Ali Akbaş Armağanı

Текст
Автор:
Читать фрагмент
Читайте только на ЛитРес!
Отметить прочитанной
Как читать книгу после покупки
  • Чтение только в Литрес «Читай!»
Ali Akbaş Armağanı
Шрифт:Меньше АаБольше Аа

Ali Akbaş’a Armağan

Sunuş

“Apansız bir yıldız düşüyor göğümüzden



İçimize köz düşüyor



Şiir oluyor

Kelimeler gözlerimde bir avuç kum



Çıkarıyorum, Şiir oluyor.”



Ali Akbaş

Elinizdeki kitap, birkaç kuşağın “Ali Ağabey”i için kaleme aldığı yazıları kuşatan bir armağan. Şiirleriyle her yaştan okuruna, bu toprağın ve Türkçenin sesini yankılayan Ali Akbaş, son elli yılın kültür hayatında çok önemli bir yere sahip. Ali Akbaş Hocamız, yalnızca şiirleriyle değil; yazdığı yazılar, yetiştirdiği öğrenciler ve Avrasya Yazarlar Birliği çevresindeki kültürel faaliyetleriyle bir neslin yetişmesine öncülük etti. Onun şiirlerinin dünyasını ve söyleyişini inşa eden o nahif ses hem Türkçemize hem de millî kimliğimize yeni değerler kattı, katmaya da devam ediyor.



Ali Akbaş’a armağan olarak sunulmak niyetiyle Avrasya Yazarlar Birliği ailesi, Hoca’nın okurları ve sevenleri tarafından hazırlanan bu kitapta, şairin kendisini ve eserlerini konu edinen veya ona ithaf edilen pek çok çalışmaya yer verildi. Bu süreçte yazdıklarıyla armağana katkıda bulunanlara çok teşekkür ediyoruz. Elimizden geldiğince bu çalışmada çok fazla kişiye ulaşmaya çalıştık ancak Hoca hakkında yazmak isteyen ama ulaşamadığımız kişiler olduysa da onlardan peşinen özür diliyoruz. Edebiyat ve kültür hayatımızda müstesna bir yeri olan değerlerimiz için bu tür çalışmaların onların sağlığında yapılmasının çok önemli olduğunun önemini bu vesileyle bir kez daha vurgulamak istiyoruz.



Ali Akbaş Hocamıza bu armağan vesilesiyle uzun, sağlıklı ve huzurlu bir ömür diliyor; yazacaklarıyla Türkçemize daha nice yeni sesler ve değerler katmasını umut ediyoruz.



Yakup ÖMEROĞLU-Mustafa KURT

I.BÖLÜM

ALİ AKBAŞ’IN BİYOGRAFİSİ

4 Eylül 1942’de Kahramanmaraş’ın Elbistan ilçesinin Çatova köyünde dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini memleketinde, yükseköğrenimini İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde tamamladı.



Çeşitli lise ve yüksekokullarda öğretmen ve idareci olarak görev yaptı. Bir müddet Film Radyo ve Televizyon Eğitim Dairesi (FRTEM)’nde program yazarlığı yaptıktan sonra Hacettepe Üniversitesi’ne geçerek “Yapalak ve Ekinözü Ağızları” adlı teziyle yüksek lisansını tamamladı (1985). Aynı üniversitede Türk Dili okutmanı olarak görev yaptı ve buradan 1996 yılında emekliye ayrıldı. Daha sonra Ahmet Yesevi Üniversitesinde öğretim görevlisi olarak çalıştı.



Edebiyat hayatına erken başlayan Akbaş’ın henüz lise öğrencisiyken yazdığı bir şiir Kahramanmaraş Lisesi marşı olarak kabul edildi. Türkiye Yazarlar Birliği tarafından

Kuş Sofrası

adlı kitabıyla Çocuk Edebiyatı dalında Yılın Şairi seçildi (1991), Yunus Emre Yılı dolayısıyla İstanbul’da gerçekleştirilen XII. Dünya Şairler Toplantısı’nda bir plaketle ödüllendirildi (1991). Kazakistan’ın başkenti Almatı’da gerçekleştirilen II. Türk Dünyası Şiir Şöleni’nde Mağcan Cumabayulı Ödülü’ne layık görüldü (1993). Kosova’da yayınlanan Türkçem Çocuk Dergisi tarafından Türk Dünyası’nda Yılın Edebiyat Adamı seçildi (2011). TÜRKSOY 25. Yıl Madalyası ile onurlandırıldı.



57. Venedik Şiir Bienali’nde (2005), 20. Moskova Kitap Fuarı’nda (2008) ülkemizi temsil etti.



Ali Akbaş’ın “Koşma” adlı ilk şiiri

Engizek

gazetesinde çıktı (1960). Günümüze kadar

Divan, Doğuş Edebiyat

ve

Kanat

dergilerinin yayımlanmasında öncülük etti. Hâlen Genel Başkan Yardımcısı olduğu, Avrasya Yazarlar Birliği’nin Türk Dünyası’na hitap eden

Kardeş Kalemler

dergisini çıkarmaktadır.



Şiirleri ağırlıklı olarak;

Türk Edebiyatı, Öncüler, Kardaş Edebiyatlar, Töre, Erguvan, Dolunay

ve

Türk Yurdu

olmak üzere değişik dergilerde yayımlandı. Türkiye Yazarlar Birliği ve İLESAM üyesidir.



Masal Çağı

(şiir),

Eylüle Beste

(şiir),

Erenler Divanında

(şiir),

Turna Göçü

(şiir),

Kuş Sofrası

(çocuklar için şiir),

Gökte Ay Portakaldır

(masal),

Kız Evi Naz Evi

(piyes) ve

Hacı Bektaş-ı Veli

(belgesel) adlı eserleri vardır.



Kuş Sofrası

adlı şiir kitabı Mariya Leontiç tarafından Makedonca’ya (2000), Mir Aziz Azam tarafından Özbek Türkçesi’ne çevrildi (2008). Seçilmiş şiirleri Ramiz Asker çevirisiyle Azerbaycan’da (2008), Tahir Kahhar çevirisiyle Özbekistan’da (2016) kitap olarak yayımlandı. Bazı şiirleri pek çok Türk lehçesine ve Rusçaya çevrilerek yayınlandı.



Akbaş, lirik şiirlerini Turna Göçü (2011) adlı kitabında topladı.

Erenler Divanında

(2011) ve

Eylüle Beste

(2011) ise epik-destansı şiirlerinden oluşmaktadır. 2015’e kadar yayımlanan tüm şiirleri

Bütün Şiirleri

(2015) adıyla kitaplaştırılmıştır.



Evli, 5 çocuk babası ve 6 torun dedesidir.



II.BÖLÜM

ALİ AKBAŞ İÇİN YAZILANLAR

ALİ ABİ

Bayram Bilge TOKEL

Onun şiiri, düşüncesi ve sancısı olan gönlün şiiridir. Ali abi, düşüncesi olan gönülle, gönlü olan düşüncenin kesiştiği alanda örer şiirini. Onun için şiirini şairaneliğe kurban etmediği gibi, nesrini de didaktik yavanlığa teslim etmemiştir.



1976 yılı, ülke gençliğinin üzerinden silindir gibi geçerek memleketi yangın yerine çeviren darbelerden 12 Mart’ın beş yıl sonrasına, 12 Eylül’ün beş yıl öncesine denk geliyor. Benim Ali Akbaş’la tanışmam, yeni küllenmeye başlayan ülkemizdeki yangına taze odunların taşındığı işte bu 1976 yılına rastlar. Kısa zamanda dostluğa dönüşen ve hiç kesintiye uğramadan tam kırk yılı geride bırakan bir tanışıklık bu…



Ali Akbaş, o yıllarda hepimizin “Ali Hoca”sı idi ama birkaç ay sonra benim “Ali abi”m oldu ve hep öyle kaldı. Başlangıcını ideal ortaklığının oluşturduğu bu abi-kardeş hukukunu sürekli geliştiren ve diri tutan o kadar çok müşterek noktamız vardı ki… Biri usta diğeri çırak iki şiir sevdalısı idik ve edebiyat dergisi çıkarmak iflah olmaz hastalığımızdı. İkimiz de aynı semtte, Bahçelievler’de oturuyor ve aynı resmî kurumda aynı işi, yani radyo program yazarlığı yapıyorduk. Kitap, türkü, çay ve sigara ikimizin de en sahih azıkları idi. Ve nihayet Ali abi Maraş, ben Bozok koluna mensup iki Dulkadirli Türkmen’i idik.



Bu ve buna benzer ortak noktaların daha da belirginleştirdiği duygu, düşünce, zevk ve gönül dünyamızdaki benzerlikler, birbirine çok yakın hayatlar çıkardı karşımıza: Evini geçindirmek için sürekli birbirinin cüzdanına müracaat eden iki dar gelirli memur, yıllarca ev sahibi kahrı ve zulmü çeken iki garip kiracı, ülkeyi kurtarmak sevdasıyla evini ve evlâd ü ayâlini sürekli ihmal eden iki sergerdân, şehirdeki haksızlık, çirkinlik ve yanlışlıkları düzeltmeye gücünün yeteceğine inanan fukara iki köy çocuğu…

1

1


  1980 sonrasında, bu ortak dünyamıza Reşadiyeli üçüncü bir köy çocuğu dâhil oldu: Stajyer avukat Şükrü Karaca… Üçümüz de haksızlık, kötülük ve çirkinlik karşısında buğzetmede anlaşıyorduk ama bunun yeterli olmadığı durumlarda Ali abi ile ben daha çok dil ile mücadeleye önem verirken, o, el ile mücadeleyi tercih etti ve bu tercih onu erkenden siyaset meydanlarına savurdu. Yönü ve şiddeti sürekli değişen siyaset rüzgârlarının yıprattığı bedeni, çocukluğundan beri yakasını bırakmayan müzmin hastalığa yenilerek üç sene önce aramızdan ayrıldı. Mekânı cennet olsun…





Cümleyi ve sözü daha fazla uzatmamak için kısa kestiğim bu hayat ortaklığı etrafında yaşanan sayısız olay, hatıra ve anekdot gözümün önünden siyah beyaz bir Türk filmi şeridi gibi geçiyor. Hangi enstantaneyi, hangi hatırayı, hangi olayı yazacağımı bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var ki, onu gecikmeden söylemeliyim: Ali abi bütün bunları ve hayatının her ânını şair olarak yaşadı ve hayatın merkezine hep şiiri koydu. Daha lise öğrencisi iken, üniversitede okurken, edebiyat öğretmenliği yaparken, katıksız bir Türkiye ve Türk Dünyası sevdalısı olarak mücadele verirken, bu uğurda oradan oraya sürülürken hep şairdi, şair kalmakta direndi.



Aile reisi olarak da şair bir eş ve şair bir babaydı. Öyle ki, Elif ’in doğduğu geceyi Ankara Yüksek Öğretmen Okulu’nun öğrenci yurdunda, biz üç beş gence Cahit Külebi’den şiirler, Sait Faik’ten, Bahattin Özkişi’den hikâyeler okuyarak geçirecek kadar şair… Kimsenin malında gözü gönlü yoktu ama şöyle bahçeli, müstakil güzel bir ev görünce; “Şimdi böyle bir evde oturup da şiir yazmamak olur mu? Eğer öyle ise kolundan tuttuğun gibi ‘hadi kardeşim, hadi, hadi’ deyip evden atacaksın” diye espri yapmaktan kendini alamazdı.



Ali Akbaş’ı tam ve eksiksiz anlatmak, sadece iyi şiir ve iyi şairi değil, iyi bir insan ve iyi bir dostun ne olduğunu anlatmakla mümkündür ancak. Çünkü o bunların hepsidir ve bunların hepsini kusursuz anlatmak da -en azından benim için- oldukça zordur. Ama ‘zor’u görünce kaçanlardan olmamak için, gücümün yettiği kadarıyla şair Ali Akbaş’ı anlatmaya çalışacağım.



Şair Ali Akbaş

Rus şairi Yevtuşenko, hatıralarında, bir öğlen paydosunda fabrika işçilerine şiir okurken, dinleyiciler arasında bulunan yaşlı bir kadının kendisine söylediği şu sözlerle irkildiğini yazar: “Yalnızca gerçeği ara oğlum; kendi içindeki gerçeği ara, bul, sonra onu insanlara aktar. İnsanlardaki gerçeği ara, bul, sonra onu kendi içinde biriktir.” Ali abiyi sadece yakından tanıyan biri değil, şiir yazma macerasını da yakından bilen biri olarak, tam da böyle bir şair olduğunu söyleyebilirim. O da kendi içindeki gerçeği sabırla arar, bulunca, onu en güzel dil, ifade ve üslupla bezeyerek insanlara aktarırdı. Başka insanlardaki gerçeği de aynı sabır ve titizlikle arar, bulur ve vakti zamanı gelince söylemek üzere içinde biriktirirdi. Biriktirdikleri “artık beni yaz” diye rahatsız etmeye başlayınca ancak yazmaya oturur ve bir şiirin bitmesi ayları, hatta bazen yılları bulurdu. Bundan dolayı da hiç bir zaman kolay ve çok yazan bir şair olmadı. Ama yazdıkları kendi ruh ve gönül dünyasının, inanç ve düşünce ikliminin, millî ve tarihî maceramızın, insanımızın ve toplumumuzun gerçekleri idi. Türk, Türkçe ve türkü sevdası, ona en güzel şiirlerini yazdırdı:

“Erenler Divanında”, “Göygöl”, “Bizim Türküler”

ve

“Kutlu Taş”

bu şiirlerin en belli başlı olanları. Ali Akbaş tam anlamıyla kusursuz, sağlam şiirlerin mimarıdır. Bunların büyük kısmı, herkesin ilk okuduğunda ya da ilk duyduğunda anlayabileceği sade, samimi, külfetsiz ve gösterişsiz şiirlerdir. Ama asla basit ve sıradan değildir; tıpkı türkülerimiz gibi. Gereksiz süslerden arınmış bu şiirlerin kimilerine kolay yazılmış şiirler gibi gelmesi de bundandır. Oysa büyük sanat eserleri, sanat tekellüflerinden ve tasannudan uzaklaştıkça gerçek sanata yaklaşarak sadeliğin zirvesine ulaşırlar ve oradaki soylu duruşları, tantanaya ve şatafata ayarlı gözlerin asla fark edemeyeceği bir asaleti simgeler. Büyük musiki eserleri de böyledir; tıpkı Itri’nin Tekbir’i gibi. Bunun edebiyattaki, şiirdeki karşılığı sehl-i mümtenidir; yani kolay gibi görünen zor. Ali abinin pek çok şiirinin tam bir sehl-i mümteni örneği olması, iyi şairliğinin en önemli tescilidir.(Yazıyı hem gereksiz yere uzatmamak hem de resmiyete ve akademik soğukluğa kurban etmemek için şiirlerden örnekler vermiyorum; bunların hangileri olduğunu ehl-i şiir biliyordur, “bizi kınamasın ehl-i dil olan”).

 



Bu seviyeyi yakalamak ve mükemmele ulaşmak uğruna çektiği çileyi, bu yolda sayısız iyi ve güzeli gözünü kırpmadan feda ettiğini çok iyi biliyorum. Çünkü Ali abi de, -Tarık Buğra’nın ifadesi ile- “kâğıdın yırtılabilen bir nesne” olduğunu ve hakiki şairlerin mükemmel şiirlere nice kâğıtları yırtarak ulaştıklarını çok iyi bilirdi. Şiir yazmadan durabildiği hâlde yazmaya devam edenlerin şiirlerindeki tasannudan en çok kendisi rahatsız olduğu için, hemen tüm şiirlerini, şiir yazmadan duramadığı, hatta bazen nefes almakta bile zorlandığı hâllerde yazdı. Çünkü “sanat samimiyettir” derdi.



Düşüncesi Olan Gönül, Gönlü Olan Düşünce

Aynı titizliği nesirlerinde ve yazdığı denemelerde de görürüz: Eğip bükmeden, teklif- tekellüfe boğmadan, Türkçe’nin gücünden ve güzelliğinden aldığı ilhamla, söyleyeceğini en kısa, anlaşılır ve etkili bir dil ve üslupla kolayca söylemek… Nesirde bunu yapmak, yani şairaneliğe prim vermemek şüphesiz daha kolaydır ama şairaneliğe düşmeden şiir yazmak her babayiğit şairin harcı değildir. Ali abinin şiiri bunun da en güzel örnekleri ile doludur.



Aslında şairanelik, bizim divan şairlerinin olmazsa olmazıdır ve sanıyorum biraz da bundan hareketle Üstat Cemil Meriç; “Şiir gönlün dilidir, nesir aklın (veya düşüncenin) dili” der. Oysa Ali Akbaş’ın şiiri, hakikatin önemli bir kısmını ifade eden bu sözün anlam çerçevesini biraz zorlar. Çünkü onun şiiri, düşüncesi ve sancısı olan gönlün şiiridir. Ali abi, düşüncesi olan gönülle, gönlü olan düşüncenin kesiştiği alanda örer şiirini. Onun için şiirini şairaneliğe kurban etmediği gibi, nesrini de didaktik yavanlığa teslim etmemiştir.



Ali Akbaş’ın, kendisini şiirimizin yaşayan ustaları arasında en ön sıralara taşıyan özelliklerine değinmemek eksiklik olacaktır.



Geleneksel ve Modern Bir Şair

Birincisi, şairi bol bir şehrin oldukça renkli ve zengin folklorik birikime sahip bir köyünde doğup büyümesi. Çünkü kültür, inanç, medeniyet ve sosyal değerlerimizin en yalın, sade, anlaşılabilir ve yaşanabilir değerler ve kavramlar olarak -eksiğiyle fazlasıyla- köy insanlarında tebellür ettiğini düşünüyorum. Onlar için asıl olan, her şeyin azı ama özü; azla yetinmek, az konuşarak çok şey anlatmak, az bilmek ama bildiğini iyi idrak etmek, çokluğun ayrıntısında boğulmamak… Vahdete sığınmanın, kesretten uzaklaşmakla mümkün olabileceğini hissetmenin doğal sonucu belki de. Bu hâl biraz da acıyı, yoksulluğu, gurbeti, sevdayı ve hüznü dibine kadar yaşamaya mahkûm olanların ağırbaşlı sükûtundan beslenir. Türkülerimiz, ağıtlarımız bunun en güzel misalidir ve Ali Akbaş’ın şiirinin en temel kaynakları da bu türküler ve ağıtlardır bana göre.



İkincisi, sadece çok iyi bildiği Türk şiir geleneğinden değil, Doğu’nun, Batı’nın ve hatta eski Yunan’ın şiir geleneğinden haberdar olması… Başta Dede Korkut ve Köroğlu destanları olmak üzere, bütün bir Türk Dünyası şiir kültürüne hâkimdir. Yunus’u, Mevlâna’yı, Fuzûli’yi, Bâki’yi, Şeyh Gâlib’i, Yahya Kemal’i, yorulup usanmadan, döner döner okurdu. Hâfız’a, Tagor’a hususi bir yakınlık duyardı. Rus şair ve yazarlarına ilgisi hiç eksilmedi. Shakespeare’i, Goethe’yi, Vergilius’u, Homeros’u, Dante’yi bizim klasiklerimizle mukayese ederek incelerdi. Doğu ve Batı masallarını, destanlarını en iyi tercümelerinden okumayı önemserdi. Cumhuriyet döneminin tüm şair ve yazarlarını daha üniversite eğitimi esnasında nerdeyse hıfzetmişti. Şiiri ve şairleri siyasi, ideolojik, dinî ve etnik aidiyetlerine göre değil, sanatın yüksek ve soylu kıymet hükümlerine göre değerlendirirdi. Böyle olunca, gerektiğinde kendisine yakın olanı eleştirmekten çekinmez, uzak olanı takdir ve taltif etmekten de geri durmazdı.



Üçüncüsü, şiirin musiki ile yakın akraba- lığından en üst seviyede haberdar olması… Halk ve sanat musikisi geleneklerimizi

anonim/beste, ezgi/nağme, yöre/makam, kaynak kişi/besteci

farklılıkları;

şiir/söz/güfte

incelikleri ve estetik ifade kalıpları yönüyle tahlil edebilecek seviyede bir musiki kültürüne sahipti. Kültür coğrafyamızdaki musiki birikimini bilir, anlar ve severdi.

“Bizim Türküler”

ve

“Armağan”

şiirleri böyle bir bilincin ve zevkin ürünüdür.



Dördüncüsü sadece sanat, edebiyat ve şiirde değil, sosyal ve kültürel alanlarda da modern zevk ve eğilimleri gözeten diri ve uyanık tecessüsü… Aslında her şair, özellikle ve öncelikle yaşadığı çağın şairidir. Geçmişi yazarken bile bugünün şairi olduğunu unutmamalıdır. Ali Akbaş’ın, geçmişi eskiler gibi yazmanın marifet olmadığını bilmesi, kendisini, başta “Fuzuli” şiiri olmak üzere, pek çok şiiriyle geleneği yenileyen, geleneği yeniden ifade eden şair konumuna yükseltmiştir.



Ve nihayet bütün bu sözlü, yazılı ve irfani birikimi ruhunda, gönlünde ve kafasında mezceden gerçek bir şairdir Ali Akbaş. Yiğit ve derviş; hem alp hem eren, kısacası insan şair!



Şiirlerinle bin yaşa Ali abi.



KORKUT AKBAŞ’TAN ALİ AKBAŞ’A

Ahmet Bican ERCİLASUN

Türk şiirinin sesini yakalamıştı Korkut Akbaş.



Zaten şairler yatağı Maraş’tan, Elbistan’dan geliyordu.



Belki genetik kodlarında, belki de kültür kodlarında bu ses vardı.



Ama 1963 yılından beri bu kodlar türkolojinin geniş evreniyle çevreleniyordu





Büyük kafalı, büyük elli

Tanrı’nın gönderdiği belli

Irkımda kurtuluş sancısı var.



1965 -1966 yılları olmalı. Bu mısralar dilimizin ezberi olmuş. Türkeş’e ve CKMP’ye gönül vermiş gençlere henüz “ülkücü” denmiyor. Türkçü veya milliyetçi denilen gençler, partinin etrafında toparlanmaya çalışılıyor. Kalplerde büyük ümitler, ruhlarda heyecan var. Hepimizin gözünde Türkeş, Türklüğü Ergenekon’dan çıkaracak bir bozkurt gibi. Tok sesiyle, heybetli görünüşüyle, iri elleriyle önümüze düşmüş bir bozkurt gibi. Yürü deyince yürüyor, ileri deyince koşuyoruz. İstanbul Üniversitesinin Edebiyat Fakültesinde birkaç genciz. Dursun Yıldırım, Selçuk Uysal, Hilmi Satıcı, Ali Akbaş… Türkçüler Derneği’nin Üsküdar Ocağı’na gidiyor, Ötüken dergisi okuyor, Atsız’ın yazılarını iple çekiyoruz. Titizlikle biriktirdiğim Ötüken dergileri bir günde yok oluveriyor. Selçuk Uysal almış dergileri, Sosyoloji Bölümü öğrencilerine dağıtmış. Onları da bir dergiyle milliyetçi yapacağını düşünüyor. Öyle deli çağımız işte. Ama Ali şair. Öyle böyle değil, basbayağı şair. Maraş’ın Elbistan’ından gelmiş bu çocuk şiirleriyle bizi büyülüyor:





Büyük kafalı, büyük elli

Tanrı’nın gönderdiği belli

Irkımda kurtuluş sancısı var.



Destanlar çağında sözlü şiir devri yaşanır ya, sanki biz de sözlü şiir devrini yaşıyoruz. Şiir dilden dile dolaşıyor. Bugün bile bilmiyorum, bir yerde yayımlandı mı? Ezberimde kalan bu üç mısra. Belki de arkadaşlarımın hafızasında daha fazlası vardır.



O yıllarda dilimizde bir şiir daha dolanıyordu. Köyden gelmiş gibi, tarladan çıkmış gibi bir şiir. Bir küçük çobanın kaval sesi gibi:





Eşekte ayağı sallanıyordu

Bir türkü dilinde ballanıyordu

Ahmet Ede’nin

Bozkırda her yan yanıyordu

Eşekte ayağı sallanıyordu

Bir çocuk gölgesin kovalıyordu

Az kaldı yakalıyordu

Çocuk bu

Toprakta ayağı yanıyordu

Bir çocuk gölgesin kovalıyordu…



Red Kit çizgi film olmamıştı daha o yıllarda. Fakat Akbaş’ın köylü çocuğu gölgesini kovalıyordu. Kurşun atmıyordu gölgesine fakat az daha yakalıyordu. Köylümüzle, şehirlimizle biz Türkler idik ve Turan’ın da, köyümüzün de türküsünü söylemeliydik. O yıllarda Korkut Akbaş yapıyordu bu işi ve biz de destanlar çağını yaşıyormuş gibi onun mısralarını ezberliyorduk. Sonra kitapta gördüm bu şiiri ama o zaten benim sözlü repertuarımda vardı. Bir şiir daha vardı dillerimizde:





Harman oldum savur beni

Kirmene sar eğir beni

Yaktın ağır ağır beni

Alev alev çırayım oy!





İp bükenim kül dökenim

Bereketli tarlam benim

Kara kızım tunç bedenim

Saçındaki turayım oy!…



Bütün Şiirleri’nde tarih yok, şiirlerin yazılış, yayımlanış tarihi yok ama bu şiirin de destan çağımızdan kaldığını ben biliyorum.



Sonra düşündük, düşünüldü. Ali’nin şiiri sadece dillerde kalmamalı, yazıya da geçmeli. Sözlü kültürden yazılı kültüre geçmeliydik. Kim bilir kim vesile oldu? Ben mi, Aydil Erol mu? Bir gün “Yiğitleme” adlı bir şiir çıktı Ötüken’de. Nisan 1967’deki 40. sayıda. Bütün şiirlerinin toplandığı son kitapta bu şiir bulunmadığı için tamamını buraya almalıyım.





Atlar gelir toza toza

Bir yiğit bedel dokuza

Korkağın canı ucuza

Ölüm kalım sözü m’olur





Bin yıldır bir yay gerilir

Düşünülür ürperilir

Bakarsın emir verilir

Daha bundan tezi m’olur





Alıp atanın öcünü

Dindir bin yıllık acını

Unutma sakla hıncını

Bir gün gelir lâzım olur





Uca geldik yüze yüze

Bekle, geleceksin dize

Aman felek ettin bize

Böyle kara yazı m’olur





Hele de Korkutum hele

Bir gün fırsat geçer ele

Kürelenir gövde sele

Bire bozkurt kuzu m’olur.



Bir Şehriyar Vardı

Bir Köroğlu, bir Dadaloğlu edası. Kürelenir gövde sele / Bire bozkurt kuzu m’olur.

Bunu yazan şairin adı Ali m’olur? Ali de Allah’ın aslanı ama şöyle ilk duyuşta bir yiğitlik, bir kahramanlık havası vermeli şairin adı. Kendi mi seçti, o yıllarda hep birlikte mi benimsedik bu adı, bilmiyorum. Ama şairin adı aramızda Korkut Akbaş’tı; şiir de bu tapşırmayla yazıldı, bu adla Ötüken’de yayımlandı. Ali’nin şiirin

Купите 3 книги одновременно и выберите четвёртую в подарок!

Чтобы воспользоваться акцией, добавьте нужные книги в корзину. Сделать это можно на странице каждой книги, либо в общем списке:

  1. Нажмите на многоточие
    рядом с книгой
  2. Выберите пункт
    «Добавить в корзину»