Piramit ve Diğer Wallander Maceraları

Текст
Из серии: Kurt Wallander #9
0
Отзывы
Читать фрагмент
Читайте только на ЛитРес!
Отметить прочитанной
Как читать книгу после покупки
  • Чтение только в Литрес «Читай!»
Шрифт:Меньше АаБольше Аа

2

Daha sonra Wallander bir kez olsun kuralına göre hareket etmeyi gerçekten başardığını düşündü. Dairesine geri koşmuş, itfaiyeyi aramıştı. Sonra merdiven boşluğuna dönmüş, bir kat yukarı koşmuş ve Linnea Almquist’in kapısını çalıp sokağa çıkmasını sağlamıştı. İlk başta itiraz etmişti ama Wallander ısrar ederek kolundan tutup çıkarmıştı. Ön kapıdan çıktıklarında Wallander dizinde büyük bir kesik olduğunu fark etti. Daireye geri gittiğinde leğene takılıp dizini masanın köşesine çarpmıştı. Kanadığını ancak şimdi fark ediyordu.

Wallander dumanı fark edip itfaiyeyi zamanında aradığından alevler daha kendini göstermeden söndürmesi kolay olmuştu. Yangının nedenini tespit edip etmediklerini öğrenmek için itfaiye şefine yaklaştığında olumlu bir yardım alamamıştı. Öfkeyle dairesine gidip polis rozetini almıştı. İtfaiye şefinin adı Faråker’di, altmış yaşlarındaydı, kırmızı bir yüzü ve gür bir sesi vardı.

“Bana polis olduğunuzu söyleyebilirdiniz,” dedi.

“Bu binada yaşıyorum. İtfaiyeyi arayan bendim.”

Wallander ona Hålén’in başına gelenleri anlattı.

“Çok fazla insan ölüyor,” dedi Faråker kararlı bir şekilde. Wallander bu beklenmedik yorumu nasıl karşılayacağını bilemedi.

“Yani bu, dairenin boş olduğu anlamına geliyor,” dedi Wallander.

“Giriş holünden başlamış gibi görünüyor,” dedi Faråker. “Kundaklama olduğuna kalıbımı basarım.”

Wallander ona sorgular gibi baktı.

“Bunu daha şimdiden nasıl bilebilirsin?”

“Yıllar geçtikçe bir iki şey öğreniyorsun,” dedi Faråker bazı talimatlar verirken. “Bir gün bunu sen de yapacaksın,” diye devam etti ve eski bir pipoyu tütünle doldurmaya başladı.

“Eğer kundaklamaysa, olay yeri inceleme polisinin çağrılması gerekecek, değil mi?” dedi Wallander.

“Zaten yoldalar.”

Wallander bazı meslektaşlarına katılarak meraklı izleyicileri uzak tutmalarına yardım etti.

“Bugün ikincisi,” dedi adı Wennström olan polislerden biri. “Bu sabah Limhamn yakınlarında bir odun yığını alev almıştı.”

Wallander, bir an babasının taşındıktan sonra evi yakmaya karar verip vermediğini merak etti. Ancak bu düşünceden hemen vazgeçti.

Bir araba kaldırıma yanaştı. Wallander, gelenin Hemberg olduğunu görünce şaşırdı. Wallander’e el salladı.

“Haberi duydum,” dedi. “Lundin’in gelmesi gerekiyordu ama adresi bildiğim için ben geldim.”

“İtfaiye şefi bunun kundaklama olduğunu düşünüyor.”

Hemberg yüzünü ekşitti.

“İnsanlar pek çok şey düşünür,” dedi. “Faråker’i neredeyse on beş yıldır tanıyorum. Yananın bir baca veya araba motoru olması önemli değil. Onun için her şey şüpheli bir kundaklama vakası. Benimle gel, belki bir şeyler kaparsın.”

Wallander onu takip etti.

“Sence ne olmuştur burada?” diye sordu Hemberg.

“Kundaklama.”

Faråker son derece emin görünüyordu. Wallander, iki adam arasında köklü, karşılıklı bir gerilim olduğunu hissetti.

“Burada yaşayan adam öldü. Yangını kim çıkarmış olabilir?”

“Bunu bulmak senin işin. Sadece kundaklama olduğunu söylüyorum.”

“İçeri girebilir miyiz?”

Faråker, güvenlikten sorumlu itfaiyecilerden birine bağırdı. Yangın sönmüş ve duman gitmişti. İçeri girdiler. Giriş holünde, ön kapının yanındaki kısım yanmıştı. Ancak alevler, holü oturma odasından ayıran bölümden daha öteye ulaşmamıştı. Faråker kapıdaki mektup kutusunu işaret etti.

“Buradan başlamış olabilir,” dedi. “Önce için için yanmış, sonra alev almış. Kendi kendine alev alabilecek bir elektrik kablosu ya da başka bir şey yok.”

Hemberg kapının yanına çömeldi. Sonra burnunu çekti.

“Bu kez haklı olman mümkün,” dedi ve ayağa kalktı. “Koku var. Gaz yağı olabilir.”

“Benzin olsaydı, yangın farklı olurdu.”

“Yani biri posta kutusundan mı attı?”

“Bu en olası senaryo.”

Faråker paspasın kalıntılarını ayağıyla dürttü.

“Kâğıt yok,” dedi. “Daha büyük olasılıkla bir bez parçası ya da pamuk kullanmış.”

Hemberg kasvetli bir şekilde başını salladı.

“Ölmüş insanların evinde yangın çıkaran baş belaları olabilir.”

“Senin sorunun,” dedi Faråker. “Benim değil.”

“Adli tıptan buna bakmasını istememiz gerekecek.”

Bir an için Hemberg endişeli göründü. Sonra Wallander’e baktı.

“Kahve bulabilir miyiz?”

Wallander’in dairesine girdiler. Hemberg, devrilmiş leğene ve yerdeki su birikintisine baktı.

“Yangını kendin mi söndürmeye çalışıyordun?”

“Ayak banyosu yapıyordum.”

Hemberg dikkatle ona baktı.

“Ayak banyosu?”

“Bazen ayaklarım ağrıyor.”

“O hâlde yanlış ayakkabı giyiyor olmalısın,” dedi Hemberg. “On yıldan fazla devriye gezdim ama ayaklarımla ilgili hiç sorun yaşamadım.”

Wallander kahveyi hazırlarken Hemberg mutfak masasına oturdu.

“Bir şey duydun mu?” diye sordu Hemberg. “Merdivenlerde kimse var mıydı?”

“Hayır.”

Wallander bu sefer de uyuduğunu itiraf etmenin utanç verici olduğunu düşündü.

“Orada birileri hareket ediyor olsaydı, duyar mıydın?”

“Ön kapının çarptığını duyabilirsiniz,” dedi Wallander kasıtlı bir muğlaklıkla. “Muhtemelen birinin girdiğini duyardım. Tabii kapının çarpmasını engellemezse.”

Wallander bir paket vanilyalı gofret çıkardı. Kahvenin yanında ikram edebileceği tek şey buydu.

“Burada bir tuhaflık var,” dedi Hemberg. “Her şey mükemmel bir intihar olduğuna işaret ediyor. Hålén’in sağlam bir eli olmalı, iyi hedef almış. Tereddüt etmeksizin, doğrudan kalbi vurmuş. Adli tıbbın işi henüz bitmedi ama intihardan başka bir ölüm nedeni aramamıza gerek yok. Hiç şüphe yok. Sorun daha çok bu kişinin ne aradığında. Bir de neden birisi daireyi yakmaya çalıştı? Muhtemelen aynı kişi olmalı.”

Hemberg, Wallander’e başıyla işaret ederek biraz daha kahve istediğini belirtti.

“Bunun hakkında bir fikrin var mı?” diye sordu Hemberg birdenbire. “Varsa şimdi göster bana.”

Wallander hazırlıksız yakalanmıştı.

“Dün gece burada olan kişi bir şey arıyordu,” diye başladı. “Ama muhtemelen hiçbir şey bulamadı.”

“Onu böldüğün için mi? Aksi hâlde çoktan gitmiş mi olurdu?”

“Evet.”

“Ne arıyordu?”

“Bilmiyorum.”

“Şimdi de birisi daireyi ateşe veriyor. Aynı kişi olduğunu varsayalım. Ne anlama geliyor bu?”

Wallander düşünmeye başladı.

“Acele etme,” dedi Hemberg. “İyi bir komiser olmak istiyorsan yöntemli düşünmeyi öğrenmelisin ve bu da genellikle düşünürken acele etmemek anlamına gelir.”

“Belki de aradığı şeyi başka birinin bulmasını istemiyordu?”

“Belki,” dedi Hemberg. “Neden ‘belki’?”

“Çünkü başka bir açıklaması olabilir.”

“Ne gibi mesela?”

Wallander ümitsizce bir alternatif bulmaya çalıştı ama bulamadı.

“Bilmiyorum,” diye yanıtladı. “Başka bir alternatif bulamıyorum şimdi.”

Hemberg bir gofret aldı.

“Ben de bulamıyorum,” dedi. “Bu da açıklamanın hâlâ dairede olduğu anlamına geliyor, biz bulamasak da. O gece eve girilmeseydi, silah muayenesi ve otopsi sonuçları gelir gelmez bu soruşturma sona erecekti. Ama şimdi yangından sonra muhtemelen bir kez daha evi incelemek zorunda kalacağız.”

“Hålén’in gerçekten hiç akrabası yok mu?” diye sordu Wallander.

Hemberg fincanını bırakıp ayağa kalktı.

“Yarın odama gel, sana raporu göstereyim.”

Wallander tereddüt etti.

“Bunun için vakit bulabilir miyim, bilmiyorum. Yarın Malmö’deki parkları gezip sarhoşlarla uğraşacağız.”

“Amirinle konuşurum,” dedi Hemberg. “Hallederiz o işi.”

* * *

Ertesi gün, 7 Haziran’da sekizi biraz geçerken Wallander, Hem-berg’in Hålén hakkında oluşturduğu tüm dosyayı okuyordu. Çok az bilgi vardı. Zengin değildi ama borcu da yoktu. Tamamen emekli maaşıyla yaşıyormuş gibi görünüyordu. Kaydedilen tek akrabası 1967’de Katrineholm’de ölen kız kardeşiydi. Anne babası daha önce vefat etmişti.

Hemberg toplantıdayken Wallander raporu Hemberg’in odasında okudu. Sekiz buçuktan kısa süre sonra geri geldi.

“Bir şey buldun mu?” diye sordu.

“Bir insan nasıl bu kadar yalnız olabilir?”

“Sorabilirsin,” dedi Hemberg, “ama cevap veremez. Hadi eve tekrar bakalım.”

O sabah adli tıp teknisyenleri Hålén’in dairesini kapsamlı bir şekilde inceliyorlardı. İşi yöneten adam zayıf, kısa boylu ve neredeyse hiç konuşmayan biriydi. Adı Sjunnesson’du, İsveç adli tıbbında bir efsaneydi.

“Bir şey varsa gözünden kaçmaz,” dedi Hemberg. “Burada kal ve ondan bir şeyler öğren.”

Hemberg’e bir mesaj gelince gitti.

“Jägersro’da adamın biri kendini bir garajda asmış,” dedi döndüğünde.

Sonra tekrar gitti. Döndüğünde saçlarını kestirmişti.

Saat üçte Sjunnesson işi durdurdu.

“Burada bir şey yok,” dedi. “Gizli para da uyuşturucu da yok. Temiz.”

“O zaman burada bir şey olduğunu düşünen biri var,” dedi Hem-berg. “Acaba kim yanıldı? Şimdi bu dosyayı kapatacağız.”

Wallander, Hemberg’i sokağa kadar takip etti.

“Ne zaman bırakman gerektiğini bilmelisin,” dedi Hemberg. “Bu belki de en önemli şey olabilir.”

Wallander dairesine dönerek Mona’yı aradı. O akşam buluşup arabayla dolaşmaya karar verdiler. Mona bir arkadaşının arabasını ödünç almıştı. Wallander’i saat yedide alacaktı.

“Haydi Helsingborg’a gidelim,” diye önerdi Mona.

“Neden?”

“Çünkü oraya hiç gitmedim.”

“Ben de,” dedi Wallander. “Yedide hazır olurum. Sonra Helsingborg’a gideriz.”

* * *

Ama Wallander o akşam Helsingborg’a gidemedi. Saat altıdan kısa bir süre önce telefon çaldı. Arayan Hemberg’di.

“Buraya gel,” dedi. “Odamdayım.”

“Aslında başka planlarım var,” dedi Wallander.

Hemberg sözünü kesti.

“Komşunun başına gelenlerle ilgilendiğini sanıyordum. Buraya gel de sana göstereyim. Uzun sürmeyecek.”

Wallander’in merakı artmıştı. Mona’yı evden aradı ama cevap alamadı.

Zamanında dönerim, diye düşündü. Fazla parası yoktu ama taksiye binmekten başka çaresi de yoktu. Kese kâğıdından bir parça koparıp üzerine yedide döneceğini karaladı. Sonra bir taksi çağırdı. Notu kapıya raptiyeyle tutturdu. Bu sefer taksi bulması uzun sürmemişti, emniyete gitti. Hemberg odasında ayaklarını masaya uzatmış oturuyordu.

 

Wallander’e oturmasını işaret etti.

“Yanılmışız,” dedi. “Düşünemediğimiz bir alternatif daha var. Sjunnesson hata yapmadı. Doğruyu söylüyordu: Hålén’in dairesinde hiçbir şey yoktu, haklıydı ama bir şey olmuştu.”

Wallander, Hemberg’in neden bahsettiğini bilmiyordu.

“Yanıldığımı da kabul ediyorum,” dedi Hemberg. “Ama Hålén apartmanda ne varsa yok etmişti.”

“Ama ölmüştü.”

Hemberg başını salladı.

“Adli tabip aradı,” dedi. “Otopsi tamamlanmış. Hålén’in midesinde çok ilginç bir şey bulmuş.”

Hemberg ayaklarını masadan sarkıttı. Sonra çekmecelerden birinden katlanmış küçük bir bez parçası çıkarıp Wallander’in önünde dikkatlice açtı.

İçinde taşlar varmış, değerli taşlar. Wallander ne türden taşlar olduğunu bilmiyordu.

“Sen gelmeden hemen önce burada bir kuyumcu vardı,” dedi Hemberg. “Ön inceleme yaptı. Bunlar elmas, muhtemelen Güney Afrika madenlerinden. Küçük bir servet değerinde olduklarını söyledi. Hålén elmasları yutmuş.”

“Bunları midesinde mi taşıyordu?”

Hemberg başını salladı.

“Ancak şimdi bulabilmemize şaşmamalı.”

“Ama neden yuttu ki? Ve bunu ne zaman yaptı?”

“Son soru belki de en önemli olanı. Doktor kendini vurmadan sadece birkaç saat önce yuttuğunu söyledi. Bağırsakları ve midesi hâlâ çalışıyorken. Neden yutmuş olabilir sence?”

“Korkmuştu.”

“Kesinlikle.”

Hemberg elmasları kenara itip ayaklarını tekrar masaya koydu. Wallander ayak kokusunu aldı.

“Bunu nasıl yorumlarsın?”

“Yapabilir miyim bilmiyorum.”

“Dene!”

“Hålén elmasları yuttu çünkü birinin onları çalacağından korkuyordu. Sonra kendini vurdu. O gece orada olan kişi elmasları arıyordu. Ama yangını açıklayamam.”

“Bunu farklı bir şekilde açıklayamaz mısın?” diye önerdi Hem-berg. “Hålén’in amacını biraz değiştirirsen, nasıl bir sonuç çıkar?”

Wallander birden Hemberg’in ne yapmak istediğini anladı.

“Belki de korkmuyordu,” dedi Wallander. “Elmaslarından asla ayrılmamaya karar vermişti belki.”

Hemberg başını salladı.

“Bir sonuca daha varabilirsin. Birisi Hålén’in elmasları olduğunu biliyordu.”

“Ve Hålén’in de bu kişinin bildiğinden haberi vardı.”

Hemberg memnun bir şekilde başını salladı.

“Gittikçe gelişiyorsun, her ne kadar çok yavaş gidiyor da olsa,” dedi.

“Ama bu, yangını açıklamıyor.”

“En önemli şeyin ne olduğunu kendine sormalısın,” dedi Hem-berg. “Sence işin can alıcı noktası ne? Yangın dikkat dağıtmak için olabilir. Ya da kızgın biri yapmış olabilir.”

“Kim?”

Hemberg omuz silkti.

“Bunu bulmamız zor olacak. Hålen öldü. Elmasları nasıl elde ettiğini bilmiyorum. Bununla savcıya gitsem yüzüme güler.”

“Elmaslara ne olacak?”

“Genel Miras Fonu’na gider. Tüm dosyayı kapatıp Hålén’in ölümüyle ilgili raporumuzu bodrumun olabildiğince derinlerine gönderilmek üzere yollayabiliriz.”

“Bu, yangının araştırılmayacağı anlamına mı geliyor?”

“Tam olarak değil, sanırım,” dedi Hemberg. “Bunun için bir sebep yok.”

Hemberg duvara dayalı bir dolaba doğru yürüdü. Cebinden bir anahtar çıkarıp kilidini açtı. Sonra Wallander’e kendisine katılması için başını salladı. Kenarlarında birer kurdele bulunan bazı klasörleri işaret etti.

“Bunlar benim değişmeyen yoldaşlarım,” dedi Hemberg. “Hâlâ ne çözülebilmiş ne de zaman aşımına uğrayacak kadar eskimiş üç cinayet vakası. Bunlardan sorumlu olan ben değilim. Bu vakaları yılda bir kez ya da yeni bilgi çıkınca gözden geçiriyoruz. Bunlar orijinal değil, kopyaları. Bazen onlara bakıyorum, bazen hayal ediyorum. Çoğu polis böyle değil. İşlerini yaparlar ve eve gittiklerinde ne üzerinde çalıştıklarını unuturlar. Ama benim gibi tipler de var. Çözülmemiş bir davayı asla bırakamaz. Bu dosyaları tatilde bile yanımda götürüyorum. Üç cinayet vakası var. 1963’te on dokuz yaşında bir kız, Ann-Louise Franzén, kuzeye, şehir dışına giden otoyolun yanındaki çalıların arkasında boğulmuş olarak bulundu. Leonard Johansson, o da 1963’te, sadece on yedi yaşında. Birisi kafasını taşla ezmişti. Onu şehrin güneyindeki sahilde bulduk.”

“Onu hatırlıyorum,” dedi Wallander. “İki kişiyi idare eden bir kız yüzünden çıkan kavgada öldüğünü düşünmüyor muydunuz?”

“Kız için kavga etmişlerdi,” dedi Hemberg. “Diğer çocuğu çok sorguladık ama tutuklayamadık. Suçlu olduğunu da sanmıyorum zaten.”

Hemberg alttaki dosyayı işaret etti.

“Bir kız daha, Lena Moscho 1959’da yirmi yaşındaymış. Buraya, Malmö’ye geldiğim yıl olmuştu. Elleri kesilmiş ve Svedala’ya giden bir yolun kenarına gömülmüştü. Bir köpek bulmuştu onu. Tecavüze uğramıştı. Jägersro’da ailesiyle birlikte yaşıyormuş. Doktor olmak için okuyan sıradan biriymiş. Nisan ayında gazete almak için çıkmış ama bir daha dönmemiş. Onu beş ayda anca bulduk.”

Hemberg başını salladı.

“Sen hangi tipsin, kendin göreceksin,” diyerek dolabı kapattı. “Unutanlardan mısın yoksa asla bırakamayanlardan mı?”

“Yeterince iyi olup olmadığımı bile bilmiyorum,” dedi Wallander.

“En azından isteklisin,” diye yanıtladı Hemberg. “Bu da iyi bir başlangıç sayılır.”

Hemberg montunu giymeye başladı. Wallander saatine bakıp yediye beş olduğunu gördü.

“Gitmeliyim,” dedi.

“Beklersen seni eve bırakabilirim,” dedi Hemberg.

“Biraz acelem var,” dedi Wallander.

Hemberg omuz silkti.

“Artık biliyorsun,” dedi. “Artık Hålén’in midesinde ne olduğunu biliyorsun.”

Wallander şanslıydı, hemen boş bir taksi buldu. Rosengård’a vardığında saat yediyi dokuz geçiyordu. Mona’nın geç kalmasını umuyordu. Ancak kapıya astığı notu okuyunca durumun öyle olmadığını anladı.

Bu şekilde nasıl devam edecek? diye yazmıştı.

Wallander notu çekince raptiye merdivene yuvarlandı. Almak için uğraşmadı. En iyi ihtimalle Linnea Almquist’in ayakkabısının altına batıp kalacaktı.

Bu şekilde nasıl devam edecek? Wallander, Mona’nın sabırsızlığını anlıyordu. Kariyeriyle ilgili beklentileri onunla aynı değildi. Kendi salonuyla ilgili hayalleri uzun süre gerçekleşmeyecekti.

Daireye girip kanepeye oturduğunda kendini suçlu hissetti. Mona’yla daha fazla zaman geçirmeliydi. Her geç kaldığında ondan sabırlı olmasını bekleyemezdi. Onu aramaya çalışmak da anlamsızdı. Şu anda ödünç aldığı arabayla Helsingborg’a gidiyordu.

Aniden her şeyin yanlış olduğuna dair bir endişeye kapıldı. Mona’yla yaşamanın, ondan çocuk sahibi olmanın ne anlama geldiğini gerçekten düşünmüş müydü?

Aklındaki düşünceleri uzaklaştırdı, Skagen’de konuşacağız diye düşündü. Yeterince zamanımız olacak. Kumsalda da geç kalamam ya!

Saate baktı, yedi buçuk olmuştu. Televizyonu açtı. Her zamanki gibi yine bir uçak düşmüştü. Yoksa bir tren raydan mı çıkmıştı? Biraz haber dinledikten sonra mutfağa gitti. Buzdolabında bira aradı ama sadece açık bir soda buldu. Birden daha güçlü bir şey içmek istedi. Şehir merkezine gidip bir barda oturma fikri çekici görünüyordu. Ama henüz ayın başı olmasına rağmen hemen hemen hiç parası kalmadığını hatırlayınca vazgeçti.

Bunun yerine demlikteki kahveyi ısıtıp Hemberg’i ve dolaptaki çözülmemiş davalarını düşündü. O da böyle mi olacaktı? Yoksa eve geldiğinde her şeyi unutacak mıydı? Mona için buna mecburum, diye düşündü. Aksi hâlde kafayı yiyecek.

Anahtarlığı sandalyeye batıyordu. Hiç düşünmeden çıkarıp masaya koydu. Sonra aklına bir şey geldi, Hålén’le ilgili bir şey.

Kısa süre önce fazladan bir kilit taktırmıştı. Bunu nasıl yorumlamalıydı? Korku belirtisi olabilirdi ama Wallander onu bulduğunda kapı neden aralıktı?

Akla yatmayan çok fazla şey vardı. Hemberg ölüm nedeni olarak intiharı göstermiş olsa da Wallander’in içini şüpheler kemiriyordu.

Hålén’in ölümünde gizli bir şey, daha yakınına bile yanaşamadıkları bir şey olduğundan giderek emin oluyordu. İntihar ya da değil, başka bir şey vardı.

Wallander mutfak çekmecesinden bir kâğıt parçası çıkardı ve hâlâ kafasını karıştıran noktaları yazmak için oturdu. Fazladan kilit, bahis kuponu vardı ve kapı neden aralıktı? O gece elmasları arayan kimdi? Neden yangın çıkarmışlardı?

Sonra seyir defterlerinde gördüklerini hatırlamaya çalıştı. Rio de Janeiro, diye hatırladı. Ama bu bir geminin adı mıydı, yoksa şehir miydi? Göteborg ve Bergen’i gördüğünü de hatırladı. Sonra St Luis adını gördüğünü hatırladı. Neredeydi? Ayağa kalkıp odanın içinde dolaştı. Gardırobun en arkasında okuldan kalan eski atlasını buldu. Ama birden yazımından emin olamadı. St Louis mi, St Luis mi? Birleşik Devletler’de mi, Brezilya’da mı? İsim listesine bakarken São Luis’e geldiğinde birden ismin bu olduğundan emin oldu.

Tekrar listeyi gözden geçirdi. Hatırlayamadığım başka bir yer daha var mıydı, diye düşündü. Bir bağlantı, bir açıklama ya da Hem-berg’in bahsettiği şey neydi, can alıcı nokta?

Hiçbir şey bulamadı.

Kahve soğumuştu. Sabırsızlıkla kanepeye döndü. Ulusal kanalda talk-show programı başlamıştı yine. Bu sefer uzun saçlı birkaç kişi yeni İngiliz pop müziğini tartışıyorlardı. Kapattı ve onun yerine pikabı çalıştırdı. Linnea Almquist hemen yere vurmaya başladı. Aslında sesi daha çok açmak istiyordu ama bunun yerine pikabı kapattı.

O anda telefon çaldı. Arayan Mona’ydı.

“Helsingborg’dayım,” dedi. “Limanın yanında bir telefon kulübesindeyim.”

“Geç kaldığım için çok üzgünüm,” dedi Wallander.

“Göreve çağrıldın sanırım?”

“Aslında cinayet bürodan aradılar. Henüz orada çalışmıyor olmama rağmen beni çağırdılar.”

Biraz etkilenmesini umuyordu ama ona inanmadığını hissetti. Sessizlik aralarında gidip geliyordu.

“Buraya gelemez misin?” dedi Wallander.

“Bence ara vermemiz en iyisi, en az bir hafta kadar.”

Wallander üşüdüğünü hissetti. Mona onu terk mi ediyordu?

“Bence en iyisi,” diye tekrarladı.

“Birlikte tatile gideceğimizi sanıyordum?”

“Ben de öyle düşünmüştüm, fikrini değiştirmediysen eğer.”

“Tabii ki fikrimi değiştirmedim.”

“Sesini yükseltmene gerek yok. Bir hafta sonra beni arayabilirsin, daha önce arama.”

Onu telefonda tutmaya çalıştı ama Mona çoktan kapatmıştı.

Wallander akşamın geri kalanını içinde büyüyen bir panik duygusuyla geçirdi. Terk edilmek kadar korktuğu başka bir şey daha yoktu. Ancak büyük bir çabayla, saat gece yarısını geçtiğinde Mona’yı aramamayı başardı. Yatmak için uzanıp hemen geri kalktı. Yazın açık havası birdenbire tehditkâr gelmeye başladı. Sahanda iki yumurta yaptı ama yemedi.

Saat beşe yaklaştığında uyuyabildi ama neredeyse hemen yataktan kalktı.

Aklında bir düşünce vardı.

Bahis kuponu.

Hålén bunları bir yere yatırıyor olmalıydı. Muhtemelen her hafta aynı yere. Çoğunlukla mahalleden ayrılmadığına göre, yakınlardaki küçük gazete bayilerinden biri olmalıydı.

Doğru dükkânı bulmanın tam olarak ne getireceğinden emin değildi. Büyük olasılıkla hiçbir şey olmayacaktı.

Yine de düşüncesinin peşinden gitmeye karar verdi. En azından terk edilme korkusunu unutmaya yarıyordu.

Birkaç saatlik huzursuz bir uykuya daldı.

Ertesi gün pazardı. Wallander o günü pek bir şey yapmadan geçirdi.

* * *

9 Haziran Pazartesi günü daha önce yapmadığı bir şey yaptı. Midesini üşüttüğünü söyleyerek hastalık izni aldı. Mona da bir hafta önce hastalanmıştı. Şaşırtıcı bir şekilde hiç suçluluk hissetmiyordu.

Hava kapalıydı ama sabah dokuzu biraz geçe evden çıktığında yağış yoktu. Hava rüzgârlıydı ve daha da soğumuştu. Yaz hâlâ tam olarak gelmemişti.

Yakınlarda bahis oynanabilen küçük iki gazete bayisi vardı. Biri çok yakında, bir yan sokaktaydı. Wallander kapıdan içeri girerken aklına yanında Hålén’in bir fotoğrafını getirmesi gerektiği geldi. Tezgâhın arkasındaki adam Macar’dı. 1956’dan beri burada yaşamasına rağmen İsveççeyi çok kötü konuşuyordu. Ama ondan sık sık sigara satın alan Wallander’i tanımıştı. Her zamanki gibi yine iki paket sigara aldı.

“Burada bahis kuponu yatırabiliyor muyuz?” diye sordu Wallander.

“Sadece piyango bileti aldığını sanıyordum?”

“Artur Hålén kuponlarını buradan mı yatırıyordu?”

“Kim?”

“Geçenlerde şu yangında ölen adam.”

“Yangın mı çıktı?”

Wallander açıkladı ama Hålén’i tarif ettiğinde tezgâhın arkasındaki adam başını salladı.

“Buraya hiç gelmedi. Başka birine gitmiş olmalı.”

Wallander parayı ödeyip teşekkür etti. Hafiften yağmur yağmaya başlamıştı. Adımlarını hızlandırdı. Sürekli Mona’yı düşünüyordu. Bir sonraki gazete bayisi de Hålén’i tanımıyordu. Wallander gidip bir balkon çıkıntısının altında durdu ve kendi kendine ne yaptığını sordu. Hemberg deli olduğumu düşünecek, diye içinden geçirdi.

 

Yürümeye başladı, bir sonraki gazete bayisi neredeyse bir kilometre uzaktaydı. Wallander yağmurluk giymediğine pişman olmuştu. Bir bakkalın hemen yanındaki gazete bayisine ulaştığında önündeki müşteriyi beklemek zorunda kaldı. Tezgâhın arkasında Wallander yaşlarında güzel bir kadın vardı. Önündeki müşterinin istediği motosiklet dergisini ararken gözlerini kadından ayırmadı. Wallander için yoluna çıkan güzel bir kadına hemen âşık olmamak çok zordu. Bu yüzden Mona’nın tüm düşünceleri ve kaygılarına boyun eğiyordu. Zaten iki paket sigara almış olmasına rağmen bir tane daha aldı. Aynı zamanda önündeki kadına polis olduğunu söylerse nasıl tepki vereceğini tahmin etmeye çalışıyordu. Her şeye rağmen polislere ihtiyaç duyulduğuna inanan, onurlu bir iş yaptıklarını düşünen insanlardan olmasını umdu.

“Size bazı sorularım olacak,” dedi sigaranın parasını öderken. “Ben Komiser Yardımcısı Kurt Wallander.”

“Bana mı?” diye yanıtladı kadın. Aksanı farklıydı.

“Buralı değil misiniz?” diye sordu.

“Sormak istediğiniz bu muydu?”

“Hayır.”

“Lenhovda’lıyım.”

Wallander buranın nerede olduğunu bilmiyordu. Blekinge’de olduğunu tahmin etti ama söylemedi. Bunun yerine Hålén meselesine ve bahis kuponlarına geçti. Yangını duymuştu. Wallander, Hålén’in görünüşünü tarif etti. Kadın kısa bir süre düşündü.

“Belki,” dedi. “Yavaş mı konuşuyordu? Sessizce mi?”

Wallander biraz düşünüp başını salladı. Hålén’in konuşma tarzı için böyle denilebilirdi.

“Sanırım küçük bir oyun oynamış,” dedi Wallander. “Yalnızca otuz iki sıra kadar.”

Kadın biraz düşündükten sonra başını salladı.

“Evet,” dedi. “Buraya haftada bir gelir. Bir hafta otuz iki sıralık, sonraki hafta altmış dört sıralık kupon yatırır.”

“Ne giydiğini hatırlıyor musunuz?”

“Mavi bir ceket,” dedi hemen.

Wallander, Hålén’i neredeyse her gördüğünde fermuarlı mavi bir ceket giydiğini hatırladı.

Kızın hafızasının iyi olduğuna şüphe yoktu. Merakı da öyleydi.

“Bir şey mi yaptı?”

“Bildiğimiz kadarıyla hayır.”

“İntihar olduğunu duydum.”

“Aynen öyle ama yangın kundaklamaydı.”

Bunu söylememeliydim, diye düşündü Wallander. Henüz kesin olarak bilmiyoruz.

“Her zaman bahis yapardı,” dedi. “Kuponlarını buraya yatırıp yatırmadığını neden soruyorsunuz?”

“Rutin sorgulama,” diye yanıtladı Wallander. “Onun hakkında başka bir şey hatırlıyor musunuz?”

Cevabı onu şaşırtmıştı.

“Buradaki telefonu kullanırdı,” dedi.

Telefon, bahis kuponlarının bulunduğu masanın yanındaki küçük bir raftaydı.

“Bu sık olur muydu?”

“Her seferinde kullanıyordu. Önce kuponu yatırıp parasını öderdi. Sonra aramasını yapar, kasaya döner ve parasını öderdi.”

Kadın dudağını ısırdı.

“Telefon konuşmalarında tuhaf bir şey vardı. Bir keresinde dikkatimi çektiğini hatırlıyorum.”

“Ne olmuştu?”

“Numarayı çevirip konuşmaya başlamadan önce başka bir müşterinin içeri girmesini beklerdi hep. Dükkânda sadece ikimiz varken hiç arama yapmazdı.”

“Kulak misafiri olmanızı istememiştir.”

Kadın omuz silkti.

“Belki de sadece mahremiyete önem veriyordur. Bu normal değil mi?”

“Hiç ne hakkında konuştuğunu duydunuz mu?”

“Müşteriyle ilgilenirken de insan bir şeyler duyabiliyor.”

Bu merakı çok işe yarayacak, diye düşündü Wallander.

“Ne duydunuz?”

“Fazla bir şey duymadım,” diye yanıtladı. “Zaman verdi sanırım. Hepsi bu kadar.”

“Zaman mı?”

“Biriyle bir zaman ayarladığı hissine kapıldım. Konuşurken sık sık saatine bakıyordu.”

Wallander bir an düşündü.

“Genellikle haftanın aynı günü mü gelirdi?”

“Her çarşamba öğleden sonra, sanırım iki ile üç arası gelirdi. Ya da belki biraz daha sonra.”

“Başka bir şey satın alır mıydı?”

“Hayır.”

“Bütün bunları nasıl bu kadar ayrıntılı hatırlıyorsunuz? Birçok müşteriniz olmalı.”

“Bilmiyorum,” dedi. “Ama bence insan sandığından daha fazlasını hatırlıyor. Biri size sormaya başlayınca bildikleriniz bir bir dökülüyor.”

Wallander kadının ellerine baktı, yüzük takmamıştı. Bir an ona çıkma teklif etmeyi düşündü ama sonra dehşete kapılarak bu düşünceyi aklından çıkardı.

Sanki Mona düşüncelerini duymuş gibi hissetti..

“Hatırladığınız başka bir şey var mı?”

“Hayır,” dedi, “ama bir kadınla konuştuğuna eminim.”

Wallander şaşırdı.

“Bundan nasıl emin olabiliyorsunuz?”

“Duyduğum için.”

“Yani Hålén’in randevu ayarlamak için bir kadını aradığını mı söylüyorsunuz?”

“Bunda bir gariplik yok herhâlde. Elbette yaşlıydı ama bunun bir önemi yok.”

Wallander başını salladı. Elbette haklıydı ve eğer haklıysa, değerli bir şey öğrenmişti. Sonuç olarak Hålén’in hayatında bir kadın vardı.

“İyi,” dedi. “Başka bir şey hatırlıyor musunuz?”

Cevap vermeden önce içeri müşteri girdi. Wallander bekledi. Çok dikkatli bir şekilde iki paket şeker seçen iki küçük kız, daha sonra ellerindeki bozuklukları sayıp parayı ödediler.

“Kadının adı A ile başlıyor olabilir,” dedi. “Daha önce de söylediğim gibi her zaman çok sessiz konuşurdu. Ama kadının adı Anna olabilir ya da biri A ile başlayan çift isimli bir kadın.”

“Bundan emin misiniz?”

“Hayır,” dedi. “Fakat ben öyle düşünüyorum.”

Wallander’in bir sorusu daha vardı.

“Her zaman yalnız mı gelirdi?”

“Evet, her zaman.”

“Çok yardımcı oldunuz,” dedi.

“Bunları neden öğrenmek istediğinizi sorabilir miyim?”

“Ne yazık ki hayır,” dedi Wallander. “Soru sormak bizim işimiz, ancak nedenini her zaman söyleyemeyiz.”

“Belki de polis olmalıyım,” dedi. “Hayatımın geri kalanını bu dükkânda çalışarak geçirmek istemiyorum.”

Wallander tezgâhın üzerine eğilip telefon numarasını kasanın yanındaki küçük bir not defterine yazdı.

“İstediğiniz zaman beni arayabilirsiniz,” dedi. “Bir ara buluşuruz, polis olmanın nasıl bir şey olduğunu size anlatırım. Her neyse, hemen köşede oturuyorum zaten.”

“Wallander,” dedi. “Adınız bu mu?”

“Kurt Wallander.”

“Ben de Maria ama havaya girmeyin hemen, erkek arkadaşım var.”

“Girmem,” dedi Wallander gülümserken.

Sonra da gitti.

Bir erkek arkadaşın her zaman üstesinden gelinebilir, diye düşündü sokağa adım atarken. Bir süre durdu. Kız gerçekten de ararsa ne olacaktı? Mona’yla ilişkileri bittikten sonra ararsa? Kendi kendine ben ne yapıyorum dedi. Bir yandan da bu düşünceyle heyecanlandı.

Telefon numarasını Maria gibi güzel bir kadına vermekte haklıydı, buna neden olan Mona’ydı. Sanki Wallander günah işlediği için cezalandırılıyormuş gibi o anda yağmur yağmaya başladı. Eve vardığında sırılsıklam olmuştu. Islak sigara paketlerini mutfak masasının üzerine koyup bütün kıyafetlerini çıkardı. Maria şimdi burada olup havluyla beni kurulasa ne güzel olurdu, diye düşündü. Mona saç kesip lanet kahve molalarını vermeye devam edebilir.

Sabahlığını giyip not defterine Maria’nın söylediklerini yazdı. Hålén her çarşamba bir kadını aramıştı. Adı A harfiyle başlayan bir kadını. Büyük ihtimalle ilk adıydı. Peki bu, kafasındaki yaşlı adamla ilgili profili paramparça etmekten başka ne anlama geliyordu?

Wallander mutfak masasına oturup geçen gün yazdıklarını baştan sona okudu. Birden aklına bir düşünce geldi. Bir yerlerde bir denizci sicili olmalıydı. Hålén’in denizde geçirdiği uzun yılları, hangi gemilerde çalıştığını ona anlatabilecek biri olmalıydı.

Bana yardım edebilecek birini tanıyorum, diye düşündü Wallander. Helena bir nakliye şirketinde çalışıyor, eğer telefonu yüzüme kapatmazsa en azından nereye bakabileceğimi söyleyebilir.

Henüz on bir olmamıştı. Wallander sağanağın bittiğini mutfak penceresinden görebiliyordu. Helena normalde öğle tatilini on iki buçuğa kadar yapmazdı. Bu, çıkmadan önce onu yakalayabileceği anlamına geliyordu.

Giyindi ve otobüse binip Merkez İstasyon’a gitti. Helena’nın çalıştığı nakliye şirketi liman bölgesindeydi. Kapıdan içeri girdi. Danışmadaki görevli onu tanımıştı, başıyla selam verdi.

“Helena içeride mi?” diye sordu.

“Telefonda ama yukarı çıkabilirsin, ofisinin nerede olduğunu biliyorsun.”

Wallander birinci kata çıkarken hissettiği tek şey korkuydu. Helena sinirlenebilirdi ama önce şaşıracağını düşünerek kendini sakinleştirmeye çalıştı. Bu süre, sadece iş için burada olduğunu söylemek için yeterliydi. Buraya eski erkek arkadaşı Kurt Wallander olarak değil, komiser adayı bir polis olarak gelmişti.

Kapının üzerine “Helena Aronsson, Müdür Yardımcısı” yazılmıştı. Wallander derin bir nefes alıp kapıyı tıklattı. Ses duyunca içeri girdi. Telefon görüşmesini bitirmiş, daktilonun başında oturuyordu. Haklıydı, kızgın değil, açıkça şaşırmıştı.

“Sen,” dedi. “Burada ne arıyorsun?”

“Bir soruşturma için buradayım,” dedi Wallander. “Bana yardım edebileceğini düşündüm.”

Ayağa kalkmış, şimdiden ondan gitmesini isteyecekmiş gibi görünüyordu.

“Dediğim gibi,” dedi Wallander. “Kesinlikle kişisel bir şey değil.”

Hâlâ tetikteydi.

“Sana hangi konuda yardımcı olabilirim?”

“Oturabilir miyim?”

“Eğer uzun sürmeyecekse.”

Wallander, Hemberg gibi konuşuyor, diye düşündü. Güçlü olan taraf oturmaya devam ederken, ayakta durup kendinizi daha aşağıda hissetmenizi istiyor. Wallander oturdu ve bir zamanlar masanın diğer tarafındaki kadına nasıl bu kadar âşık olabildiğine şaşırdı. Şimdi onunla ilgili hatırladığı şey çok katı ve kibirli olduğundan başka bir şey değildi.

Купите 3 книги одновременно и выберите четвёртую в подарок!

Чтобы воспользоваться акцией, добавьте нужные книги в корзину. Сделать это можно на странице каждой книги, либо в общем списке:

  1. Нажмите на многоточие
    рядом с книгой
  2. Выберите пункт
    «Добавить в корзину»