Читайте только на Литрес

Книгу нельзя скачать файлом, но можно читать в нашем приложении или онлайн на сайте.

Читать книгу: «Akile Hanım Sokağı», страница 2

Шрифт:

– Senden başka kimler gidiyor?

– Birkaç kişi…

– Kâtip filan yok mu?

– Henüz bilmiyorum. Döviz meselesi ne kadar sıkı, biliyorsun. Belki de sefaretteki kâtip elemanını kullanırız.

Kafamdaki vızıltı biraz ara verdi. Gerçi ikide bir tekrar acabalar başgösteriyordu. Ama, İstanbul’a gidinceye kadar henüz evlenmişiz gibi Tarık mütemadiyen benimle meşgul oluyordu. 1955 yılının Eylül’ünde İstanbul’a hareket ettik. Evi, yüksek bir fiyatla üç ay için Amerikalılar’a kiralamıştık.

5

Albaydı.

6

İncelik, sevecenlik.

7

Sezdirirdi, ima ederdi.

8

Merakla.

9

Katılan.

10

Uğurlarken.

11

Güney.

12

Durmadan.

3

İSTANBUL’A GİDİYORUZ

Ankara Garı’nda Tarık, platformda ayakta durmuş, trenin hareketini bekliyor, ben de trenin penceresinden, yolcularla teşyie gelenler arasındaki konuşmalar, gülüşmelerle meşgul oluyorum. Her halde Tarık o gün İstanbul’a gideceğini kimseye söylememiş olacaktı. Ben de zaten hareket günümü ahbaplara haber vermemiştim. Sade, başkalarını teşyie gelenler arasındaki tanıdıklar pencereye yaklaşıyor; bir iki lâf ediyorduk.

Garda ışıklar yanmış, akşamın soluk ışığı gece karanlığına girmişti. Harekete artık beş dakika vardı. Tarık’ın bir ayağı trenin merdivenlerinde, bir eli parmaklığı yakalamış, hemen atlamak üzereyken, iki genç adam koşarak gara girdiler, gözleriyle sağı, solu aradıktan sonra Tarık’ın yanına sıçrayarak geldiler. Tavırlarında, iyi haber getirenlerin, “Müjdemi isterim!” diyen hali vardı. Bir tanesi dedi ki:

– Nihayet muvaffak olduk, Tarık Bey, o işi istediğiniz gibi hallettik.

Bu müjde onu alâkadar etmemiş, hatta bu haberden kaçar gibi, Tarık trene atlamıştı. Belli etmemeye çalışmakla beraber onlarla bu meseleyi konuşmak istemediği besbelliydi. Vagonun penceresinden elini sallayarak, “Ben üç gün sonra döneceğim, o zaman konuşuruz,” dedi ve kompartımana girdi. Bir tanesi platformdan seslendi:

– Bilet işi henüz halledilmedi.

Tarık tekrar pencereden aşağıya eğildi:

– Hepsini geldiğim zaman hallederiz. Zahmetinize teşekkür ederim. Orövuar.13

Bu defa kompartmanımıza daldı. El sallamalar, konuşmalar, nihayet sahneden çekilen bir aktör gibi trenin yavaş yavaş süzülerek gardan ayrılışı!

Tren hızlanıp ilerledikten sonra, elinde çıngırağıyla bir garson, kompartımanların önünde birer birer durup içeridekilere birinci servisin başladığını haber verdi. Bizim kompartımanın kapısına gelince, Tarık, “Yemeklerimizi buraya getirin,” dedi.

Ben çantalarla meşguldüm:

– Gidelim, eğleniriz. Hem de garson bizim yataklarımızı rahat rahat hazırlar, dedim.

Tarık kompartımanın kapısını kapamıştı:

– Orada bir sürü ukalâ vardır, Nermin. Aralarında benim Roma’ya gittiğimi kıskanan ve tezvir14 yapanlar da olduğunu biliyorum. Seninle biz, şurada başımızı dinleyelim. Yataklar yapılırken koridora çıkarız.

Bunu söyledikten sonra sigarasını yaktı, ayak ayak üstüne atıp pencerenin önüne yerleşti:

– Gel yanıma, Nermin. Etrafı seyredelim, biraz da konuşuruz. Beraber geçecek az zamanımız kaldı.

Sesinde endişe, hatta ıstıraba benzer bir mâna sezdim. Acaba ilk defa bensiz seyahat onu üzüyor mu? Bu defaki acaba hoş ihtimallerle mi dolu? Oturdum, sigaramı yaktım, belli etmeden yüzünü tetkike başladım. Haricen hep o kısa burnu her vakitki gibi kudretli bir buldog kadar iradeli, dudakları mütehakkim,15 hareketsiz, gözleri istediğini bilen ve mutlaka elde eden adamın mânasını taşıyor.

Kendimi tutamadım. Dedim ki:

– Genç kâtiplere ne kadar haşin davrandın, Tarık! Anlaşılan seni memnun edecek bir iş başarmışlar ve senden takdir bekliyorlardı. Ne idi o hallettikleri mühim mesele?

– Ne bileyim, yüz tane mühim mesele var. Tren hareket ederken konuşacak vakit yoktu ki… Bu gençlerden biri benimle gelmek istiyordu. Belki Müsteşar’ın gönlünü etmiş…

Lâfı kesti, fakat yüzümdeki değişmeyi de anladı:

– Nermin, ben seni götürmeyi çok isterdim ama, biliyorsun ya bu döviz, hatta dövizden fazla delege karılarının kongrelere gitmeleri çok çirkin dedikodulara yol açıyor. Ben inşaallah bir aydan fazla kalmam.

– Ben, sen erken gelsen de gene üç ay İstanbul’da kalacağım…

– Ben evin kira müddeti bitinceye kadar Ankara Palas’ta kalırım, hafta sonları ben de İstanbul’a uçarım, seninle gezer, dolaşırız. Eniştenle ne kadar zamandır baş başa kalamadık.

Adam yatakları yaparken biz koridora çıkmıştık. Ben pencereden etrafı seyrederken, Tarık kolunu belime dolamış, başı başıma dayalı duruyordu. Bu, onun mizacına uymayan bir hareket; o hiçbir zaman açıkta böyle bir şey yapmaz. Kolunu ittim, başımı çektim:

– Gelen geçen bize bakıyor…

Kompartımana girdik. Ben aşağıdaki yatağa yerleştim. O soyunduktan sonra pencerenin önünde uzun müddet kaldı.

– Niçin yatmıyorsun, Tarık?

– Seni uyurken seyretmek istiyorum. Ağzın çocuk ağzı gibi…

– Balayında imişiz gibi konuşma.

Yatağına çıkmadan evvel koynuma geldi. Belki bir saat, hatta balayında bile hatırlamadığım, sıcak ve ateşli bir Tarık’la yaşadım. Hiç Tarık’a benzemiyor. Ne oluyoruz! Sahiden aşk denilen, türlü divane tecellisi16 olan hastalığa tutulmuş ise biraz geç kalmış değil mi? Gene kafamda vızıltı… Onun yukarıdaki yatakta sık sık döndüğünü duyuyorum. Nihayet trenin sallantısı beni de uyuttu.

– Sapanca Gölü’nü geçiyoruz, kalk, sen o gölü çok seversin, Nermin!

Tıraş olmuş, giyinmiş, çantasını indirmiş, pencerenin önündeki sandalyede bazı kâğıtları gözden geçiriyor. Artık her zamanki Tarık.

– Restoranda kahvaltı ederiz değil mi?

Bir zaman cevap vermedi.

– Çantamdaki evrakı gözden geçiriyorum. Buradan ayrılamam. Sen istersen giyin, git. Ben burada çay içerim.

Restoranda zorla yer buldum. İki kişilik küçük bir masada, yaşlıca, fakat makyajı mübalâğalı, süslü bir bayanın karşısına yerleştim. Her halde yüksek bir memur karısı olacaktı. Bazı davetlerde, bilhassa sefaretlerde onu görmüş olduğumu sanıyordum. Hafif bir baş salladıktan sonra ikimiz de kahvaltımıza daldık. Arada bir çantasını açıyor, aynada burnunu pudralıyor, dudaklarının rujunu tazeliyor, sonra yine kahvaltısına dalıyordu. Benim varlığımdan epeyce zaman haberdar değilmiş gibi bir hali vardı. Sigarasını yaktıktan sonra ancak beni birdenbire süzmeye başladı:

– Sizi uzaktan çok gördüm, sanıyorum. Tarık Bey’in hanımı değil misiniz?

– Evet, ben de sizi davetlerde görmüş olmalıyım.

Kim olduğunu söylemedi. Dalgın dalgın pencereden dışarıya bakıyordu. Sonra, birdenbire, içini sıkan bir mesele varmış da çıkarıp nefes almak istiyormuş gibi söze başladı:

– Biraz evvel arkamızdaki masada ne konuşulduğunu duydunuz mu?

– Hayır, ben her halde sizden sonra geldim.

– Dün gece Ankara Palas’ta çok garip bir şey olmuş.

– Yaaa…

– Daktilolar arasında bir müsabaka yapılmış.

– Hangisi daha çabuk yazıyor diye mi?

– Yok, a canım. Beyler, aralarında, seninki güzel, benimki güzel diye bahse girmişler. Sizin anlayacağınız güzellik müsabakası. Daktiloların bir şort giyip görünmeleri eksikmiş…

Tarık daima geceleri evde oturur, nereye gitse beni beraber götürürdü. Onun için içimde acabalar yükselmedi.

– Sizin beyin daktilosu mu kazanmış?

Bunu biraz müstehzi17 ve âdeta kötü bir hisle söylemiştim. Derhal yüzünde bir hınç belirdi. İçine saplanan hançeri bana çevirdi:

– Bizim beyin daktilosu kara, kuru, sakil. (Bu aralık çantasından küçük ayna çıktı. Yüzünün pudrası, dudaklarının ruju tazelendi.) Fakat hınzırın hınzırıdır. Dairedeki bütün erkeklerin yuvasını yıkmaya çalışır. Ama ona bakmak için bir erkeğin karısı umacı gibi bir şey olmalı. (Dişlerini gıcırdattı.) Daktilo milleti öyle melûn, erkek milleti de öyle gençlik elinde zebun18 ki, karılarını aldatmak için bahane aralar. Değil daktilo, karşılarına genç bir zebani çıksa dizlerinin bağı çözülür.

– Her halde sizin beyin daktilosu derece almamış olacak.

Belki sesindeki gizli alaydan, belki başka bir sebepten şişman yüzü pudrasının altında kıpkırmızı oldu, âdeta şişti. Gözlerini gözlerime dikti:

– Kimin birinci olduğuna karar verildiğini bilmek ister misiniz?

– Belki ilân ederler.

– Yok a canım, resmî bir müsabaka değil ki… Hem erkeklerin hepsi bunu karılarından saklamak isterler.

– Bazan karılarıyla beraber gidenler de vardır. Ben de birkaç defa gittim.

– Beyiniz orada değil miydi?

– Hayır.

– Acaba kimin kazandığını ona haber vermediler mi?

– Tarık öyle şeylerle pek alâkadar olacak mizaçta değildir.

– O halde ben haber vereyim. (Evlerinden fırlamış hınçlı gözlerini zaferle gözlerime dikti.) Tarık Bey’in şu meşhur daktilosu, Sevim denilen sarışın kız kazanmış.

– Öyle ise Tarık’a müjde vereyim.

O kadar tabiî söylemiştim ki, yıkmak için kafasını vurduğu kalın duvarda kendi kafası patlamış gibi kendinden geçti. Neden benim içime bir şey sokmak istiyordu? Acaba aldırmadığım için kızmış mı idi? Yoksa, kocası Roma’daki delegeliğe talip olup da muvaffak olamayanlardan biri miydi? Her halde ya Tarık’a veya bana mutlak bir darbe vurmak istiyordu. Bundan sonraki cümlesi kafamda son zamanlarda hasıl olan vızıltının temposunu hızlandırdı:

– Artık Tarık Bey ne yapar yapar, onu mutlak Roma’ya götürür. (Gülerek) Tabiî siz de yanında olacaksınız. Bir şey olmaz ama, dikkatli davranmanızı, ocağınıza incir dikilmesine fırsat vermemenizi tavsiye ederim.

– Ben gitmiyorum ama Tarık’tan eminim. Hem Sevim Hanım’ın rabıtalı bir kız olduğundan şüphem yok. Başka türlüsü Tarık’ın yanında çalışamaz.

Bilmem neden, son zamanlarda Ankara’da yalnız kadın değil, erkek muhitlerinde de, çalışan kadınlara karşı korkunç bir kin, bir gayz hissediliyordu. Erkeklerin de, kadınların da bu kini başka başka şekilde bir kıskançlık eseri idi. Erkekler belki çalışan kadının ekmeklerini ellerinden almaya namzet bir vaziyete geldiklerini tahayyül ediyorlardı. Kadınların ise saikı19 daha fazla hissî idi. Fakat bundan dolayı bütün çalışan kadınlara, bilhassa daktilolara karşı bu garip gayz belki tabiî idi.

O aralık garsona yemiş ısmarladıktan sonra hâkim bir tavır aldı:

– Ankara’da inşaallah görüşürüz.

– Ben şimdilik İstanbul’da kalacağım. Tarık döndükten sonra inşaallah görüşürüz. Müsaadenizle ben gidiyorum.

Kalktım, kompartımanımıza döndüm. Yataklar toplanmış, Tarık gene pencerenin önünde kâğıtları sıralıyordu. Beni görünce:

– Sana bir müjdem var…

– Ne imiş o müjde?

– Dün gece Ankara Palas’ta baylar en güzel daktilonun senin Sevim Hanım olduğuna karar vermiş.

Güldü:

– Ya, öyle mi? Her halde kızcağız sevinir. Çok iyi ve çalışkan bir kızdır. Biraz sinirlidir ama çok faydalıdır.

– Azıcık teklifsiz değil mi?

– Ben farkında değilim. Teklifsizliğe benim hiç tahammülüm yoktur… Her şeyin hazır mı? Haydarpaşa’ya geliyoruz.

Tavrı o kadar tabiî idi ki… Hamal gelmeden çantalarımızı indirdi. Aynada şapkasını düzeltti. Koyu renk kostümü ile kibar ve âmir tavırlı bir insan, her halde daktilodan uzak düşünceleri var. Kafamdaki vızıltı gene kesildi.

Garı kol kola geçtik. Vapurda yan yana oturarak denizi seyrettik. Ankara’dan gelenler için deniz her halde bir göz ziyafeti. Tarık, sıkıntılı bir çalışma devrinden sonra kısa bir vakans20 elde etmiş gibiydi. Bana her zamandan fazla sokuluyor, muhabbet gösteriyordu. Fakat pek de belli etmiyordu. Arabaya kadar konuşmadık. Arabada, onun İstanbul’da kalacağı üç gün zarfında nereleri gezeceğimizi tesbite çalışıyorduk.

Beyazıt’ta arabadan indik. Çantamızı bir hamala vererek, oradaki bir büyük bakkala girerek sokağı sorduk. Garip olarak Ahmet Kemal Sokağı’nı bilmemelerine hayret ettim. Fakat eniştemin ismini verince o sokağa Âkile Hanım Sokağı denildiğini anlattılar. Kasanın etrafında kadınların ukalâlığı hakkında bir de konuşma geçti. Evet, en ahmak kadının bile en akıllı erkeği parmağının üstünde çevirebileceğine dair garip bir kanaat var galiba.

Bizi, eniştemin evine, oraya su götürecek bir çırakla gönderdiler. Biz de arkamızda hamal, önümüzde su götüren bakkal çırağı, yola düzüldük. Tarık’taki vakansa kavuşan talebe ruhu bana da sirayet etmişti. Güneşli bir gündü. Epeyce yürüdükten sonra, çocukların oynadığı, âdeta Ankara sokağı kadar düz ve betonlu bir sokağa girdik. Karşımızda, minarelerin üstünde uçuşan mor, kırmızı bulutlar vardı.

13

Hoşça kalın.

14

Dedikodu.

15

Hükmeden.

16

Delilik belirtisi.

17

Alaycı.

18

Esir.

19

Sebebi.

20

Dinlenme arası, tatil.

4

TEYZEMİN EVİ

Kapıyı bize Güzide açtı. Kendimi bildim bileli Güzide onlarda oturur, arada bir kaybolur, fakat mutlaka geri gelirdi. Hulâsa, ailenin gönüllü ve yakın bir azası gibiydi. Hemen benim boynuma atıldı, Tarık’ın omuzlarını okşadı. Onun muhabbet göstermesi oldukça nadirdir, umumiyetle terstir. Ailenin küçüklerine teyzemden fazla tahakküm eder, teyzeme de, enişteme de kafa tutar durur. Mamafih ona o kadar alışılmıştır, o kadar faydalı ve sadakatine inan vardır ki bu gibi hareketlerine alayla mukabele ederler. Teyzemden galiba biraz çekinir fakat belli etmez, enişteme daha teklifsiz davranır.

Güzide’yi Avrupa seferlerine de götürürlerdi. Âdeta sefaretin bir kâhya kadını gibi idi. Garip olarak kâtipler ve diğer sefaret erkânı, hatta bütün garsonlara kurum satan başgarsonlar dahi ona karşı çekinmeyle karışık bir zaaf beslerler, hiçbir tersliğine aldırmazlardı. Güzide, sefaretlerde sadece davet günlerinde ortadan kaybolurdu. Bunun sebebi galiba hiçbir zaman Avrupaî bir şekil almayan kılık ve kıyafeti idi. Bu, belki de Avrupaîleşmişleri küçük görmesinden, onlarla daima alay etmesinden ileri geliyordu.

Orta boylu, esmer ve elma yanaklı, kara gözleri pırıl pırıl, elleri –daima iş görmekten olacak– sert ve pürtük pürtük. Fakat maddî bakımdan teması hoş olmayan bu el, hasta olduğunuz zaman o kadar sözle ifade edilemeyen bir rikkatle size hizmet eder, bir taraftan sizi diliyle haşlarken, diğer taraftan bu sert ellerin yastığınızı düzeltmesi, başınızı yavaşça okşaması o kadar sıfat verilemeyecek bir teselli ve destek olurdu ki…

Saçları her zamanki gibi sımsıkı, kafasının üstünde bir topuz halinde, çenesinin altında düğümlenmiş bir yemeni ile hep o eski Güzide. Ellerini önlüğüne sildikten sonra, hamal çocuğun elindeki çantaları öyle bir şiddetle çekip aldı ki, bütün çocukluğumu ve ilk gençliğimi bana bir an içinde tekrar yaşattı.

– Sizinkiler sizi dört gözle bekliyor.

– Nasıllar?

– Her vakitki gibi. Teyze Hanım mızmız. Enişte, o Büyükelçi Bey…

Gülüyor ve önde giderken bidüziye başını arkaya çevirip:

– Dikkat ediniz, bizim merdivenler çöker ha, diyordu.

Ben bu eve ilk defa geliyordum. Çünkü, Ankara’dayken teyzem beni nadiren İstanbul’a getirdiği zaman Fatih’teki konaklarına inerdik. Orasını kiraya vermişlerdi. Bu eski, aydınlık bir konak yavrusuydu.

Teyzem bizi merdivenin başında karşıladı. Elâ gözlü, lepiska saçlı (tabiî şimdi boyalı), yüzünün âzâsı sabit, iyi giyinmiş, vakarlı bir kadın. Eniştem merdivenin karşısındaki odasının kapısında bizi ayakta bekliyordu. Bana, kıranta21 devrinden ihtiyarlık devrine birkaç adım atmış gibi geldi. Kır saçları seyrekleşmiş, şakakları tamamen beyazlaşmış, yüzünün alışık olduğumuz kırışıklıkları ve çizgileri artmış, derinleşmişti. Fakat gene de o eski Osmanlı örneği sefir! İnce dudaklarındaki mânidar tebessümlü alay unsuruna karışan şefkat bugün çok bârizdi. O uzun, mütehakkim burun aynı, büyük gözlerinin kenarlarındaki buruşukluklar artık örümcek ağı gibi şakaklarına doğru uzanıyor, iki düz, kır kaşlarının ortasında çok derin tek bir çizgi.

Eniştem beni yanaklarımdan öperken gözleri gözlerimin içini aradı. Teyzem Tarık’ın boynuna sarıldı. İkisinin halinde de, sadece sevdikleri iki insanı görmek sevinci değil, daha fazla, manevî bir yalnızlıktan usanmış, huzursuzluktan bîzar olmuşların alışık oldukları insanları görünce hâsıl olan ve zorla zaptedilen heyecanı seziliyordu.

Eniştemin odasında, bahçeye bakan pencerenin önünde gene o emektar yazı masası, yanında kâğıt dolabı vardı. Üstü derli toplu idi, fakat epeyce yazılı kâğıt ve dosya kalabalığı göze çarpıyordu. Kendi kendime, “Acaba hâtıratını mı yazıyor?” dedim. Odanın iki duvarına koltuklar, pencerenin karşısındaki duvarın dibine de geniş bir divan konulmuştu.

Teyzemle ben, yan yana sedire oturduk. Tarık eniştemin masasının önünde oturduğu koltuğun yanına bir iskemle çekmişti.

İki tarafın ele aldığı mevzular birbirinden çok başka idi, o kadar ki eniştemin dudaklarında, milletlerarası siyaset konusu konuşurken tebessüm alay unsuru birdenbire galip geldi:

– Eski usul harem, selâmlık yapıyoruz. Kadınlar dedikodu, moda, erkekler siyaset ve iş. Haydi, biz de biraz dedikodu yapalım. Senin şu ezelî rakip Hüsnü Sarman gene senin Roma’ya gitmene mâni olmak için epeyce çalışmış…

– Karısı, trende, uzaktan gözüme ilişti. İstanbul’a geldiğine bakılırsa ekâbire tesir yapmak ümidini kaybetmiş olacak. Benim gitmeme mâni olamazdı ama, Roma’ya Nermin’i götürmeme o kadının faaliyeti mâni oldu. (Burada bana bir an baktı.) Artık kongre delegeleri hanımlarını kolaylıkla götüremeyecekler galiba…

– Kâfir, bunu bana daha evvel niye söylemedi? Bu hatun, restoranda benimle konuşan olacak… Demek, benden hınç almak için daktilo dedikodusunu ortaya attı. Kafamdaki acaba vızıltısı gene dindi.

– Teyze, buraya neden Âkile Hanım Sokağı diyorlar?

– Vaktiyle adı öyle imiş.

Eniştem olduğu yerden söze karıştı:

– Karşıki konakta bir Âkile Hanım var. Tam eski biçim. Bütün mahalle ona Muhtar Hanım der. Hani küçükken hikâye yazmaya özenirdin, Nermin… Vakit geçirmeden onu tanı ve dinle…

– Biz, Nermin’le bu üç gün, bayram yapan iki çocuk gibi gezip dolaşacağız.

– Ya biz sizi ne zaman göreceğiz?

Bunu eniştem söylüyor. Teyzem yarı alaylı, yarı sitemli bir sesle gülerek lâfa karıştı:

– Şunlara bak, bize beraber gezmeyi hiç teklif ediyorlar mı?

Eniştem öksürdü:

– Ben zaten gündüzleri pek bir yere çıkmıyorum, yazılarım var. Biz de onları bir akşam, bir tiyatroya veya sinemaya götürürüz.

Güzide başını kapıdan içeriye sokarak sözlerimizi kesiverdi:

– Çantalarını odalarına götürdüm, isterlerse gelsinler. Hamamı da yaktım.

– Ben bu eski eve modern banyolu bir hamam yaptırdım. Sizin odanızla bizim yatak odasının arasında. Eski bir sandık odasıydı.

Bir sandık odasından tam teşkilâtlı modern bir banyo odası olan yeri, Tarık gözlerinde ve dudaklarında tecessüsle karışık hoş bir tebessümle seyretti. Raftaki, eniştemin ve teyzemin tuvalet levazımını birer birer gözden geçirdi:

– Ben teyze hanımın ruj kullandığını hiç tahmin etmezdim. Hele şu enişte beyin tıraş sabununa bak! Paris’ ten gelmiş olacak.

– Sen onları bırak da işini çabuk bitir. Ben yıkanacağım. Malûm ya yemek tam on iki buçuktadır. İhtiyarların yanına biraz erken gidelim.

– Kim demiş ihtiyar! Bizden genç. Enişte Bey her zamankinden fazla Osmanlı veyahut İngiliz ricalini hatırlatıyor. Masanın üstüne bir göz attım, siyasi hâtıratını yazıyor galiba. Bir nevi Türk Churchill’i.

Demek yanılmamıştım. Acaba hâtırat sadece siyasî mi? Ben hamama girdim. Bir duş yaptıktan sonra odaya geldim. Dolaba esvaplarımızı asmaya başladım. Etrafa göz gezdirirken bana bir eksiklik varmış gibi geldi.

– Bana bak Tarık, burada bir tek yatak var, ne yapacağız?

Biz evlendiğimizden beri yan yana iki yatakta yatarız. Ben koyun koyuna yatmaktan hoşlanmam. Tarık da uyku zamanı müstakil olmak isteyen mizaçlardandır. Ben bazan uyumadan evvel, başına elimi koyduğum zaman, yavaşça çeker, elimi öper: “Allah rahatlık versin” der, arkasını dönerdi. Her halde, teyzem de bizim ayrı yatmak âdetimizi biliyordu. Acaba buraya neden tek yatak koymuşlardı? Tarık birdenbire bir bayram günü şevkiyle boynuma sarıldı:

– Koyun koyuna yatarız, küçükhanım.

– Asla…

– O halde bir tekme vurur, beni yere yuvarlarsın. Ben de koltukta uyurum. Haydi, “evet” de bakayım!

Bu, ne kadar bambaşka bir Tarık! O, benim kadar, belki daha fazla uyku zamanı mahremiyetine düşkündü. Acaba o da, eniştem gibi, uyumadan evvel başını okşatmak falan mı istiyor? Acaba? Hemen işi alaya döktüm:

– Bu yaştan sonra artık sarmaş dolaş uyuyamayız, Tarık Bey. Haydi, saat on ikiye geliyor.

Tarık’ın elinden yakaladım, bir yaramaz çocuk gibi eniştemin yazı odasına sürükledim.

O gün, öğleden sonra Tarık’la yola düzüldük, müzeye gittik. Antikalardan ziyade bahçedeki renk renk çiçeğe, bilhassa lale tarlasının rüzgârda dalgalanmasına gözlerim yapıştı, kaldı. Sonra da, Köprü’den bir vapura binerek Boğaz’a gittik. Kanlıca’da çay içtikten sonra, yemek vakti olan saat sekizde eve dönebildik. İstanbul’un sıfat bulunamayacak kadar hususî olan güzelliğinin içime o günkü kadar sızdığını bilmiyorum. İstanbul’a bir değil, binlerce sıfat verilebilir… Ben bunlardan birini düşünemeyecek kadar kendimden geçmiştim. Boğaz’dan İstanbul’a bakarken âdeta biraz sarhoş gibi idim. Fakat bunda azıcık da Tarık’ın hiçbir zaman bu şekli almayan âşık halinin dahli vardı. Bunun saiki ne idi? Tarık’ta bir sevgili ve daimi arkadaştan ayrılacakmış gibi bir vaziyet, itidalli mizacına hiç uymayan sıcak ve taşkın bir düşkünlük vardı.

Yemekten sonra eniştem bir hayli siyasî felsefe savurdu. O günün yüksek idare ve siyaset ricaline dair bir sürü lâf ediyor, Tarık bir şey söylemeden dinliyordu. Bir aralık birdenbire sordu:

– Bu mütalâaları hâtıratınıza koyacak mısınız?

– Hâtıratım bu güne ait değil ki…

Tarık güldü:

– Ne kadar değişirse o kadar eskinin aynıdır.

– “Eller değişti, yumruk gene o yumruk” demek istiyorsun, Tarık. Fakat ben, imkân nisbetinde şahsî mütalâa karıştırmadan, İstiklâl Mücadelesi’nden evvelki ve o esnadaki müşahedeleri kaydediyorum. Başlangıcı bu küçükhanımın henüz doğmadığı yıllara uzanır.

Ben kendi kendime, eniştemin hususî hayatından bir şey sokup sokmayacağını düşünüyordum. Hatta, içimden, bir fırsat bulursam bu hâtırata gizlice göz atmaya bile karar vermiştim. Fakat bu mevzuu unutmaya çalışarak teyzeme döndüm:

– Şu Âkile Hanım Sokağınız hakkında bana biraz malûmat verseniz…

– Sen onu Güzide’yle konuş. O herkesle ahbaptır. Bütün komşuların sırlarını ezbere bilir.

– Güzide bana epeyce yaşlanmış gibi geldi.

– Görünüşte belki… İçindeki enerjinin bir zerresi bile kaybolmamıştır. Hele bizim kiracılar…

– Sizin kiracılarınız da mı var?

– Evet, selâmlığı kiraya verdik. Az ücret alıyoruz. Daha fazla, bu koca evde biraz kalabalık istiyoruz. Gündelikçi kadın, onlara da hizmet ettiği için, evlerinde olup bitenleri bizim Güzide’ye anlatır.

– Ankara’daki gibi gene çok misafir geliyor mu?

– Ekâbir emekli evine pek gelmez. (Güldü.) Fakat gene de çok misafir geliyor. Eniştenin, bilhassa Amerika’ da ve İngiltere’de tanıdığı bir sürü fikir adamı var. Sonra da eniştenin fikrine çok uyan iki Fransız ilim adamı.

Eniştem hemen söze karıştı:

– Malûm ya, İngiltere ve Fransa şimdi emekliye ayrılmış iki millet. İyice uyuşuyoruz.

Bu defa Tarık da bu mevzu ile alâkalı göründü:

– Emekliye ayrıldıktan sonra daha verimli ve esaslı hizmet görmek kabildir sanıyorum.

– Sizin emekli zihniyetini anlayacağınızı sanmıyorum.

– Neden anlayamayacağız? Benim hizmetim yirmi yıla yaklaştı. Biz artık orta yaşlı olduk.

– Yooo, Tarık! Otuzu henüz geçmiş kadın bu gün bir genç kız sınıfından sayılıyor. Kadınlar ondan sonra Hanya’yı, Konya’yı idrak ediyor…

Teyzem gene gülüyordu:

– Bana bak Tarık, hani Washington’da, Nermin’in mütemadiyen seninle dansını kesen bir Amerikalı genç yok muydu? O, birkaç ay için bilmem ne vesile ile Türkiye’yi tetkike gelmiş, bize sık sık geliyor. Gözünü aç, Nermin çok güzelleşmiş.

Birinci akşam yalnızdık. Gece on ikiye kadar konuştuk durduk. Ve ilk defa ben kocamla aynı yatakta uyuyabiliyordum. Kafamdaki “Acaba!” vızıltısı tamamen dinmiş gibiydi. Sabahleyin erken kalktık. Kahvaltıda Güzide ile odamızda bir hayli dedikodu yaptıktan sonra Üniversite’ nin bahçesine gidip dolaştık. Sonra Süleymaniye’yi, daha sonra da Ayasofya’yı gezdik. Tarık’ın İstanbul’da kaldığı üç gün zarfında iç yüzünü öğrenmeye karar vermiş olduğum “Âkile Hanım Sokağı” sakinleri ile pek meşgul olmadım.

İkinci günümüz Adalar’da geçti. Döndüğümüz vakit, Güzide kapıda durmuş, karşıki kiremit renkli kâgir konağın kapısının önünde duran uzun boylu, zayıf bir kadınla, elleriyle işaret ederek konuşuyorlardı. Güzide’nin sesi her zamanki gibi çıngır çıngır, karşıdakinin yavaş, ağır ve kelimeler ağzından tane tane çıkıyor.

– İşte Ankara’dan gelen misafirlerimiz, Âkile Hanım.

– Safa geldiler, hoş geldiler.

Tarık’la ben, karşıda duran kadına başımızla selâm vererek içeriye girdik.

– İşte bu Âkile Hanım’dı…

Güzide’nin sesi heyecanlıydı:

– İşte bütün mahalle ona akıl danışır. Üniversite’den çıkmışları da, dil bilenleri de cebinden çıkartır.

– Tarık gittikten sonra ben de onunla ahbaplık etmek isterim. Sen beni tanıştır, Güzide.

– İyi edersin. Bahçelerinde oturur, hava alırsın. Bizim bahçe hem küçük, hem de kiracıların çamaşırlarından rahat yok ki. Tarık Bey, sizi bugün üç defa Ankara’dan aradılar.

Ben sordum:

– Kim olduklarını söylemediler mi?

Güzide cevap vermeden evvel ikimizin yüzünü de süzdü. Nihayet tereddütlü bir sesle, “Hayır…” dedi.

İşte nihayet İstanbul’da beraber geçireceğimiz son akşam geldi, çattı. Evde, yemekte bir sürü misafir vardı. Bunlar, evvela şu, beni Washington’da mütemadiyen dansa sürükleyen Dick Jones, onun dostu olan bir Amerikalı gazeteci, bir üniversite profesörü, meşhur muharrir Kazım Özlü, bir de Roma sefaretimizin kâtiplerinden aynı zamanda eniştemin yeğeni Burhan Hürsoy idi. O zamana kadar pek az görmüş olduğum bu genç, belki de bu muayyen bir hariciyeli örneğinin ifadesinden başka bir şey değildi. Güzide nefis bir yemek çıkarttı. Şarap buldu, hep İngilizce konuşuluyordu.

Eniştem gene vaziyete hâkim görünüyordu. Frak giymemiş olmasına rağmen siyah kostümü, itina ile taranmış saçları, parlayan gözleri ile alışık olduğu bu muhitin içinde, zâhirî sükûnetine rağmen memnundu. Ona mukabil Tarık biraz rahatsız ve münzevi gibiydi. Bilhassa yemekten evvel, yukarıda aperitif alırken, misafirler siyasetten konuşmaya başlamışlardı. Bundan hiç memnun değildi. Ben Dick ile gazetecinin arasında oturuyordum. Fakat aşağıya inmeden evvel Tarık beni bir tarafa çekmiş, “Gazeteci sana bir sürü sual soracaktır. Dikkat et, sözü siyasetten uzak tut…” diye sıkı sıkı tembih etmişti.

Eniştemle hususî konuşmaya zaman bulamamış olmasına rağmen ona da, gözleriyle ve tavrıyla aynı direktifi veriyor gibiydi. Fakat sofrada, Rusya, Amerika ve İngiltere’nin bugünkü mühim şahsiyetlerini mütemadiyen tenkit ediyorlar ve dünyaya nizam vermek için toplanmış gibi ateşli ateşli konuşuyorlardı.

Bu münakaşadan en fazla memnun görünen Profesör’dü. Hukuk’ta mühim bir kürsü işgal eden bu kellifelli adamcağız, bayat fikirlerini, satışa pahalı ve nadir mallar çıkarmış bir dükkâncı gibi, bazı cümlelerinin üzerinde bilhassa uzun duruyor, etrafını gururla gözden geçiriyordu. En fazla üzerinde durduğu nokta, demokrasinin dünya için muzır olduğunu ispata çalışan misallerdi. Kendisinin o günlerde Maarif Vekili olması ihtimali de ağızlarda dolaşıyordu. Kendisini en fazla dikkatle dinleyen Amerikalı gazeteci idi. Türkiye’ye yeni geldiğini ve ancak bir ay kalabileceğini söylerken gülerek, Türkiye’de hâkim olan siyasî felsefe hakkında bir seri yazı yazacağını ve meseleyi daha esaslı konuşmak üzere hususî bir mülâkat istediğini, hukuk profesörüne anlatıyordu.

Dick, hep Washington’da geçen müşterek hâtıralarımızı ihya ederken, yan gözle bana mânalı mânalı bakarak, “En güzel kadınların sadece Türkiye’de olduğuna kanaat getirdim,” demişti.

Bu esnada Tarık kaşlarını çatmış, gözlerini bana dikmişti. Bu güzellik bahsini eniştemin yeğeni Burhan Hürsoy kapattı:

– Tarık Bey, sizin Roma’ya gideceğinizi Ankara’da haber aldım, çok memnun oldum. Zamanımızın en mühim adamları hep orada olacak. Nermin Hanım da gitse ne iyi olurdu. Kongrelerde sosyal cepheler her halde mühim rol oynarlar.

Gazeteci, gözleri soyduğu şeftalide, mırıldandı:

– Esasen sosyal tarafından başkası hep lâf, lâf, lâf…

– Siz bu kongrelerin faydasına kani değil misiniz?

– Hayır…

Profesör tekrar konuşmaya başladı:

– Şark milletlerini Garplılaştıracağız diye garipleştirdiler, kökleri koptu, gitti. Esasen bir makine devri medeniyetinin de kökleri çürümüştür. Demokrasi, demokrasi nakaratı… Her siyasî havaya nakarat.

– Sakın komünist olmayasınız?!..

– Komünizm de çürümüş Garp medeniyetinin bir dalından ibaret.

– O halde ırkçı olacaksınız.

– Ne münasebet!.. Hele onun hiç kökü yok. Amerika’da, İngiltere’de ve bizde…

Profesör bir kürsü konuşmasına başlamış gibiydi. Biz teyzemle salonu bıraktık, çekildik. Tarık da çok geçmeden bize iltihak etti. Salondan gelir gelmez gözleriyle beni aradı. Önüme dikildi:

– Dikkat et, Dick çok sulu bir mahlûktur. Ben yokken yakana yapışmasın!

Teyzem güldü:

– Peki, senin Roma’da yakana dişi mahlûkatın yapışmayacağını kim temin edebilir sanki?

– Nermin, benim kimsenin yakasına yapışmayacağımı tecrübe ile bilir.

– Ya onlar senin yakana yapışırlarsa?..

– Elleri yakamda kalırsa silkip atmasını bilirim.

Bunu söylerken gözleri gözlerime dikilmişti.

İkimizin hâfızasında da daktilo Sevim’in kolu Tarık’ın omuzunda, manikürlü eli önündeki kâğıtlara işaret ettiği, o, kafamda “acaba” vızıltısı yaratan sahne canlanmış olduğuna eminim.

Misafirler sonradan epeyce çakırkeyif döndüler. Bilhassa eniştem son derece neşeli idi. Bu akşam âdeta emekli olduğunu unutmuş, kendisine dünya işlerinde söz sahibi bir insan hissi gelmişti.

O gece, Tarık’la ben, sadece aynı yatakta değil, kollarımız birbirimizin boynuna dolanmış olduğu halde sabahladık. Önümüzde ebedî bir ayrılık varmış gibi, hangimizin kolları gevşese, ötekinin kolları sıkışıyor, “Bir anı bile kaybetme!” der gibi yanındakini uyandırıyordu.

Ertesi sabah onunla Haydarpaşa’ya kadar gittim. Ayrılırken, ilk defa herkesin gözü önünde birbirimize sarıldık. Tren uçtu, gitti. Ben vapurda dönerken iki kişi arkamdaki sırada fısıldar gibi konuşuyordu:

– Tarık Bey meğer karısına ne kadar düşkünmüş!

– Herif üç gün sonra uçacak. Havada ne olur, ne olmaz…

Başımı çevirdim. Beni görünce sustular. Birinin Tarık’ın dairesindeki kâtiplerden biri olduğunu anladım.

21

Saçları ağarmaya başlamış orta yaşlı erkek.

399 ₽
159,41 ₽

Начислим

+5

Покупайте книги и получайте бонусы в Литрес, Читай-городе и Буквоеде.

Участвовать в бонусной программе
Возрастное ограничение:
0+
Дата выхода на Литрес:
24 августа 2023
Объем:
241 стр. 2 иллюстрации
ISBN:
9789750722615
Правообладатель:
Can Yayınları
Подкаст
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Подкаст
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Аудио
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
По подписке
Подкаст
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Подкаст
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Аудио
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
По подписке
Текст PDF
Средний рейтинг 5 на основе 1 оценок
Текст, доступен аудиоформат
Средний рейтинг 5 на основе 46 оценок
По подписке
Текст
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Текст
Средний рейтинг 5 на основе 2 оценок
Текст
Средний рейтинг 5 на основе 2 оценок
Текст
Средний рейтинг 5 на основе 2 оценок
Текст
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Текст
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Текст
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Текст
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Текст
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Текст
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Текст
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок