ve hemen hazırlıklara başlamışlar.

Ancak sarayda çalışan kadının da güzel bir kızı varmış ve ona göre Gül Güzeli’nden aşağı kalır bir yanı yokmuş. Bu kadın, Şehzade’nin onun kızını değil de fakir bir köylünün kızını almasına çok üzülmüş. Herkesi kandırıp Gül Güzeli’nin yerine kendi kızını geçirmek için hemen bir plan yapmış. Şölen günü zavallı kıza bir sürü tuzlu et yedirmiş. Sonra da bir testi su ile büyük bir küfe getirip gelin arabasına koymuş. Arabada Gül Güzeli ile kadının kızı varmış. Saraya doğru yola çıkmışlar. Yolda giderken (ki çok uzun zamandır yoldalarmış) genç kız susamış ve saraylı kadından su istemiş. “Bana bir gözünü vermezsen olmaz,” demiş saraylı kadın. Zavallı kızcağız ne yapsın? Susuzluktan ölüyormuş. Bir gözünü çıkarıp kadına vermiş, karşılığında suyu alıp içmiş.

İlerlemeye devam etmişler. Bir süre daha gittikten sonra genç kız yine susamış ve biraz daha su istemiş. “Diğer gözünü de vermeden olmaz,” demiş saraylı kadın. Zavallı kızcağız susuzluktan öylesine yanıp kavruluyormuş ki su içmek için diğer gözünü de vermiş.

İhtiyar kadın iki gözünü de aldığı âmâ kızı küfeye koyarak bir dağın tepesinde bırakıvermiş. Üzerindeki o güzel gelinliği kendi kızına giydirerek Şehzade’ye götürmüş ve “İşte eşin!” demiş. Büyük bir şölen düzenlenmiş. Şölenin ardından genç kızla odasına çekilip duvağını açan Şehzade, karşısındakinin rüyalarındaki kız olmadığını anlamış. Ama hafiften de olsa onu andırdığı için kimseye bir şey söylememiş. Öylece uyumuşlar. Ertesi sabah erkenden uyandıklarında Şehzade birden rüyalarındaki kızın gözlerinden inciler döküldüğünü, güldüğünde güller açtığını, bastığı yerde güzel otlar bittiğini ama bu kızda ne inci ne gül ne de güzel bitkiler olduğunu hatırlamış. Genç adam bu işte bir işler olduğunu hissetmiş. Evlenmek istediği kız bu değilmiş. “Bu işi nasıl çözeceğim?” diye düşünmüş kendi kendine. Yine de kimseye bir şey söylememiş.

Sarayda bunlar olurken zavallı Gül Güzeli de dağın tepesinde ağlıyormuş. Gözlerinden dökülen inciler o kadar çoğalmış ki küfeye sığmaz olmuş. O sırada arabasıyla çamur taşıyan bir arabacı yakınlardan geçiyormuş. Bir genç kızın acı acı ağladığını duyunca, “Kimsin sen? İn misin cin misin?” diye sormuş.



“Ne inim ne cinim,” demiş genç kız. “Bir faniden kalanlarım yalnızca.”

Bunun üzerine cesaretlenen arabacı küfenin kapağını kaldırmış. Zavallı kızcağız içeride hıçkıra hıçkıra ağlıyor, gözlerinden inciler dökülüyormuş. Arabacı genç kızı elinden tutup kulübesine götürmüş. Bu ihtiyar adamın kimsesi yokmuş. O da genç kızı kendi kızı gibi sahiplenip ona göz kulak olmuş. Ama zavallı kız yitip giden iki gözü için ağlayıp durmaktan başka bir şey yapmıyormuş. İhtiyar adamsa kızın gözünden dökülen incileri toplayıp paraya ihtiyacı oldukça satıyormuş. Böylece yaşayıp gidiyorlarmış.

Zaman geçip gitmiş. Sarayda neşe ve sevinç, arabacının kulübesinde sefalet ve keder hüküm sürüyormuş. Günlerden bir gün Gül Güzeli kulübede otururken bir şeyler onu gülümsetmiş ve anında bir gül bitivermiş orada. Genç kız onu evlat bilen arabacıyı çağırmış. “Bu gülü al, Şehzade’nin sarayına götür baba. Sonra da dünyada eşi benzeri olmayan bir gül sattığını haykır herkesin duyacağı şekilde. Saraylı kadın gelirse, ona gülü para karşılığı satmadığını, ancak bir insan gözü karşılığında vereceğini söyle.”

Adam da ona söyleneni yapmış, gülü alıp sarayın önünde dikilmiş ve bağırmaya başlamış: “Satılık gül! Satılık gül! Hiçbir yerde bulamazsınız böylesini.” Güllerin mevsimi bile değilmiş henüz. Saraylı kadın adamın birinin gül sattığını duyunca, “Kızımın saçına koyarım, şehzade de onu gerçek gelin zanneder,” diye düşünmüş. İhtiyar adamı çağırarak gül için ne kadar istediğini sormuş. “Para istemem,” demiş adam. “Bir insan gözü karşılığında satılıktır.” Saraylı kadın gidip Gül Güzeli’nin gözlerinden birini getirmiş ve gülü almış. Daha sonra bu gülü kızının saçına takmış. Şehzade gülü görünce aklına rüyalarındaki peri düşmüş. Birdenbire nereye kaybolduğunu anlayamamış bir türlü. Yine de onu bulmak üzere olduğunu düşünerek kimseye tek söz etmemiş.

Bu sırada ihtiyar adam aldığı gözü kulübesine götürüp Gül Güzeli’ne vermiş. Gül Güzeli gözünü yerine takarak her şeye kâdir olan Allah’a kalpten bir dua etmiş. Derken tek gözüyle yeniden görmeye başlamış. Zavallı kız öylesine mutluymuş ki gülümsemeden edememiş ve birden bir gül daha bitmiş oracıkta. Kız onu da babasına vererek sarayın önüne gitmesini, bu gülü de insan gözü karşılığında satmasını söylemiş. İhtiyar adam gülü alıp yola koyulmuş. Sarayın önüne gelip de bağırmaya başlar başlamaz saraylı kadın onu duymuş. “Tam zamanında geldi,” diye düşünmüş. “Şehzade güllerle süslediğim kızımı sevmeye başladı. Bu gülü de alabilirsem kızımı daha da çok sever ve o hizmetçi aklından tamamen çıkıp gider.”

Böylece arabacıyı çağırıp gül için kaç para istediğini sormuş ama adam yine gülü para karşılığında satmayacağını, ancak bir insan gözü karşılığında vereceğini söylemiş. Saraylı kadın da ona Gül Güzeli’nin diğer gözünü vermiş. İhtiyar adam gözü aldığı gibi aceleyle evine dönüp kızına ikinci gözünü vermiş. Gül Güzeli ikinci gözünü de yerine takıp Allah’a şükretmiş. Yaşam ışığı saçan iki parlak gözü olduğu için öylesine sevinmiş ki bütün gün gülümsemiş ve her tarafında güller bitmiş. Artık her zamankinden daha güzelmiş kız. Derken bir gün Gül Güzeli yürüyüşe çıkmış. Yürürken durmadan gülümsüyormuş ve etrafında sürekli güller bitiyor, ayağını bastığı yerde taptaze otlar yeşeriyormuş. Saraylı kadın onu görüp dehşete kapılmış. Bu kıza yaptıklarım ortaya çıkarsa başıma neler gelir diye düşünmüş. Yoksul arabacının nerede yaşadığını biliyormuş. Tek başına yollara düşüp kulübeye varmış ve adama bu evde kötü bir cadı olduğunu söyleyerek onu korkutmuş. Zavallı adam daha önce hiç cadı görmediğinden ölesiye korkmuş ve saraylı kadına ne yapması gerektiğini sormuş. “Önce gücü nereden gelirmiş, onu bul,” demiş saraylı kadın. “Ben gelir gerisini hallederim.”

Gül Güzeli eve döndüğünde ihtiyar adam ilk iş nasıl olup da sıradan bir fani olduğu hâlde bunca esrarlı gücü olduğunu sormuş ona. Kız hiçbir şeyden şüphelenmeyerek gücünü üç periden aldığını; tılsımı canlı olduğu sürece incilerin, güllerin ve taze otların kendisine eşlik edeceğini anlatmış.

“Nedir bu tılsım?” diye sormuş ihtiyar adam.

Genç kız, “Tepede yavru bir geyik yaşar. Ne zaman ki o ölür, ben de ölür kalırım,” diye yanıtlamış.

Saraylı kadın ertesi gün gizlice çıkıp gelmiş, arabacıdan her şeyi öğrenmiş ve büyük bir mutlulukla saraya dönmüş. Kızına yakınlardaki tepede bir yavru geyiğin yaşadığını, kocasından o geyiği istemesini söylemiş. Sultan hiç zaman yitirmeden kocasına gidip tepedeki yavru geyikten bahsetmiş ve o geyiğin kalbini getirip ona yedirmesi için yalvarmış. Şehzade’nin adamları kısa sürede geyiği yakalayıp öldürmüşler ve kalbini çıkarıp Sultan’a vermişler. Geyikle aynı anda Gül Güzeli de ölmüş. Arabacı genç kızı gömmüş ve derin bir yasa gömülmüş.

Küçük geyiğin kalbinde kimsenin fark etmediği küçük, kırmızı bir mercan parçası varmış. Sultan geyiğin kalbini yerken o mercan düşüp yuvarlanmış ve sanki gizlenmek istermiş gibi merdivenlerin arasına sıkışmış.

Aradan dokuz ay on gün geçmiş, Şehzade’nin karısı, ağladığında gözünden inciler dökülen, güldüğünde yanaklarında güller biten, bastığı yerde otlar yeşeren küçük bir kız bebek doğurmuş.

Şehzade derin düşüncelere dalmış; zira küçük kız onu doğuran kadına benzemiyormuş, Gül Güzeli’nin ise bir kopyasıymış âdeta. Bir gece Gül Güzeli rüyasına girene kadar hiçbir gece huzurlu bir uyku çekememiş. O gece rüyasına giren Gül Güzeli, “Ah, şehzadem! Ah, sevgilim! Ruhum bu sarayın basamaklarında, bedenim mezarda, senin kızın aslında benim kızım ve tılsımım küçük mercan taş,” demiş.

Şehzade uyanır uyanmaz merdivenlere koşmuş ve her yeri köşe bucak aramış. Bir aralıkta ne görsün? Küçük mercan bir taş! Taşı alıp odasına götürmüş ve masanın üzerine koymuş. Bu sırada küçük kızı da odaya girerek mercanı görmüş. Taşı eline alır almaz sanki hiç var olmamış gibi yitip gitmiş. Üç peri, küçük kızı alıp annesinin mezarına götürmüş. Küçük kız mercanı ölü kadının ağzına koyar koymaz Gül Güzeli yeni bir yaşama uyanmış.

Fakat Şehzade’nin içi hiç huzurlu değilmiş. Mezarlığa gidip bir tabutun içinde kollarında kızıyla Gül Güzeli’ni bulmuş karşısında. Hem ağlayıp hem gülerken ikisinin de gözünden inciler dökülüyor, dudaklarından yere güller saçılıyormuş. Şehzade’ye doğru ilerlerken bastıkları her yerden yemyeşil otlar fışkırmış.

Saraylı kadın ve kızı yaptıklarının cezasını çekerken Gül Güzeli, babasıyla ve sultanın kızı olan annesiyle yeniden bir araya gelmiş. Bunun şerefine kırk gün kırk gece davullar çaldırmışlar.

Yarım Akıllı Mehmet

Evvel zaman içinde, develer tellal iken, kurbağalar kanatlanıp uçar iken, bense havada süzülüp yeryüzünde yürüyerek dereleri tepeleri aşarken, birlikte yaşayan iki kardeş varmış.

Babalarından onlara kalan, birkaç öküz ile birkaç hayvan, bir de hasta analarıymış. Günün birinde, küçük kardeşin içine malları bölüşme arzusu düşüvermiş (Allah yardımcısı olsun, biraz da yarım akıllıymış bu kardeş). Abisine gidip demiş ki, “Bak şimdi abi, şuradaki iki ahırı görüyor musun? Biri olabildiğince yeni, diğeri ise eski ve harap. Gel bizim hayvanları buraya getirip serbest bırakalım. Yeni ahıra gidenler benim olsun, diğerleri de senin.”

“Öyle olmaz Mehmet,” demiş abisi. “Eski ahıra gidenler senin olsun.” Bizim yarım akıllı Mehmet kabul etmiş. Hemen gidip öküzleri getirmişler. Zavallı, ihtiyar ve kör bir öküz dışındaki bütün öküzler yeni ahıra gitmiş. Mehmet tek laf etmeden gidip kör, ihtiyar öküzü almış, otlamaya çıkarmış. Her sabah gelip öküzünü alıyor, otlamaya götürüyor, akşamları da geri getiriyormuş. Bir gün yolda giderken birden öyle bir rüzgâr çıkmış ki yolun kenarındaki devasa ağacın geniş dalları sızlanır gibi uğuldamaya başlamış. “Hey, sızlanan ağaç!” demiş bizim yarım akıllı, ağaca. “Abimi gördün mü?” Ağaç onu duymamış gibi sızlanmaya devam etmiş. Budala Mehmet öyle öfkelenmiş ki baltasını aldığı gibi ağaca vurmaya başlamış. Ağacın gövdesinde açılan yarıktan birden çil çil altınlar dökülmeye başlamış. Bunun üzerine yarım akıllı hemen eve gidip toprağı çift öküzle süreceğini söyleyerek abisinden ödünç bir öküz istemiş. Bir araba ile birkaç boş çuval da bulmuş bir yerlerden. Çuvalları toprakla doldurarak ağacın yanına götürmüş. Orada toprağı boşaltarak çuvalları altınlarla doldurmuş ve eve götürmüş. Abisi bu müthiş hazineyi görünce şaşkınlıktan hayretler içinde kalmış.



İki kardeş ellerindeki altınları bölüşmek isteyince küçük kardeş komşularına gidip bir terazi istemiş. Meraklı komşu, bu budala gencin ne tartacağını merak ettiğinden terazinin kefesinin dibine bir parça katran sürmüş. Çok geçmeden bizim yarım akıllı teraziyi geri götürmüş. Kefelerden birinin dibinde bir altın sikke gören komşu hemen gidip bu durumu bir başka komşusuna anlatmış. O birine, o diğerine derken çok geçmeden herkes her şeyi öğrenmiş.

Daha akıllı olan abi, bunca parayla ne yapacaklarını düşünüp korkmaya başlamış. Gidip bir kazma kürek getirmiş, bir çukur kazıp hazineyi oraya gömmüş. Sonra da tabana kuvvet kaçmaya başlamışlar. Biraz sonra abi evin kapısını kapamayı unuttuğunu hatırlayarak kardeşini kapıyı kapaması için geri göndermiş. Deli Mehmet eve dönmüş. Sonra kendi kendine, “Ben burada olduğuma göre ihtiyar annemi de unutmamalıyım,” demiş. Büyük bir kazanı suyla doldurup kaynatmış, sonra da zavallı anneciğini kazana yerleştirerek sesi kesilene kadar haşlamış. Daha sonra ihtiyar kadını bir süpürgeyle birlikte duvara dayayarak kapıyı menteşelerinden söküp omuzlarına almış ve ormanda bekleyen abisinin yanına dönmüş.

Abi, kardeşinin sırtındaki kapıyı görüp zavallı annesinin başına gelenleri dinleyince doğal olarak kardeşine sinirlenmiş ama kardeşi çok akıllıca davrandığını düşünerek övünüyormuş. Kapıyı yanında getirdiği için artık kimsenin içeri giremeyeceğini söylemiş. Abisi budala kardeşinden kurtulmak için her şeyini verirmiş. İçten içe bu işi nasıl halledeceğini düşünmeye başlamış. Önüne bakmış, ardına bakmış, yola bakmış ve üç atlının dörtnala onlara doğru geldiğini görmüş. İki kardeş, bu atlıların peşlerinde olduğunu düşünerek kapıyla birlikte bir ağaca tırmanmaya başlamışlar. Tam yerlerini almışlar ki üç atlı gelip ağacın dibine yerleşmiş. Akşam karanlığı çöktüğünden atlılar iki kardeşi görememiş.

 


Aslında birisi yarım akıllı olmasa, iki kardeşin ağacın tepesine çıkması çok iyi bir kararmış. Budala Mehmet, ağacın altında uzanan atlıları rahatsız edecek şakalar yapmaya başlamış. Sonra nasıl olduysa, bam! Uyuyan üç atlının ayaklarının dibine o koca kapı düşüvermiş. Adamlar, “Dünyanın sonu geldi! Dünyanın sonu geldi!” diye bağıra bağıra korkuyla kaçmışlar. Öyle bir kaçmışlar ki belki hâlâ koşuyorlardır. Büyük kardeş için bu olay bardağı taşıran son damla olmuş. Sabah kalkmış ve kendi yoluna giderek yarım akıllı kardeşini bir başına bırakmış.

Zavallı budala Mehmet artık dünyada yapayalnızmış. Bir köye varana dek yürümüş de yürümüş. Köye vardığında karnı zil çalıyormuş. Bir caminin kapısında durup kendine yiyecek bir şeyler almak için girip çıkanlardan para istemiş. Çok geçmeden içeriden şişman, kısa boylu bir adam çıkmış. Gözlerini Mehmet’e dikerek kendisi için çalışmak isteyip istemeyeceğini sormuş.



“Sen istiyorsan neden olmasın,” demiş Mehmet. “Ama bir şartım var: Ne olursa olsun ikimiz de birbirimize öfkelenmeyeceğiz. Eğer bana öfkelenirsen, seni öldüreceğim. Ben sana öfkelenirsem sen de beni öldürebilirsin.” Şişman adam bu şartı kabul etmiş, çünkü köyde hizmetli bulmak çok zormuş.



Uzun lafın kısası, bizim yarım akıllı ilk iş efendisinin kümeslerindeki tavukları, ahırındaki koyunları tek tek kesmiş. Sonra gidip efendisine, “Kızdın mı?” diye sormuş. Efendisi çok şaşırmış ama “Kızmak mı? Tabii ki hayır! Neden kızacakmışım?” demiş yalnızca. Fakat adam artık ondan korktuğu için hiçbir şey yapmadan evde oturmasına izin vermiş.

Efendisi artık hem karısına hem çocuğuna hem de Mehmet’e bakıyormuş. Mehmet çocuğu havaya atıp tutmayı çok seviyormuş ama sakar olduğundan düşürüp canını yakıyormuş, o yüzden çok geçmeden bunu yapmayı bırakmış. Efendisinin karısıysa hayvanların başına gelenlerden sonra sıranın er ya da geç kendilerine geleceğinden korkuyormuş. Bu yüzden kocasını bir gece vakti bu deliden kaçmak için ikna etmiş. Mehmet onların konuşmalarını duyup sandıklarından birine gizlenmiş. Aile bir sonraki köye vardığında sandığı açmış ve Mehmet birden dışarı fırlayıvermiş.

Bir süre sonra efendi ile karısı bir plan yapmış. Bir gece gidip gölün kıyısında yatacaklarmış. Mehmet’i de yanlarında götürecek, yatağını suyun hemen kıyısına sereceklermiş. Böylece Mehmet uyurken onu suya iteceklermiş. Ama bizim yarım akıllı Mehmet o kadar da aptal değilmiş. Kendisi yerine efendisinin karısının suya düşmesini sağlamış. “Kızdın mı?” diye sormuş efendisine. “Kızdım ya!” demiş adam. “Nasıl kızmayayım? Mallarımı mahvettin, karımı ve çocuğumu öldürdün, beni dilenecek hâle getirdin. Hepsi senin yüzünden!” Deli Mehmet efendisini yakalayıp tanıştıkları günkü anlaşmaları gereği suya atıvermiş.

Mehmet bir kez daha yapayalnız kalmış. Aylak aylak yürümeye başlamış. Kahvesini içip çubuk tüttürmekten başka bir şey yapmıyor, arada omzunun üzerinden geriye bakıp rahat rahat yürümeye devam ediyormuş. Bir gün yine böyle avare avare dolaşırken yerde beş para bulmuş. Hemen gidip leblebi almış bu parayla ve yemeye başlamış. Yol kenarındaki bir kuyunun yanından geçerken leblebilerinden birini kuyuya düşürmüş. Bunun üzerine avazı çıktığı kadar bağırmaya başlamış: “Leblebimi geri ver! Leblebimi geri ver!” Derken kuyudan bir dudağı yerde bir dudağı gökte korkunç bir cin uzatmış başını. “Ne dilersin?” diye sormuş cin. “Leblebimi isterim, leblebimi isterim!” diye haykırmış Mehmet.

Cin kuyuya geri girmiş. Yeniden yukarı çıktığında elinde küçük bir masa varmış. Deli adama bu masayı vermiş. “Acıktığın zaman ‘Küçük masa, bana yemek ver,’ demen yeterli. Doyduğun zaman da ‘Küçük masa, bu kadarı yeter,’ de,” demiş.



Mehmet masayı aldığı gibi köye dönmüş. Bir süre sonra acıkıp “Küçük masa bana yemek ver!” demiş. Karşısında birbirinden güzel yemeklerle dolu bir masa belirmiş. Mehmet hangisinden başlayacağına karar verememiş. Sonra, “Köydeki yoksulları da bu mucizeden haberdar etmeliyim,” diye düşünerek hepsine bir ziyafet çekmiş.

Köylüler arka arkaya gelmeye başlamış. Sağa bakmışlar, sola bakmışlar ama ne bir ateş görmüşler ne de herhangi bir yemek hazırlığı. “Bizimle dalga geçti herhâlde,” diye düşünmüşler. Ama genç adam masasını getirip orta yere bırakmış ve “Küçük masa, bana yemek ver!” diye haykırmış. Köylülerin karşısında aniden bir sürü lezzetli yiyecek ve içecek belirmiş. O kadar çok yemek varmış ki bütün davetliler tıkabasa doydukları hâlde hizmetçilere de yetecek yemek kalmış arkalarında. Köylüler kafa kafaya vererek her gün böyle bir yemek yemenin yolunu düşünmeye başlamışlar. İçlerinden bazıları, “Bir gün Mehmet’in üzerine yürüyüp masayı elinden alalım da bu ahmağın ihtişamlı sofrası bizim olsun,” önerisinde bulunmuş. Öyle de yapmışlar.

Bizim yoksul ve aç yarım akıllı ne yapsın? Gitmiş yine yol kenarındaki kuyunun başına, “Leblebimi isterim! Leblebimi isterim!” diye haykırmaya başlamış. O kadar çok tekrar etmiş ki bunu, sonunda cin yine başını kuyudan çıkarıp ne olduğunu sormuş. “Leblebimi isterim, leblebimi isterim,” demiş deli.

“Peki masan nerede?” diye sormuş cin.

“Çaldılar,” diye yanıtlamış Mehmet.

Koca dudaklı cin tekrar kuyuya dalmış ve bu kez elinde küçük bir değirmenle çıkmış. Elindekini deliye uzatarak, “Sağa çevirdiğinde altın dökülür, sola çevirdiğinde gümüş,” demiş. Genç adam değirmeni alıp evine gitmiş. Değirmeni önce sağa, sonra sola çevirmiş. Önünde bir yığın altın ve gümüş duruyormuş. O kadar zengin olmuş ki ne köyde ne şehirde bir dengi varmış.

Ama çok geçmeden köy ahalisi bu küçük değirmenden haberdar olmuş. Yine kafa kafaya verip planlar kurmuşlar. Mehmet bir sabah kulübesinde uyandığında küçük değirmenin yerinde yeller estiğini görmüş. Bir kez daha kuyunun başına koşarak, “Leblebimi isterim, leblebimi isterim!” diye haykırmış.

Koca dudaklı cin, “İyi de masan nerede? Değirmenin nerede?” diye sormuş.

Yarım akıllı genç, “İkisini de çaldılar,” diyerek acı acı ağlamaya başlamış.

Cin bir kez daha kuyuya dalmış ve elinde iki değnekle geri dönmüş. Bu değnekleri Mehmet’e verirken sakın ama sakın “Vurun, vurun değnekler!” dememesini tembihlemiş.

Mehmet değnekleri almış, sağını solunu incelemiş ama ne işe yaradıklarını çözememiş. Sonra “Vurun, vurun değnekler!” demenin ne işe yarayacağını merak etmiş. O, bu sözleri söyler söylemez değnekler acımasızca ona vurmaya başlamışlar. Mehmet’in vücudunda vurulmadık yer kalmamış. Başına, ayaklarına, kollarına, sırtına vurdukça vurmuşlar. Mehmet’in her yanı ağrıyormuş. “Durun, durun değnekler!” diye haykırmış Mehmet can havliyle. O da ne? İki değnek, o bu sözleri söyler söylemez durmuş. Mehmet onca ağrı ve acıya rağmen çok neşeliymiş, çünkü içinde bulunduğu gizemli durumu çözmenin bir yolunu bulmuş.

Değneklerini almış ve hemen evine dönüp köylüleri davet etmiş. Neden davet ettiğine dair de hiçbir şey söylememiş. Birkaç saat içinde herkes Mehmet’in evinde toplanıp büyük bir merakla yeni gösteriyi beklemeye başlamış. Mehmet elinde iki değnekle gelip, “Vurun, vurun değneklerim! Vurun, vurun!” demiş. Bunun üzerine iki değnek bütün köylüleri davul çalar gibi dövmeye başlamış. Adamlar çaresizlik içinde merhamet dilenirken aklı başına gelen Mehmet, “Masamı ve değirmenimi bana geri verene kadar kimseye merhamet edecek değilim,” demiş.

Yara bere içindeki köylüler her şeye razıymış, hemen gidip değirmenle masayı getirmişler. Mehmet ancak bundan sonra “Durun, durun değnekler!” demiş ve her yere yeniden huzur çökmüş.

Mehmet üç değerli hediyesiyle birlikte kendi köyüne dönmüş. Artık hem varlıklıymış hem de aklı başına gelmiş. Abisi de oradaymış. Gömdüğü hazinenin hepsini ona vermiş. İki kardeş evlenecek birer eş bulmuşlar ve kendi dünyalarında yaşamışlar. Zengin olan Deli Mehmet, köyün en akıllı adamıymış artık.


Бесплатный фрагмент закончился. Хотите читать дальше?
Купите 3 книги одновременно и выберите четвёртую в подарок!

Чтобы воспользоваться акцией, добавьте нужные книги в корзину. Сделать это можно на странице каждой книги, либо в общем списке:

  1. Нажмите на многоточие
    рядом с книгой
  2. Выберите пункт
    «Добавить в корзину»