Piramit ve Diğer Wallander Maceraları

Текст
Из серии: Kurt Wallander #9
0
Отзывы
Читать фрагмент
Читайте только на ЛитРес!
Отметить прочитанной
Как читать книгу после покупки
  • Чтение только в Литрес «Читай!»
Шрифт:Меньше АаБольше Аа

“Dün gece seni aradım,” dedi.



“Bütün gece çalıştım.”



“Kimse cevap vermeyince yanlış numara olduğunu düşündüm, bu yüzden kontrol etmek için Mona’yı aradım.”



Wallander neredeyse ahizeyi düşürüyordu.



“Ne yaptın?”



“Mona’yı aradım ve telefon numaranı istedim.”



Wallander’in bunun sonuçlarının ne olacağı konusunda hiç şüphesi yoktu. Helena’nın araması, Mona’nın kıskançlığının tüm gücüyle alevlenmesi anlamına geliyordu. İlişkilerini daha da çıkmaza sokacaktı.



“Orada mısın?” diye sordu.



“Evet,” dedi Wallander, “ama şimdi kız kardeşim burada.”



“İşteyim, beni arayabilirsin.”



Wallander telefonu kapatıp mutfağa döndü. Kristina merakla ona bakıyordu.



“Hasta mısın?”



“Hayır,” dedi. “Ama galiba şimdi işe gitmem gerek.”



Salonda vedalaştılar.



“Bana inanmalısın,” dedi Wallander. “Sana her söylediğine inanmamalısın. Vaktim olur olmaz onu görmeye geleceğimi söyle. Tabii eğer bana bu evin nerede olduğunu söyleme zahmetine girerseniz.”



“Löderup’un kenarında,” dedi Kristina. “Önce bir kasaba marketinin yanından geçiyorsun, sonra söğütlerle çevrili bir yoldan aşağı iniyorsun. Yol bitince ev solda kalıyor, taş duvarla çevrili. Siyah bir çatısı var ve çok hoş bir ev.”



“Oraya ne zaman gittin?”



“İlk eşyalar dün gitti.”



“Ne kadara aldığını biliyor musun?”



“Söylemez.”



Kristina gitti. Wallander mutfak penceresinden ona el salladı. Babasının onun hakkında söylediklerine öfkelenmeyi başka zamana bıraktı. Helena’nın söylediği daha ciddiydi. Wallander onu aradı. Şu an başka biriyle görüştüğü söylenince ahizeyi çarparak yerine koydu. Kontrolünü nadiren kaybederdi ama şimdi o âna yakın olduğunu fark etti. Tekrar aradı, hâlâ meşguldü. Mona ilişkimizi bitirecek, diye düşündü. Helena’ya yeniden kur yapmaya başladığımı sanıyor. Ne söylediğimin bir önemi yok, nasıl olsa bana inanmayacak. Tekrar aradı, bu sefer ulaşabildi.



“Neden aramıştın beni?”



“Bu kadar tatsız konuşmak zorunda mısın? Aslında sana yardım etmeye çalışıyordum.”



Cevap verirken sesi yine buz gibiydi.



“Gerçekten Mona’yı araman gerekli miydi?”



“Artık seninle ilgilenmediğimi biliyor.”



“İnanır mı sence? Mona’yı tanımıyorsun.”



“Telefon numaranı bulmaya çalıştığım için özür dilemeyeceğim.”



“Neden aradın?”



“Kaptan Verke’den bazı bilgiler aldım. Hatırlıyor musun? Burada eski bir denizci kaptanımız olduğunu söylemiştim.”



Wallander hatırlamıştı.



“Önümde bazı kayıtlar var, son on yıldır İsveç gemilerine çalışan denizci ve mühendislerin listesi. Tahmin edebileceğin gibi, oldukça fazla insan var. Bu arada, bahsettiğin adamın sadece İsveç’e kayıtlı gemilerde görev yaptığından emin misin?”



“Hiçbir şeyden emin değilim,” dedi Wallander.



“Listeyi buradan alabilirsin,” dedi. “Zamanın olduğunda. Ama tüm öğleden sonra toplantıda olacağım.”



Wallander erken geleceğine söz verip telefonu kapattı ve şimdi yapması gerekenin Mona’yı arayıp durumu açıklamak olduğunu düşündü. Ama aramadı, sadece cesaret edemedi.



Sekize on vardı. Paltosunu giydi.



Bütün gün devriye gezeceğini düşününce iyice umutsuzluğa kapıldı. Telefon tekrar çaldığında evden çıkmak üzereydi. Mona, diye düşündü. Kesin tüm öfkesini kusmak için arıyordur. Derin bir nefes aldı ve ahizeyi kaldırdı.



Arayan Hemberg’di.



“Miden ne âlemde?”



“Şimdi emniyete gidiyordum.”



“İyi. Gel de bana uğra. Lohman’la konuştum. Ne de olsa daha fazla konuşmamız gereken bir tanıksın. Yani bugün devriyen yok. Hatta uyuşturucu satılan mahallelere yapılan baskınlara da katılman gerekmeyecek.”



“Yola çıkıyorum,” dedi Wallander.



“Saat onda gel. Arlöv’deki cinayet hakkında planladığımız bir toplantıya katılabileceğini düşündüm.”



Konuşma bitmişti. Wallander saatine baktı. Nakliye şirketinde kendisini bekleyen listeyi almak için zamanı vardı. Mutfak duvarındaki Rosengård’a giden otobüs seferlerini yazan programa baktı. Acele ederse otobüsü yakalayabilirdi.



Dış kapıdan çıktığında Mona’yla karşılaştı. Bunu beklemiyordu. Ne olacağı konusunda da bir fikri yoktu. Üzerine doğru gelip sol yanağına bir tokat attı. Sonra arkasını dönüp uzaklaştı.



Wallander o kadar şaşırmıştı ki hiçbir tepki veremedi. Yanağı yanıyordu. Arabasının kapısını açan bir adam da merakla onlara bakıyordu.



Mona çoktan gitmişti. Yavaşça otobüs durağına yürümeye başladı. Artık midesinde bir düğüm vardı. Bu kadar sert tepki vereceği hiç aklına gelmemişti.



Otobüs geldi. Wallander, Merkez İstasyon’a giden otobüse bindi. Sis dağılmıştı ama hava bulutluydu. Sabah çiseleyen yağmur hız kesmeden devam ediyordu. Otobüste oturduğunda kafası tamamen boştu. Dün geceki olaylar silikleşmişti. Sandalyesinde ölü oturan kadın sanki hayal gibiydi. Gerçek olan tek şey Mona’nın hiç tereddüt etmeden ona vurup, sonra tek kelime etmeden çekip gitmiş olmasıydı.



Onunla konuşmalıyım, diye düşündü. Şimdi değil, hâlâ üzgünken olmaz, bu gece ama sonra.



Otobüsten indi. Yanağı hâlâ acıyordu. Tokat çok sertti. Bir vitrinden yüzüne baktı. Yanağındaki kızarıklık oldukça belirgindi.



Oyalandı, ne yapması gerektiği konusunda kafası karışmıştı. Lars Andersson’la bir an önce konuşması gerektiğini düşündü. Yardım ettiği için ona teşekkür edip neler olduğunu açıklamalıydı.



Sonra aklına babasının Löderup’taki hiç görmediği evi geldi. Ardından çocukluk evini düşündü.



Yürümeye başladı. Malmö şehir merkezinde bir kaldırımda hareketsiz dikilmenin hiçbir şeye faydası yoktu.



Wallander, Helena’nın danışmaya bıraktığı büyük zarfı aldı.



“Onunla konuşmam gerek,” dedi danışmadaki görevliye.



“Meşgul,” cevabını verdi görevli. “Benden sana bunu vermemi istedi.”



Wallander, Helena’nın muhtemelen sabahki konuşmadan dolayı kızgın olduğunu ve onu görmek istemediğini düşündü. Bunu anlaması çok zor değildi.



Wallander emniyete geldiğinde dokuzu beş dakikadan fazla geçmemişti. Odasına gittiğinde kimsenin onu beklemediğini gördü. Sabah olanları bir kez daha düşündü. Mona’nın çalıştığı kuaförü arasa, konuşmak için zamanı olmadığını söylerdi kesin. Geceye kadar beklemesi gerekecekti.



Zarfı açtı ve Helena’nın ortaya çıkarmayı başardığı çeşitli nakliye şirketlerinin isim listelerinin ne kadar uzun olduğuna şaşırdı. Artur Hålén’in adını aradı ama yoktu. Gördüğü en yakın isimler, çoğunlukla Gränges nakliye hattında çalışan Håle adında bir denizci ve Johnson hattında çalışan Hallén adında bir baş mühendisti. Wallander kâğıt yığınını kenara itti. Önündeki kayıtlar tamsa, bu Hålén’in İsveç ticaret filosuna kayıtlı hiçbir gemide çalışmadığı anlamına geliyordu. O zaman onu bulmak neredeyse imkânsız olurdu. Wallander birden ne yapacağını artık bilemedi. Aradığı şey neydi ki?



Listeleri gözden geçirmesi neredeyse kırk beş dakikasını almıştı. Ayağa kalktı ve bir üst kata çıktı. Koridorda amiri Lohman’la çarpıştı.



“Bugün Hemberg’le birlikte olman gerekmiyor muydu?”



“Gidiyordum.”



“Her neyse, Arlöv’de ne yapıyordun?”



“Uzun hikâye, Hemberg’le bu yüzden görüşecektim zaten.”



Lohman başını salladı ve aceleyle devam etti. Wallander, meslektaşlarının o gün uğraşmak zorunda kalacağı uyuşturucu dolu kasvetli ve iç karartıcı mahallelere gitmek zorunda kalmadığı için rahatladı.



Hemberg odasında oturmuş bazı kâğıtları karıştırıyordu. Her zamanki gibi ayaklarını masaya uzatmıştı. Wallander kapıda göründüğünde başını kaldırdı.



“Ne oldu sana?” diye sordu Hemberg yanağını işaret ederek.



“Kapıya çarptım,” dedi Wallander.



“Tam da istismara uğrayan kadınların eşlerini ele vermemek için söyledikleri gibi,” dedi Hemberg neşeyle ve koltuğuna kuruldu.



Wallander anladığını hissetti. Hemberg’in gerçekte ne düşündüğünü anlaması gittikçe zorlaşıyordu. Hemberg, karşısındakini sürekli kelimelerin ardındaki anlamı aramaya iten iki taraflı bir dile sahip gibi görünüyordu.



“Hâlâ Jörne’den kesin sonuçlar bekliyoruz,” dedi Hemberg. “Biraz zaman alacak. Kadının tam olarak ne zaman öldüğünü öğrenmediğimiz sürece, Hålén’in onu öldürüp sonra eve gittiğini, ardından pişmanlık ya da korkudan kendini vurduğu varsayımına devam edemeyiz.”



Hemberg kâğıtlarını kolunun altına sıkıştırmış, ayakta duruyordu. Wallander koridorun sonundaki bir toplantı odasına kadar onu takip etti. Wallander’e düşmanca bakan Stefansson’un da aralarında bulunduğu birkaç polis oradaydı. Sjunnesson dişlerini karıştırıyor ve kimseye bakmıyordu. Wallander’in tanıdığı iki adam daha vardı. Birinin adı Hörner, diğerinin adı Mattsson’du. Hemberg masanın başına oturup Wallander’e bir sandalye gösterdi.



“Devriye ekibi şimdi de bize mi yardım ediyor?” dedi Stefansson. “Şu lanet olası protestocularla yeterince ilgilenmiyorlar mı?”



“Devriye ekibinin olayla hiçbir ilgisi yok,” dedi Hemberg. “Ama o kadını Arlöv’de bulan kişi Wallander. Bu kadar basit.”



Wallander’in varlığından sadece Stefansson hoşlanmamış gibiydi. Diğerleri nazikçe başını salladı. Wallander’e fazladan bir kişi olduğu için mutlu oldukları izlenimini verdi. Sjunnesson dişlerinin arasından kürdanı çıkardı. Görünüşe göre bu, Hemberg’in başlayabileceğinin işaretiydi. Wallander soruşturma ekibinin konuyu ele alışındaki yöntemsel yaklaşıma dikkat etti. Mevcut bilgilerden yola çıktılar ama aynı zamanda, olaya çeşitli açılardan bakabilmek için kendilerine zaman tanıdılar. Özellikle de Hemberg. Alexandra Batista neden öldürüldü? Hålén’le ne bağlantısı olabilir? Başka ipucu var mı?



“Hålén’in midesindeki değerli taşlar,” dedi toplantının sonuna doğru Hemberg. “Bir kuyumcu bunların yaklaşık 150.000 kron değerinde olduğunu söyledi. Başka bir deyişle, çok para. Burada bunun çok daha azı için de adam öldürüyorlar.”



“Birkaç yıl önce taksi şoförünün kafasına demir boruyla vurmuştu biri,” dedi Sjunnesson. “Cüzdanında yirmi iki kron vardı.”



Hemberg masanın etrafına baktı.



“Komşular?” diye sordu. “Bir şey gören ya da duyan var mı?”

 



Mattsson notlarına göz attı.



“Gören olmamış,” dedi. “Batista izole bir hayat yaşıyormuş. Market alışverişi dışında nadiren dışarı çıkarmış. Misafiri de pek olmazmış.”



“Biri Hålén’in geldiğini görmüş olmalı?” diye itiraz etti Hemberg.



“Görünüşe göre gören yok ve en yakın komşuları tam bir İsveç vatandaşı. Yani son derecede meraklılar.”



“Onu en son ne zaman görmüşler?”



“Bu konuda farklı görüşler var. Ancak aldığım notlara göre, bunun birkaç gün önce olduğu sonucuna varılabilir. Net olmayan şey, iki gün mü üç gün mü olduğu.”



“Nasıl geçiniyormuş?”



Sonra sıra Hörner’e geldi.



“Pek bir geliri yokmuş gibi görünüyor,” dedi. “Kaynağı kısmen belirsiz diyebiliriz. Brezilya’da şubeleri bulunan bir Portekiz bankası. Bankalardan bilgi almak hep zaman alır. Ama orada çalışmamış. Giysi dolabının, buzdolabının ve kilerinin içindekilere bakılırsa, çok lüks bir hayatı yokmuş.”



“Ya evi?”



“Kredi borcu yok. Eski kocası nakit ödeyerek almış.”



“Kocası?”



“Ölmüş,” dedi Stefansson. “Birkaç yıl önce ölmüş. Karlskoga’ya gömmüşler. Yeniden evlenmiş. Dul eşiyle konuştum ve ne yazık ki biraz utanç vericiydi. Alexandra Batista’yla bir zamanlar birlikte olduğundan haberi olmadığını çok geç anladım. Ama Batista’dan çocuğu yokmuş gibi görünüyor.”



“Olabilir,” dedi Hemberg ve Sjunnesson’a döndü.



“Araştırmaya devam ediyoruz,” dedi. “Bardaklarda farklı parmak izleri var. İçinde kırmızı şarap varmış sanırım. İspanyol şarabı bence. Mutfaktaki boş bir şişeyle eşleştirmeye çalışıyoruz. Kayıtlarımızdaki parmak izleriyle eşleşme var mı diye kontrol ediyoruz. Sonra da Hålén’inkiyle karşılaştıracağız tabii.”



“Interpol kayıtlarında da olabilir,” dedi Hemberg. “Onlardan haber almamız biraz zaman alabilir.”



“Adamı içeri aldığını varsayabiliriz,” diye devam etti Sjunnesson. “Pencerelerde veya kapılarda zorla girildiğine dair herhangi bir iz yoktu. Adamda anahtar da olabilir. Ama buna uyan bir yakını yok. Arkadaşımız Wallander’in bize bildirdiği gibi balkon kapısı açıktı. Batista’nın kedisi ya da köpeği olmadığı için gece hava almaları için açık bırakıldığını düşünemeyiz. Öyle olsaydı Batista’nın herhangi bir şey olacağından korkmadığı veya beklemediği anlamına da gelirdi. Aksi hâlde fail bu kapıdan çıkmış demektir. Evin arkası meraklı gözlerden daha fazla korunuyor.”



“Başka kanıt var mı?” dedi Hemberg.



“Sıra dışı bir şey yok.”



Hemberg önüne serilen kâğıtları itti.



“O zaman yapabileceğimiz tek şey devam etmek,” dedi. “Adli tabibin acele etmesi gerekecek. Öncelikle Hålén’in cinayetle bağlantılı olup olmadığını anlamamız gerek. Şahsen ben öyle olduğunu düşünüyorum. Ancak komşularla konuşmaya devam etmeli ve arka planı didiklemeliyiz.”



Sonra Hemberg, Wallander’e döndü.



“Ekleyeceğin bir şey var mı? Ne de olsa onu sen buldun.”



Wallander başını salladı ve ağzının kuru olduğunu fark etti.



“Bir şey yok mu?”



“Üzerinde durulması gereken başka bir şey fark etmedim.”



Hemberg parmaklarını masanın üzerine vurdu.



“O zaman burada daha fazla oturmamıza gerek yok,” dedi. “Öğle yemeğinde ne olduğunu bilen var mı?”



“Ringa,” dedi Hörner. “Genelde iyi çıkıyor.”



Hemberg, Wallander’den öğle yemeğinde kendisine eşlik etmesini istedi ama Wallander reddetti, iştahı kaçmıştı. Düşünmek için yalnız kalması gerekiyordu. Ceketini almak için odasına gitti. Pencereden yağmurun durduğunu görebiliyordu. Tam odasından çıkmak üzereyken devriye ekibinden bir meslektaşı içeri girip polis şapkasını masalardan birine fırlattı.



“Lanet olsun,” diyerek bir koltuğa yavaşça oturdu.



Adı Jörgen Berglund’du ve Landskrona’nın dışındaki bir çiftlikten geliyordu. Wallander bazen onun lehçesini anlamakta güçlük çekiyordu.



“İki bloğu temizledik,” dedi. “Birinde, haftalardır kayıp olan on üç yaşındaki kaçak kızları bulduk. İçlerinden biri o kadar kötü kokuyordu ki burnumuzu tutmak zorunda kaldık. Bir diğeri tam kaldıracağımız sırada Persson’u bacağından ısırdı. Neler oluyor bu ülkeye? Sen neden yoktun?”



“Hemberg çağırdı,” dedi Wallander. İsveç’te olanlarla ilgili yorumuna ise verecek cevabı yoktu.



Paltosunu alıp çıktı. Danışmada, telefonlara bakan kızlardan biri durdurdu.



“Bir mesajın var,” diyerek cam bölmeden ona bir not verdi. Üzerinde bir telefon numarası vardı.



“Bu nedir?” diye sordu.



“Birisi aradı ve uzaktan bir akrabanız olduğunu söyledi. Onu hatırlayacağından bile emin değildi.”



“Adının ne olduğunu söylemedi mi?”



“Hayır, ama yaşlı gibiydi.”



Wallander telefon numarasını inceledi. Bir alan kodu vardı: 0411. Bu doğru olamaz, diye düşündü. Babam arayıp kendisini uzaktan bir akraba olarak tanıtıyor, hatta hatırlayamayacağım biri olarak.



“Löderup nerede?” diye sordu.



“Sanırım orası Ystad emniyetinin bölgesi.”



“Polis bölgesini sormuyorum. Nerenin alan kodu?”



“Ystad.”



Wallander notu cebine koyup çıktı. Arabası olsaydı, doğrudan Löderup’a gider ve babasına bu cümleyle ne demek istediğini sorardı. Cevabını alınca da hak ettiği karşılığı verirdi. Bu noktadan sonra da bir daha görüşmeyeceklerini söylerdi. Artık ne poker akşamları ne de telefon görüşmeleri olurdu. Wallander çok uzak olmadığını umduğu cenaze törenine geleceğine de söz verirdi. Ve tüm söylemek istediklerini söylemiş olurdu. Wallander, Fiskehamns Caddesi boyunca yürüdü. Sonra Slotts Caddesi’ne döndü ve Kungs Parkı’na devam etti. İki sorunum var, diye düşündü. En büyüğü ve en önemlisi Mona. Diğeri babam. Her iki sorunu da en kısa sürede çözmeliyim.



Bir banka oturup su birikintisi içinde yıkanan gri serçeleri izledi. Sarhoş bir adam çalıların arkasında uyuyordu. Aslında onu kaldırmalıyım, diye düşündü Wallander. Banka oturtmalı ya da buradan uzaklaşıp başka bir yerde uymasını istemeliyim. Ama şimdi onunla uğraşamam. Olduğu yerde kalabilir.



Banktan kalkıp yürümeye devam etti. Parktan ayrılıp Regements Caddesi’ne çıktı. Hâlâ aç hissetmiyordu. Buna rağmen, Gustav Adolf Meydanı’ndaki bir sosisli sandviç tezgâhında durup sosisli aldı. Sonra emniyete döndü.



Bir buçuktu. Hemberg müsait değildi. Ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Öğleden sonra yapması gereken iş için Lohman’la konuşmalıydı. Ama yapmadı. Bunun yerine Helena’nın ona verdiği listeleri çıkardı. Yine isimlere göz attı. Yüzlerini canlandırmaya, yaşamlarını hayal etmeye çalıştı. Denizciler ve mühendisler. Doğum bilgileri kenarlara not edilmişti. Wallander listeleri tekrar bıraktı. Koridordan alaycı bir kahkahayı andıran bir ses duydu.



Wallander, Hålén’i düşünmeye çalıştı. Komşusu, bahis kuponları yapıyor, fazladan bir kilit taktırıyor ve ardından kendini vuruyor. Her şey Hemberg’in teorisine işaret ediyordu. Hålén nedense Alexandra Batista’yı öldürmüş, sonra da kendi canına kıymıştı.



Wallander’in düşüncesi buydu. Hemberg’in teorisi mantıklı ve açıktı. Yine de Wallander içinin boş olduğunu düşündü. Dışarıdan bakınca uyuyordu ama ya içeriden bakınca? Hâlâ çok bulanıktı. En azından, bu fikir Wallander’in komşusu hakkındaki izlenimine pek uymuyordu. Wallander onda asla şiddet ya da tutku namına bir şey görmemişti.



Elbette en çekingen insan bile belirli koşullar altında öfke ve şiddet patlaması yaşayabilirdi. Ama Hålén’in muhtemelen ilişkisi olduğu bir kadının canına kıydığını düşünmek gerçekten mantıklı mıydı?



Bir şeyler eksik, diye düşündü Wallander. Bu iddianın altı boş.



Daha derin düşünmeye çalıştı ama bir yere varamadı. Dalgın dalgın masadaki listelere baktı. Bu düşüncenin nereden geldiğini bilmeden, aniden kenarlardaki tüm doğum bilgilerine bakmaya başladı. Hålén kaç yaşındaydı? 1898’de doğduğunu hatırladı. Ama hangi tarihte? Wallander danışmayı aradı ve Stefansson’a bağlamasını istedi. İlk çalışında telefonu açtı.



“Ben Wallander. Merak ettim de, Hålén’in doğum tarihi elinizde var mı?”



“Doğum gününü mü kutlamayı planlıyorsun?”



Benden hoşlanmıyor, diye düşündü Wallander. Ama zamanla ona, ondan çok daha iyi bir polis olduğumu göstereceğim.



“Hemberg bir şeyi araştırmamı istedi,” diye yalan söyledi Wallander.



Stefansson ahizeyi bıraktı. Wallander kâğıtları karıştırdığını duyabiliyordu.



“17 Eylül 1898,” dedi Stefansson. “Başka bir şey?”



“Başka bir şey yok,” dedi Wallander ve telefonu kapattı.



Sonra listeleri tekrar gözden geçirdi.



Üçüncü sayfada, bilinçli olarak aramadığı şeyi bulmuştu. 17 Eylül 1898 doğumlu bir mühendis. Anders Hansson. Wallander, Artur Hålén’le baş harfleri aynı, diye düşündü.



Aynı gün doğmuş başka kimse olup olmadığına bakmak için geri kalan tarihleri gözden geçirdi. 19 Eylül 1901 doğumlu bir denizci buldu. En yakını buydu. Wallander telefon rehberini çıkarıp kendi bölgesinin kilise numarasına baktı. Hålén ile aynı binada yaşadıklarından, aynı kiliseye kayıtlı olmaları gerekirdi. Numarayı çevirip bekledi. Bir kadın cevap verdi. Wallander kendisini komiser olarak tanıtmaya devam edebileceğini düşündü.



“Adım Wallander, Malmö emniyetinden arıyorum,” diye başladı. “Birkaç gün önceki bir cinayetle ilgili aramıştım. Cinayet masasından arıyorum.”



Hålén’in adını, adresini ve doğum tarihini verdi.



“Ne bilmek istiyorsunuz?” diye sordu kadın.



“Hålén’in daha önce farklı bir isim kullanıp kullanmadığına dair herhangi bir bilgi.”



“Soyadını değiştirmek gibi mi demek istiyorsunuz?”



Lanet olsun, diye düşündü Wallander. İnsanlar ilk isimlerini değiştirmezler, sadece soyadlarını.



“Bir bakayım,” dedi kadın.



Wallander yanlış yaptığını düşündü. Yeterince düşünmeden harekete geçtim.



Kapatsam mı acaba diye düşündü. Ama kadın aramanın kesildiğini düşünüp merak edebilirdi, sonra da emniyeti arayıp onu isterdi. Bekledi. Kadının tekrar konuşması uzun zaman aldı.



“Ölümüyle ilgili kayıt işlemleri yapılıyor,” dedi. “Bu yüzden biraz uzun sürdü. Ama haklıymışsınız.”



Wallander oturdu.



“Adı daha önce Hansson’muş. 1962’de adını değiştirmiş.”



Doğru, diye düşündü Wallander. Ama yine de yanlış.



“İlk ismi neymiş?”



“Anders.”



“Artur olmalıydı.”



Sürpriz gibi bir cevap geldi.



“Öyleymiş. Bu isimleri seven ya da anlaşamayan ebeveynleri olmalı. Adı Anders Erik Artur Hansson’muş.”



Wallander nefesini tuttu.



“Yardımınız için çok teşekkür ederim.”



Arama sona erdiğinde Wallander, Hemberg’le bağlantı kurmak için sabırsızlanıyordu ama olduğu yerde kaldı. Edindiği bu bilginin ne kadar değerli olup olmadığından emin değildi. Bunu bizzat takip edeceğim, diye karar verdi. Bir yere varmıyorsa kimsenin bilmesine gerek yok.



Wallander not defterini çıkarıp bir özet çıkarmaya başladı. Gerçekten ne biliyordu? Artur Hålén adını yedi yıl önce değiştirmişti. Linnea Almquist bir keresinde Hålén’in 1960’ların başında taşındığını söylemişti. Bunlar uyuyordu. Wallander sonunda elinde kalemle oturuyordu. Sonra kiliseyi tekrar aradı. Aynı kadın cevap verdi.



“Size bir şey sormayı unuttum,” diye özür diledi Wallander. “Hålén’in Rosengård’a ne zaman taşındığını bilmem gerekiyor.”



“Hansson’u kastediyorsunuz,” dedi kadın. “Gidip bakayım.”



Bu sefer çok daha hızlıydı.



“1 Ocak 1962’de taşındığı yazıyor.”



“Daha önce nerede yaşıyormuş?”



“Bilmiyorum.”



“Bu bilginin sizde mevcut olduğunu sanıyordum?”



“Yurt dışı olarak kayıt altına alınmış. Nerede olduğu hakkında bilgi yok.”



Wallander ahizede başıyla onayladı.



“O zaman tamam. Sizi bir daha rahatsız etmeyeceğim.”



Notlarına döndü. Hansson, 1962’de bilinmeyen bir yabancı yerden Malmö’ye taşınır ve aynı zamanda adını değiştirir. Birkaç yıl sonra Arlöv’de bir kadınla ilişkiye başlar. Birbirlerini daha önceden tanıyorlar mıydı, bilmiyorum. Birkaç yıl sonra da kadın öldürüldü ve Hålén intihar etti. Bunun hangi sırayla gerçekleştiği net değil. Ama Hålén kendini öldürdü. Bir bahis kuponu yaptıktan ve kapısına fazladan bir kilit taktırdıktan sonra. Tabii bir de birkaç değerli taşı yuttuktan sonra.



Wallander yüzünü ekşitti. Nasıl devam etmesi gerektiğini bulamamıştı. Bir insan neden adını değiştirir, diye düşündü. Kendini görünmez kılmak için mi? Hiç bulunmak istemediği için mi? Kimse geçmişini veya kim olduğunu öğrenmesin diye mi?



Sen kimsin ya da neydin?



Wallander bunu düşündü. Hålén’i kimse tanımıyordu. Bir münzeviydi. Ancak Anders Hansson adında bir adamı tanıyan insanlar olabilirdi. Peki onları nasıl bulacaktı?



O anda, bir önceki yıl yaşadığı ve bir çözüm bulmasına yardımcı olabilecek bir şey hatırladı. Vapur iskelesinin yanında sarhoşlar arasında kavga çıkmıştı. Wallander anonsa yanıt verip kavgayı ayırmaya giden devriyelerden biriydi. Kavgaya karışanlardan biri Holger Jespersen adında Danimarkalı bir denizciydi. Wallander istemeyerek de olsa kavgaya sürüklendiği izlenimini edinmiş ve üstlerine de bunu anlatmıştı. Jespersen’in hiçbir şey yapmadığı ve diğerleri yakalanırken kavgayı çıkaran adamın serbest kalmasına izin verildiği konusunda ısrar etmişti. Daha sonra Wallander her şeyi unutmuştu.

 



Ancak birkaç hafta sonra Jespersen aniden Rosengård’daki kapısının önünde belirmiş, yardımlarından dolayı teşekkür etmek için ona bir şişe Danimarka aquaviti vermişti. Wallander, Jespersen’in onu nasıl bulduğunu asla bulamamıştı. Ama onu içeri davet etmişti. Jespersen’in alkolle sorunları vardı ama sadece zaman zaman. Genellikle çeşitli gemilerde mühendis olarak çalışırdı. İyi bir hikâye anlatıcısıydı ve son elli yılın tüm Kuzeyli denizcilerini tanıyor gibiydi. Jespersen denizde değilse eğer akşamlarını genellikle Nyhavn’da bir barda geçirdiğini söylemişti. Ayık olduğu zamanlarda hep kahve içerdi. Aksi takdirde bira içerdi ama hep aynı yerde.



Wallander şimdi onu düşünmeye başladı. Jespersen bilir, diye düşündü. Bilmiyorsa bile bir tavsiyede bulunabilirdi.



Wallander kararını çoktan vermişti. Jespersen’in Kopenhag’da olduğunu ve içki alemlerinden birinin ortasında olmadığını umdu. Saat henüz üç olmamıştı. Wallander günün geri kalanında Kopenhag’a gidip geri dönebilirdi. Emniyetteki yokluğu fark edilmiyor gibiydi. Ama geniş boğazı geçmeden önce bir telefon görüşmesi yapması gerekiyordu. Sanki Kopenhag’a gitme kararı ona gerekli cesareti vermiş gibiydi. Mona’nın çalıştığı kuaförün numarasını çevirdi.



Telefona cevap veren dükkânın sahibi, Karin adında bir kadındı. Wallander onunla birkaç kez karşılaşmıştı. Sırnaşık ve her şeye burnunu sokan biri olduğunu düşünmüştü ama Mona iyi bir patron olduğunu söylüyordu. Ona kendini tanıtıp Mona’ya bir mesaj iletmesini istedi.



“Onunla kendin konuşabilirsin,” dedi Karin. “Elimde iş var, çalışıyorum.”



“Bir toplantıdayım,” dedi Wallander, meşgul olduğu izlenimini vererek. “Onu bu gece saat onda arayacağımı söyleyin yeter.”



Karin mesajı ileteceğine söz verdi.



Daha sonra Wallander bu kısa konuşma sırasında terlediğini fark etti, yine de başardığı için mutluydu.



Sonra emniyetten ayrılıp saat üçte kalkan deniz otobüsünü yakalamayı başardı. Bu yılın başlarında sık sık Kopenhag’a gitmişti. Başlarda yalnız gitmişti, sonra da Mona’yla gitmeye başlamıştı. Malmö’den çok daha büyük olan bu şehri seviyordu. Bazen merak ettiği bir opera sahnelendiğinde Det Kongelige Tiyatrosu’na da giderdi.



Deniz otobüslerinden pek hoşlanmıyordu. Yolculuk çok hızlı geçiyordu. Eski feribotlar ona İsveç’le Danimarka arasında gerçekten uzun bir mesafe olduğu hissini daha çok veriyordu, boğazı geçtiğinde yurt dışına seyahat ettiğini hissediyordu. Kahvesini içerken camdan dışarı baktı. Bir gün muhtemelen buraya bir köprü yapacaklar, diye düşündü. Ama büyük ihtimalle o günleri görecek kadar yaşayamayacağım.



Wallander, Kopenhag’a vardığında hava yeniden çiselemeye başlamıştı. Tekneyle Nyhavn’a geçti. Jespersen her zaman takıldığı meyhanenin nerede olduğunu söylemişti. Wallander yarı karanlığa adımını atarken biraz heyecanlanmıştı. Dörde çeyrek vardı. Loş mekâna baktı, birkaç müşteri masalara dağılmış, bira içiyordu.



Bir yerden bir radyo sesi açıldı. Yoksa pikap mıydı? Danimarkalı bir kadın çok duygusal görünen bir şarkı söylüyordu. Wallander, Jespersen’i masalarda göremedi. Barmen bir gazeteyi tezgâhın üzerine yaymış, bulmaca çözüyordu. Wallander yaklaşınca başını kaldırdı.



“Bir bira,” dedi Wallander.



Adam bir Tuborg verdi.



“Jespersen’i arıyorum,” dedi Wallander.



“Holger? Bir saatten önce gelmez.”



“Denizde değil mi yani?”



Barmen gülümsedi.



“Öyle olsaydı, bir saat içinde gelemezdi, değil mi? Genelde beş civarında gelir.”



Wallander bir masaya oturup bekledi. Duygusal kadın sesinin yerini şimdi yine aynı duygusallıkta bir erkek sesi almıştı. Jespersen beş civarında gelirse Wallander, Mona’ya söz verdiği saatten önce sorun yaşamadan Malmö’ye dönmüş olurdu. Şimdi ne söyleyeceğini düşünmeye çalıştı. Yediği tokatı hâlâ kabullenemiyordu. Helena’yla neden iletişim kurduğunu söyleyecekti. Söylediklerine inanana kadar da pes etmeyecekti.



Masalardan birinde bir adam uyuyakalmıştı. Barmen hâlâ bulmacayla uğraşıyordu. Zaman yavaş geçiyordu. Arada sırada kapı açılıyor ve bir an için içeri gün ışığı giriyordu. Biri geldi ve birkaç kişi gitti. Wallander saatine baktı, beşe on var. Hâlâ Jespersen yoktu. Acıktı, bir tabakta birkaç dilim sosis ve bir Tuborg sipariş etti. Wallander, barmenin bir saat önce bara geldiği zamankiyle aynı kelime üzerinde kafa yorduğu hissine kapıldı.



Saat beş oldu, Jespersen hâlâ yoktu. Gelmeyecek, diye düşündü Wallander. Adamın yoldan çıkıp içkiye başladığı günü buldum.



Kapıdan içeri iki kadın girdi. İçlerinden biri bir

schnapps

isteyip bir masaya oturdu. Diğeri tezgâhın arkasına geçti. Barmen gazetesini bırakıp raflara dizilmiş şişeleri karıştırmaya başladı. Görünüşe göre kadın orada çalışıyordu. Şimdi saat beşi yirmi geçiyordu. Kapı açıldı, kot ceket giymiş ve şapka takmış Jespersen içeri girdi. Doğruca tezgâha yürüyüp selam verdi. Barmen ona hemen bir fincan kahve koydu ve Wallander’in masasını işaret etti. Jespersen kupasını aldı, Wallander’i görünce gülümsedi.



“Hiç beklemiyordum,” dedi bozuk bir İsveççeyle. “Kopenhag’da bir İsveçli polis memuru.”



“Memur değil,” dedi Wallander. “Cinayet polisi.”



“Aynı şey değil mi?”



Jespersen sessizce gülerek kahvesine dört şeker attı.



“Her hâlükârda bir ziyaretçinin gelmesi güzel,” dedi. “Buraya gelen herkesi tanıyorum. Ne içeceklerini, ne söyleyeceklerini biliyorum. Onlar da benim hakkımda aynı şeyleri biliyor. Bazen neden başka bir yere gitmediğimi ben de düşünüyorum ama cesaret edebileceğimi sanmıyorum.”



“Neden?”



“Belki biri arkamdan duymak istemeyeceğim bir şey söyler.”



Wallander, Jespersen’in söyled

Бесплатный фрагмент закончился. Хотите читать дальше?
Купите 3 книги одновременно и выберите четвёртую в подарок!

Чтобы воспользоваться акцией, добавьте нужные книги в корзину. Сделать это можно на странице каждой книги, либо в общем списке:

  1. Нажмите на многоточие
    рядом с книгой
  2. Выберите пункт
    «Добавить в корзину»