Monte Kristo Kontu

Текст
0
Отзывы
Читать фрагмент
Читайте только на ЛитРес!
Отметить прочитанной
Как читать книгу после покупки
  • Чтение только в Литрес «Читай!»
Шрифт:Меньше АаБольше Аа

6

Polis komiseri ile iki tarafında birer jandarma olan Dantés, adliye sarayına açılan bir kapıdan, buraya giren herkese elde olmadan bir korku veren uzun, dar bir koridora girdiler.

Adliye sarayının bir tarafında savcılık, öbür tarafında da hapishane vardı. Aradaki kapılar ile bu binaların birinden ötekine geçilirdi. Birçok koridor katettikten sonra Dantés ile muhafızları demir bir kapının önüne geldiler. Kapı açılarak arkalarından kapandı. Dantés şimdi kirli ve ağır bir havayı soluyordu. Hapishanede idi…

Dantés, görünüşü kendisini pek korkutmayan oldukça temiz bir hücreye götürüldü. Hem Villefort’nun güven verici sözleri hâlâ kulaklarında idi. Çok geçmeden akşam oldu ve hücre karanlığa gömüldü. Dantés’nin gözleri bir şey göremez olunca kulakları daha iyi duymaya başladı. En hafif bir ses duyar duymaz kendisini serbest bırakmaya geliyorlar zannı ile ayağa kalkıyor, kapıya gidiyor fakat ses başka taraflarda kaybolunca gelip tekrar eski yerine oturuyordu.

Artık ümidini kaybetmeye başlıyordu ki gece saat ona doğru koridorda ayak sesleri duydu. Sesler hücre kapısının önünde kesildi. Kilitte bir anahtar döndü ve ağır kapı açıldı. İki meşale hücreyi aydınlattı. Dantés, dört jandarma gördü.

“Beni mi almaya geldiniz?” diye sordu.

“Evet.”

“Sizi savcı yardımcısı mı gönderdi?”

“Tabii!”

Jandarmaların Villefort tarafından gönderilmiş olması bahtsız delikanlının bütün endişesini dağıttı. Sükûnetle aralarına girdi. Sokakta onları bir polis arabası bekliyordu. Arabanın kapısı açıldı. Dantés daha ağzını açıp da bir şey söylemeye fırsat bulamadan arabanın kapısından içeri itildi. Gelgelelim karşı koymaya hiç niyeti yoktu. İki tarafında birer jandarma olduğu hâlde oturdu. Öbür iki jandarma da karşısına geçti. Araba meçhul hedefine doğru yola çıktı.

Durdukları zaman Dantés kendini limanda buldu. Önce iki jandarma indi sonra Dantés ve öbür jandarmalar. Jandarmalar Dantés’yi rıhtımda bir kayığa götürdüler, kendileri yine onun etrafında olmak üzere kayığın kıçına oturttular. Bir polis memuru da gelerek kayığın başına geçti. Kayık açıldı. Dört kürekçi hızlı hızlı kürek çekmeye başladı. Çok geçmeden de limandan çıktılar. Dantés jandarmalardan birine “Beni nereye götürüyorsunuz?” diye sordu.

“Şimdi öğrenirsin.”

“Fakat…”

“Sana bilgi vermemiz yasaklandı.”

Dantés sustu. Yola ve karanlığa alışkın denizci gözleri ile gecenin, karanlığını delmeye çalışarak düşünceli bir hâlde sessizce bekledi. O sırada kürekçiler kürekleri bırakarak yelken açtılar. Dantés, jandarmaya ikinci defa bir şey sormamak için bütün isteksizliğine rağmen “Arkadaş…” dedi. “Tanrı aşkına bana acı da cevap ver. Bir komplo yüzünden haksız yere iftiraya uğradım. Ben devlete ve hükûmete bağlı bir Fransız vatandaşıyım. Beni nereye götürüyorsunuz? Söyleyin bana. Size gemicilik şerefim üzerine söz veririm; kaderime boyun eğip oturacağım.”

Jandarma cevap verdi: “Ancak gözleri bağlı yahut Marsilya Limanı’ndan hiç çıkmamış bir kimse nereye gittiğimizi anlamaz. Etrafına baksana bir!”

Dantés kalkarak kayığın gitmekte olduğu yöne baktı. Birkaç yüz metre ileride, kasvetli İf Kalesi’nin bulunduğu dik, siyah kayalık yükseliyordu.

Yüzlerce yıllık korkunç geleneği ile bu dehşet verici zindanın görünüşü Dantés’de, bir darağacının idam mahkûmu üzerindeki etkisini yarattı.

“Aman Tanrı’m, İf Kalesi!” dedi. “Niçin gidiyoruz oraya?”

Jandarma gülümsedi.

Dantés devam etti: “Hapsetmek için götürmüyorsunuz beni oraya değil mi? İf Kalesi, yalnız önemli, siyasi mahkûmların hapsedildiği bir devlet hapishanesidir. Ben böyle bir suç işlemedim ki. Beni hapsedecekler mi sahiden orada?”

“Galiba.”

“Fakat Mösyö de Villefort bana söz verdi ki…”

“Mösyö de Villelfort’nun sana ne söz verdiğini bilmiyorum. Bütün bildiğim İf Kalesi’ne gittiğimizdir. Hey dur, buraya gelin!”

Dantés kendini denize atmak istemişti fakat kendini havada bulur bulmaz dört kuvvetli kol onu geri çekti. Dantés hırstan kudurarak kayığın dibine düştü.

Jandarmalardan biri onu dizi ile döşemeye bastırarak “Bak arkadaş…” dedi. “Kıpırdayacak olursan kurşunu beynine yersin!”

Dantés bir karabinanın namlusunu şakağında hissetti.

Kısa bir zaman sonra Dantés kayığın bir şeye çarptığını hissetti ve baştan kara ettiklerini anladı. Jandarmalar onu kaldırdılar. Kayıktan çıkmasına yardım ettiler ve kayalığın tepesine yükselen basamaklara doğru sürüklediler. Dantés hiç karşı koymadı. Ağır ağır yürümesi karşı koymaktan değil, bütün hislerinin uyuşmuş olmasından ileri geliyordu. Hiçbir şey duymuyor, sarhoş gibi sendeliyordu. Kendisini kayığın döşemesinden kaldıran tekmeleri hissetmiş, ardından kapanan bir kapıdan geçtiğini görmüş fakat bütün bunları yoğun bir sis içindeymiş gibi hiç düşünmeden yapmıştı. Nihayet durdular. Onun artık kaçamayacağına kanaat getiren jandarmalar kendisini serbest bıraktılar.

On dakika kadar bekledikten sonra bir ses “Mahkûm beni takip etsin!” dedi. “Onu hücresine götüreceğim.”

Jandarmalardan biri Dantés’yi dürttü.

“Yürü!”

Dantés, rehberinin peşinde çıplak, rutubetli duvarları gözyaşları ile ıslanmış gibi, hemen hemen yer altında olan bir odaya girdi. Fitili pis kokulu bir yağda yüzen, sandalye üstündeki bir tür lamba bu korkunç yeri aydınlatıyordu. Dantés bu lambanın ışığında kirli elbiseli, aptal yüzlü, alt kademelerde bir zindancı olan rehberini gördü.

Adam, “Bu gece burada yatacaksın.” dedi. “Vakit geç oldu. Müdür uyuyor. Yarın, hakkındaki talimatı okuduktan sonra belki başka bir yere koyar seni. Al sana biraz ekmek vereyim. Testide su var. Şu köşedeki samanın üstünde de yatarsın. Görüyorsun ya bir mahkûm için ne lazımsa var burada. Tanrı rahatlık versin.”

Dantés’nin bir şey söylemesine fırsat vermeden lambayı alarak dışarı çıktı. Zifirî bir karanlık içinde kalan Dantés’nin üstüne kapıyı kitledi.

Günün ilk ışıkları hücreye hafif bir aydınlık serptiği sırada tekrar geldi. Aldığı talimata göre Dantés bu hücrede kalacaktı.

Dantés gece hücreye girdiği zamandan beri hiç kımıldamamış gibi olduğu yerde duruyordu. Bütün gece gözünü bir an yummamıştı. Zindancı ona doğru yürüdü. Dantés onu görmemiş gibiydi. Zindancı onun omzuna dokundu.

“Uyumadın mı sen?”

“Bilmiyorum.”

“Aç değil misin?”

“Bilmiyorum.”

“Bir şey istiyor musun?”

“Müdürü görmek istiyorum.”

“Bunun imkânı yok.”

“Niçin?”

“Çünkü hapishane kurallarına göre, mahkûmlar böyle bir istekte bulunamazlar.”

“Burada mahkûmlara ne gibi haklar tanınır?”

“Eğer parasını verirse daha iyi yiyecek, açık havada gezinti. Bazen de kitap.”

“Benim kitaba ihtiyacım yok. Gezmek de istemiyorum.

Vereceğiniz yiyecek yeter bana. Ben yalnız bir şey istiyorum:

Müdürü görmek.”

“Bana bak, böyle olmayacak şeylerle kafanı yorma, yoksa iki haftaya varmaz oynatırsın.”

“Öyle mi sanıyorsun?”

“Tabii! Delilik hep böyle başlar. Bu hücrede vaktiyle bir rahip vardı. Kendisini serbest bıraktığı takdirde müdüre bir milyon frank vereceğini söyler dururdu. Sonunda keçileri kaçırdı.”

“Ne yaptılar kendisini?”

“Zindana attılar.”

“Beni dinle. Ben ne rahibim ne de deliyim! Bir milyon frank da veremem. Fakat sana vereceğim bir mektubu Marsilya’ya gittiğin zaman Mercédés adında bir kıza iletirsen sana üç yüz frank veririm. Hatta mektup bile değil. Sadece iki üç satır.”

“Eğer bu iki üç satır üstümde yakalanırsa beni kovalarlar. Ben buradaki işimden senede bin frank kazanıyorum. Yemem içmem de buradan. Üç yüz frank kazanacağım diye bin frangı tehlikeye atmam için deli olmam lazım.”

“Eğer Mercédés’e bir mektup götürmeyi yahut ağızdan benim burada olduğumu söylemeyi reddedersen bir gün senin geleceğin saatte kapının arkasına saklanır ve şu sandalyeyi kafanda parçalarım!”

Zindancı geri çekilip müdafaa durumu alarak “Tehdit, değil mi?” dedi. “Rahip de böyle başlamıştı. Üç gün sonra sen de onun gibi çıldıracaksın. Bereket versin İf Kalesi’nde zindan çok.”

Dantés sandalyeyi kavradı.

Zindancı “Pekâlâ, pekâlâ!..” dedi. “Madem bu kadar ısrar ediyorsun, söylerim müdüre.”

“Ha şöyle!”

Sandalyeyi yere koyarak hakikaten delirmiş gibi çatılmış kaşlar ve bitkin bakışlarla üstüne oturdu.

Zindancı çıktı. Az sonra bir onbaşı dört askerle tekrar geldi.

“Müdür emretti; mahkûmu bunun altındaki kata indirin.” dedi.

Onbaşı, “Zindana mı?” diye sordu.

“Evet. Deli, delinin yanına yakışır.”

Askerler, büyük bir hissizliğe gömülen ve hiç karşı koymayan Dantés’yi yakaladılar. On beş basamak indiler. Bir hücre kapısı açıldı. Dantés kendi kendine “Doğru; deli, delinin yanına yakışır!” diye mırıldanarak içeri girdi.

7

Paris’te, Tuileries Sarayı’ndaki küçük çalışma odasında, sürgün bulunduğu Hartwell’den gelirken beraberinde getirdiği çok sevdiği ceviz masasının başında oturmuş olan Kral XVIII. Louis, pek önem vermeden ak saçlı, asil görünüşlü, elli yaşlarında bir adamı dinliyordu, bir taraftan da elindeki kitabın kenarına bazı notlar alıyordu. Bir aralık,

“Ne diyorsun Tanrı aşkına?” diye sordu.

“Son derece üzgün olduğumu söylüyordum efendimiz. Güneyde bir fırtınanın kopmak üzere olduğuna inanmak için elimde bir sebep var.”

“Sana yanlış haber vermiş olacaklar dük. Orada havanın güzel olduğundan eminim.”

“Efendimiz, Fransız halkının sağduyusuna güvenmekte haklıdır. Ben de ümitsizce bir teşebbüsün muhtemel olduğundan korkmakta tamamıyla haksız değilim.”

“Kim yapacak bu teşebbüsü?”

“Bonapart yahut taraftarları.”

“Azizim Blacas, korkun çalışmama engel oluyor.”

“Sizin de kendinizi bu kadar emniyet içinde hissetmeniz benim uykularımı kaçırıyor efendimiz. Benim telaşım; doğruluğu belli olmayan, yersiz söylentiler değil; bana bunu haber vermek için Marsilya’dan yeni gelmiş zeki, güvenilir bir adamın sözlerine dayanıyor. Bana, ‘Kralı büyük bir tehlike bekliyor!’ deyince hemen size geldim efendimiz. Mösyö de Villefort’yu muhakkak görmeniz lazım.”

 

Kral, “Mösyö de Villefort mu?” dedi. “Marsilya’dan gelen o mu? Niye bunu bana hemen söylemedin?”

“Bu ismi bildiğinizi ummuyordum efendimiz.”

“Bilmez olur muyum? Villefort ciddi, şerefli, zeki ve bilhassa son derece hırslı bir gençtir. Babasını da tanıman lazım.”

“Babası mı?”

“Evet. Adı Noirtier’dir.”

“Noirtier de Girondin mı?”

“Tabii!”

“Efendimiz böyle bir adamın oğlunu emrinde mi çalıştırıyor?

“Blacas, dostum sen çok dar görüşlüsün. Sana Villefort’nun çok hırslı olduğunu söyledim. İhtirası uğuruna her şeyi; babasını bile feda eder.”

“Çağırayım, gelsin mi efendimiz?”

“Tabii, hemen.”

Dük, genç bir adam çevikliği ile hemen dışarı çıktı. Kısa bir zaman sonra da Villefort ile geri döndü. Kapı açılınca Villefort kendisini kral ile burun buruna buldu. Hemen durdu.

Kral, “Girin içeri Mösyö de Villefort.” dedi. “Girin içeri.”

Villefort eğilerek birkaç adım attı. Kralın sormasını bekledi.

XVIII. Louis, “Mösyö de Villefort…” dedi. “Dük, bana mühim bir şey söyleyeceğinizi haber verdi.”

“Dükün hakkı var efendimiz. İşlerim dolayısıyla öğrendiğim korkunç bir suikastı, doğrudan doğruya efendimizin tahtını hedef alan gerçek bir fırtınayı haber vermek için mümkün olduğu kadar süratle Paris’e geldim. Efendimiz, zorba üç gemiyi teçhiz etmiş olarak belki şu anda Elba Adası’ndan ayrılmış bulunuyor. Nereye gideceği belli değil. Fakat muhakkak ki ya Napoli’de ya Toskana’da yahut da bilhassa Fransa’da karaya çıkacaktır. Zorbanın İtalya ve Fransa’da taraftarlar bulduğundan muhakkak ki efendimizin haberleri vardır.”

Kral adamakıllı heyecanlanmış şekilde, “Evet biliyorum.” dedi. “Lütfen devam edin siz. Bütün bunları nasıl öğrendiniz?”

“Uzun zamandan beri her hareketini kolladığım ve Marsilya’dan ayrıldığım gün tutukladığım bir adamdan. Bonapart taraftarı olduğundan şüphelendiğim kavgacı bir gemici olan bu adam gizlice Elba Adası’na gitti. Mareşal ona, Paris’te, adını söyletmeye muvaffak olamadığım bir Bonapart taraftarına ağızdan söylenmek üzere bir haber verdi. Öğrendiğime göre zorbanın çok kısa bir zaman içinde dönüşüne taraftarlarını hazırlamak üzere Paris’teki Bonapart taraftarına talimat verecekti.”

“Nerede bu adam şimdi?”

“Hapiste efendimiz.”

Dük, “İşte Mösyö Dandre de geldi!” dedi.

Polis müdürü eşikte göründü. Sapsarı yüzünde korkudan iri iri açılmış gözleri ile titriyordu.

Kral, önünde oturduğu masayı hırsla iterek bağırdı: “Ne oluyorsunuz baron? Telaş içindesiniz. Bu telaşın, Mösyö de Villefort’nun söyledikleri ile bir ilişkisi var mı?”

Baron, “Efendimiz, efendimiz…” diye kekeledi.

“Konuş!”

Polis müdürü ümitsizlikle kralın ayaklarına kapanarak “Müthiş bir felaket efendimiz!” dedi. “Zorba, şubatın yirmi sekizinde Elba Adası’ndan ayrılmış, bir martta da Antibes civarındaki küçük bir limanda Fransa’ya ayak basmış.”

“Zorba, 1 Mart günü Paris’ten sadece iki yüz elli fersah mesadeki Antibes’de Fransa’ya ayak basıyor da sen bunu bugün, martın üçünde mi haber alıyorsun? İmkânı yok! Ya sana yanlış haber verdiler yahut da sen çıldırmışsın!”

“Maalesef dediklerim doğru efendimiz.”

Hırs ve korkudan ne söyleyeceğini şaşıran XVIII. Louis ayağa, fırladı.

“Fransa’da ha?” diye bağırdı. “Zorba, Fransa’da ha! Hani göz hapsinde idi. Ama kim bilir kimler onunla iş birliği yapıyorlar.”

Dük, “Aman efendimiz…” dedi. “Mösyö Dandre gibi bir insandan kimse şüphelenemez. Hepimizin gözleri kör oldu. O da bu genel körlüğe katıldı.”

Villefort, “Fakat…” dedi. Sonra hemen bitirdi cümlesini: “Bağışlayın efendimiz, kusurumu bağışlayın! Heyecanlandım.”

“Konuşun, açık konuşun. Bizi felaket konusunda ikaz eden tek insan siz oldunuz. Şimdi bunun çaresini bulmak için bize yardım edin.”

“Efendimiz, güneyde zorbadan nefret edilir. Provance ve Languedoc halkını onun aleyhinde ayaklandırmak zor olmasa gerek.”

Polis müdürü, “Muhakkak.” dedi. “Fakat zorba, Gap ve Sisteron üzerinden ilerliyor.”

Kral, “İlerliyor mu?” dedi. “Paris’e mi yürüyor demek istiyorsun?”

Polis müdürü, en açık bir onaylamadan farksız bir şekilde sustu.

Kral, “O takdirde size ihtiyacım yok, gidebilirsiniz.” dedi. “Bu durum karşısında ne yapılması gerektiğini harbiye nazırı düşünsün. Mösyö de Villefort, muhakkak ki bu uzun yolculuk sizi çok yormuştur. Gidin istirahat edin. Babanızda kalacaksınız, değil mi?”

Villefort bayılacağını hissetti.

“Hayır efendimiz.” dedi. “Rue de Tournon Madrid Otelinde kalacağım.”

Kral gülümsedi.

“Tabii. Mösyö Noirtier ile ihtilaf hâlinde olduğunuzu az daha unutuyordum. Krallık uğruna katlandığınız bir fedakârlık da budur. Bunun için sizi mükâfatlandırmam lazım.”

“Efendimiz, şahsıma karşı gösterdiğiniz teveccüh, hizmetlerimi kat kat karşılayan en büyük mükâfattır benim için.”

“Hizmetleriniz hiçbir zaman unutulmayacaktır.”

Kral, Saint Louis nişanının yanında taşıdığı legion d’honneur nişanını çıkararak Villefort’ya verdi.

“Bunu alın.”

Villefort’nun sevinç ve gururdan gözleri yaşardı. Nişanı alarak öptü.

Kral, “Şimdi gidin.” dedi. “Kralların hafızası zayıf olur, eğer sizi unutacak olursam kendinizi hatırlatmaktan çekinmeyin.”

Villefort, polis müdürü ile Tuileries’den çıkarken polis müdürü, “Şahane bir başlangıç Mösyö de Villefort.” dedi. “İstikbaliniz artık teminat altındadır.”

Villefort, Acaba ne kadar sonra?diye düşünüyordu.

8

Olaylar birbirini kovaladı. Napolyon’un Elba Adası’ndan bir mucizeyi andıran dönüşü herkesin malumudur. Geçmişte bir benzeri olmayan bu olay, belki gelecekte de tek kalacaktır.

XVIII. Louis bu darbeyi bertaraf edemedi. Yeniden kuruluşunu ancak tamamlayan krallık, sağlam olmayan temelleri üzerinde sallandı ve Napolyon’un tek bir hamlesi, eski kinlerle yeni fikirlerin şekilsiz bir karışmasından başka bir şey olmayan bütün yapıyı çökertmek için yeterli oldu. Villefort bu yüzden, kralın sadece faydasız değil hatta tehlikeli minnettarlığından başka bir şey elde edemedi. Eğer babası Mösyö Noirtier, Yüz Gün sarayında büyük nüfuz sahibi olmasaydı Napolyon muhakkak onu işinden uzaklaştırırdı.

Villefort işinden olmadı ama evlenmesi, gelecek mesut günlere ertelendi. Eğer Napolyon iktidarda kalsaydı Villefort kendisine başka bir eş arayacaktı. Nitekim babası aramaya başlamıştı bile. Aksi hâlde ikinci bir restorasyon, Kral Louis’yi tekrar tahta çıkardığı takdirde Mösyö de Saint Méran’nun nüfuzu bir misli daha artacak, onun kızı ile evlenmek Villefort için her zamankinden çok daha faydalı olacaktı.

Dantés’ye gelince; hâlâ hapisteydi. Karanlıklarına gömülmüş olduğu zindanında, XVIII. Louis’nin düşüşünden, imparatorluğun çöküşünden habersiz yaşıyordu.

İmparatorluğun, Yüz Gün denen kısa canlanışı sırasında Mösyö Morrel üç defa Villefort’yu ziyarete gelmiş; Dantés’nin serbest bırakılması için ısrar etmişti. Her seferinde de Villefort onu vaatlerle, ümitlerle oyalamıştı. Morrel, genç dostu için ne yapmak mümkünse yapmıştı. Onu kurtarabilmek için İkinci Restorasyon Döneminde göstereceği gayretler ise kendisini tehlikeye atmaktan başka bir şey ifade etmezdi.

XVIII. Louis tekrar tahta çıktığı zaman Villefort, boş olan Toulouse savcılığını istedi. İsteği yerine getirildi. İki hafta sonra da saraydaki mevkisi eskisinden çok daha fazla kuvvetlenmiş olan Marki de Saint Méran’nun kızı ile evlendi.

Napolyon’un kısa iktidarı sırasında Danglars çok korktu. Dantés’nin intikam hisleri ile dolu, tehdit eder bir şekilde her an karşısına dikilmesini bekledi. Bu yüzden Mösyö Morrel’e istifasını vererek bir İspanyol tüccarın yanına girdi. Madrid’e gitti. Bir daha da kendisinden bir haber alınamadı.

Siyasi durum Fernand’yu pek ilgilendirmedi. Dantés ortalıkta yoktu. Onun da istediği buydu. Dantés’nin neden ortadan kaybolduğunu sorup soruşturmadı bile. Bu arada imparatorluk, askerlerine başvurdu. Eli silah tutan herkes imparatorun emrine koştu. Fernand, kendi yokken rakibinin çıkagelmesi ve sevdiği kadınla evlenmesi ihtimalinin korkunç düşüncesi içinde Mercédés’i geride bırakarak diğerleri ile beraber gitti.

Fernand’nun Mercédés’e bağlılığı, yalandan da olsa onun ızdırabına gösterdiği ilgi, asil bir kalpte meydana getirmesi muhakkak olan minnet hissini uyandırdı. Mercédés arkadaş olarak Fernand’yu daima sevmişti. Şimdi bu sevgisine bir de minnet eklenmişti. Fernand askere -eğer Dantés bu arada ortaya çıkmazsa- Mercédés’in bir gün kendisinin olacağı ümidi ile gitti.

Mercédés yalnız kalmıştı. Onu gözleri yaş içinde bazen güney güneşinin müthiş sıcağı altında hareketsiz dururken bazen kıyıda oturmuş denizin ezelî iniltilerini dinleye dinleye ümitsiz bir bekleyişin ızdırapları içinde kıvranacağına bu sularda kaybolup gitmenin daha hayırlı olacağını düşünerek küçük Katalan köyünde durmadan dolaşırken görüyorlardı. Kendini öldürmekten korkuyordu. Böyle bir şey yapmaması dinî inançlarından ötürü idi.

İmparator düşünce Dantés’nin babası bütün ümitlerini kaybetti. Oğlundan ayrılışından beş ay sonra Mercédés’in kollarında son nefesini verdi. Mösyö Morrel, yaşlı adamın cenazesini kaldırdı ve onun hastayken aldığı küçük borçları ödedi. Bütün bunlar cesaret isteyen işlerdi. Çünkü güney kaynıyordu. Dantés gibi tehlikeli bir Bonapart taraftarının babasına yardım etmek, o adam ölüm döşeğinde bile olsa çok tehlikeliydi.

9

Dantés, bir zindana atılıp unutulan mahkûmların katlandığı bütün ızdırap devrelerini geçirdi. Bu devrelere, ümit edenlerin ve masumluğuna inananların gururu ile başladı. Sonraları masum oluşundan bile şüphe etmeye başladı. Daha sonra gurur da kayboldu ve önce Tanrı’ya değil de insanlara yalvarmaya başladı. Daha altta, daha karanlık bile olsa olduğu yerden alınıp başka bir hücreye konulması için yalvardı. Kendi aleyhine dahi olsa bir değişiklik, ona bir müddet için oyalanma imkânı verecekti. Kendisine kitap verilmesi, açık havada dolaşmasına müsaade edilmesi için yalvardı. İstediklerinin hiçbiri yapılmadı. Fakat o istemeye devam etti.

Nihayet insanlardan ümidini kesince Tanrı’ya yöneldi. Annesinin öğrettiği duaları hatırladı ve bu dualarda daha önce fark etmediği manalar buldu. Çünkü mesut bir adamın duası, Tanrı’ya hitap edeceği yüksek dilin manasını ona izah eden üzüntülü günler gelinceye kadar, karmakarışık kelimelerden ibarettir.

Ateşli dualarına rağmen hapisten kurtulamadı. Ruhu karardı. Gözleri dumanlandı. Kafası yalnız bir düşünce ile doldu: Ortada hiçbir sebep yokken saadeti bozulmuştu.

Ümitsizliği zamanla yerini hiddete bıraktı. Zindancısını korkudan titreten bir şekilde bağırıp küfrederek kendini zindanının duvarlarına çarpmaya başladı. Villefort’nun kendisine gösterdiği ihbar mektubu aklına geldi. Bu mektuptaki her satır ateşten kelimeler hâlinde gözlerinin önünde yanmaya başladı. Kendisini şimdi içinde bulunduğu cehenneme atanın Tanrı’nın gazabı değil, insanların nefreti olduğunu kabullendi. Bu insanları, ateş püsküren hayal gücünün yaratabildiği bütün işkencelere mahkûm etti. Fakat işkenceden sonra gelecek olan ölüm, bir hissizlik sağlayacağı için tasarladığı en zalimce işkenceleri dahi onlar için az buluyordu.

Ölümün insanları ızdıraptan kurtaracağı düşüncesi, onda kendini öldürme fikrini uyandırdı. Kendini bu fikre verince teselli buldu. Ölüm perisinin ağır ağır yaklaşması ile bütün üzüntü ve ızdırabı zindanından uzaklaşmaya başladı. Hayatını, eski bir elbise gibi istediği zaman tutup bir kenara fırlatabileceği kanaatine varınca zindan daha tahammül edilir bir hâl aldı.

Kendisini iki türlü öldürebilirdi: Mendilini pencere demirlerinden birine bağlayarak kendini asmak yahut da açlıktan ölmek. Birinci şekli iğrenç buldu. Gemilerin seren direklerine asılarak öldürülen korsan hikâyeleri ile korkutularak büyütülmüştü. Kendini asmak bu bakımdan şerefsiz bir ölümdü. İkinci şekli seçti ve aç kalmak suretiyle kendini öldürmeye yemin etti. Verilen yemeği pencereden atarım, onlar da yedim zannederler,diye düşündü.

O günden itibaren, günde iki defa yiyeceğini, önceleri neşe ile daha sonra düşünceli düşünceli, en sonra da pişmanlıkla sadece göğü seyredebildiği demir parmaklıklı küçük pencereden attı. Kendisine verilmekte olan yemeği ilk zamanlar iğrenç bulurdu. Fakat şimdi açlık yüzünden bu yemek gözlerine iştah açıcı görünüyor, kokusu burnuna çok hoş geliyordu. Bazen bir saat kötü bir et parçasını, yahut küflü ekmeği seyrediyordu. Fakat sonra ettiği yemini hatırlıyor, kendisinden nefret etme korkusu ile yeminine sadık kalıyordu. Nihayet öyle bir gün geldi ki yemeği pencereden atacak kuvveti kendinde bulamadı.

Ertesi gün artık gözleri bir şey görmüyor, kulakları da pek az işitiyordu. Zindancı onun son derece hasta olduğuna kanaat getirmişti. Dantés de kısa bir zaman sonra öleceğini umuyordu; içinde bir parça saadet olan büyük bir uyuşukluğa gömüldü. Midesindeki acılar dindi. Gözlerini kapadığı zaman beyaz ışıklar görmeye başladı…

 

Gece saat dokuza doğru, yanındaki duvardan birtakım sesler geldiğini duydu. Zindandaki çeşitli iğrenç hayvanların çıkardığı seslere öyle alışmıştı ki hiç rahatsız olmadan uyuyordu. Fakat bu sefer, açlıktan hisleri daha keskinleştiği için mi yoksa ses her zamankinden daha kuvvetli geldiği için mi yahut da hayatının bu en hassas devresinde her şey daha büyük bir önem kazandığı için mi her ne sebepten ise kafasını kaldırıp dinlemeye başladı. Büyük bir tırnak, kuvvetli bir diş yahut herhangi bir aletle yapılan düzenli bir kazıma sesi duydu. Ses üç saate yakın devam etti. Sonra bir ufalanma sesi geldi. Gürültü dindi.

Ses ertesi sabah tekrar başladı. O kadar iyi geliyordu ki hiç gayret sarf etmeden duyabiliyordu. Kendi kendine Artık bunun şüphe edilecek tarafı kalmadı, dedi. Ses gündüz de devam ettiğine göre kaçmaya hazırlanan bir mahkûm olmalı bu. Ah beraber olsaydık. Ona nasıl yardım ederdim!Sonra kafasında doğan bu ümidin üstünden kara bir bulut geçti. Ya ses yandaki bir hücreyi tamir eden işçilerden geliyorsa?Zindancıya sorarak sesin ne olduğunu anlamak kolaydı ama böyle bir soru da tehlikeli olurdu. O kadar hâlsiz ve sersemlemiş bir durumda idi ki doğru dürüst düşünemiyordu. Ancak bir şekilde aklı başına gelebilirdi; zindancının bırakmış olduğu çorbayı alarak içti. Kafası daha iyi işlemeye başladı.

Kendi kendine söylendi: “Başımı derde sokmadan bu işi anlamanın bir yolu var. Duvara vururum. Eğer öbür taraftaki bir işçi ise bir müddet durur, sesin nereden geldiğini düşünür, sonra tekrar işine döner. Fakat eğer bu işi yapan bir mahkûmsa korkar, işi bırakır ancak gece olduktan, herkesin uyuduğuna kanaat getirdikten sonra tekrar çalışmaya başlar.”

Kalktı. Artık ayakları titremiyor ve her şeyi görüyordu. Zindanın bir köşesine gitti. Rutubetin etkisiyle yerinden oynamış bir taşı duvardan çıkardı. Duvarın, sesi en iyi duyduğu tarafına üç defa vurdu.

Gürültü birdenbire kesildi. Dantés dikkatle dinledi. Bütün gün bir daha hiçbir gürültü olmadı. Büyük bir sevinçle. “Bu bir mahkûm!” dedi. Bütün canlılığını tekrar kazandı. O gece hiç uyumadı. Fakat hiçbir ses de duymadı.

Ertesi sabah, zindancının getirdiği yemeği yedi. Hürriyete kavuşmak için kendisi kadar istekli başka bir mahkûmun işine mâni olduğunu düşünemeyecek kadar ihtiyatlı olan öbür mahkûmun bu hâlinden dolayı öfkelenerek sesin tekrar başlamasını bekledi. Üç gün, dakikası dakikasına yetmiş iki saat geçti. Nihayet bir gece, zindancı son bir defa zindanları dolaştıktan sonra Dantés belki yüzüncü kere kulağını duvara yapıştırdı ve çok güçlükle fark edilecek bir ses duydu. Sükûnet bulmak için uzun uzun dolaştı. Aynı yere gelip tekrar kulağını duvara dayadı. Artık şüphesi kalmamıştı. Duvarın öbür tarafında bir şeyler oluyordu. Mahkûm, ilk teşebbüsünün tehlikesini fark etmiş olacaktı ki işine emniyetle devam edebilmek için bu sefer mesela bir keski yerine manivela filan kullanmaya başlamıştı.

Dantés bu yorulmak bilmez işçiye yardım etmeye karar verdi. Sesin geldiği duvarın önündeki yatağını öne çekti. Etrafta, kendisine faydalı olabilecek bir alet aradı. Hiçbir şey bulamadı. Ne bir bıçağı ne de madenî bir aleti vardı. Penceredeki demir parmaklığın sağlamlığından o kadar emindi ki onu yerinden oynatmaya çalışmakta bir fayda görmedi. Ancak toprak testiyi kırabilir ve onun sivri uçlu bir parçasını kullanabilirdi. Testiyi havaya kaldırıp bıraktı. Testi parça parça oldu.

Dantés, kırılan testinin sivri uçlu parçalarından iki üç tanesini alarak yatağının altına sakladı. Öbürlerini olduğu gibi bıraktı. Testinin kırılması o kadar tabii bir kaza idi ki zindancının oralı olmayacağı muhakkaktı.

Dantés’nin önünde koca bir gece vardı. Fakat karanlıkta çalışmak zor oluyordu. Çok geçmeden elindeki şekilsiz aletin sert taşa sürtüne sürtüne körleştiğini fark etti. Bu yüzden yatağını tekrar eski yerine itti. Ve sabahı bekledi. Bütün gece, tanımadığı mahkûmun yer altındaki çalışmasını dinledi.

Ertesi sabah zindancı geldiği zaman Dantés testinin elinden kaydığını ve yere düşerek parçalandığını söyledi. Zindancı söylenerek yeni bir testi getirmeye gitti. Parçaları toplamak zahmetine bile katlanmamıştı. Tekrar geldiği zaman Dantés’ye daha dikkatli olmasını söyledi ve gitti. O çıkar çıkmaz Dantés yatağını çekti ve geceki çalışmasının faydasızlığını gördü. Çünkü taşın etrafındaki kireçli harcı kazıyacağına, doğrudan doğruya taşı kazımaya çalışmıştı. Harcı kazıyabileceğini görünce kalbi sevinçle çarpmaya başladı. İş kolay değildi ama yarım saatte bir avuç dolusu harç kazıdı.

Üç gün sonra, taşın etrafındaki bütün harcı kazımıştı. Şimdi taşı çıkarmak lazımdı. Bu işi tırnakları ile becermeye çalıştı. Fakat imkânı yoktu. Manivela gibi kullanmak istediği testi parçaları kırıldı. Boşu boşuna bir saat uğraştıktan sonra büyük bir ızdırapla doğruldu. Daha işin başında iken vazgeçmek mecburiyetinde mi kalacaktı? Öbür mahkûm elinden geleni yaparken kendisi tembel tembel oturup bekleyecek miydi?

Birden aklına bir şey geldi. Gülümsedi. Zindancı her gün onun çorbasını maden saplı bir kapla getirirdi. Dantés bu maden sap için ömrünün on yılını vermeye hazırdı. Zindancı her zamanki gibi o gün de kâsesini bu maden saplı kaptan doldurdu. O gittikten sonra Dantés kâsesini masa ile kapının arasına bıraktı. Zindancı geldiği zaman kâseyi ezerek parçaladı. Bu sefer Dantés’ninsuçu yoktu. Kâsesini yere bırakmakla hata etmişti ama zindancının da yürürken önüne bakması lazım değil miydi? Adam biraz söylendi. Çorbayı koyacak başka bir kap aradı. Fakat zindanda bu işi görecek hiçbir şey yoktu.

Dantés, “Çorba kabını bırak.” dedi. “Yarın sabah geldiğin zaman alırsın.”

Bu fikir zindancının da hoşuna gitti. Şimdi bir kâse için yukarı çıkacak, inecek, tekrar çıkacaktı. Çorba kabını bıraktı. Dantés sevinçten titriyordu. Belki zindancı fikrini değiştirir, tekrar gelir diye bir saat bekledikten sonra yatağını çekti. Çorba kabının sapını manivela gibi kullanarak yerinden oynamış taşı çıkarmaya çalıştı. Bir saat sonra, yarım metreye yakın çapta bir çukur oluşacak şekilde taşı duvardan çekti. Elindeki aletten hiç olmazsa o gece için azami derecede faydalanmak gayesiyle hızlı hızlı çalışmaya devam etti.

Zindancı ertesi sabah masasının üstüne bir parça ekmek bıraktı.

Dantés, “Bana kâse getirmedin mi?” diye sordu.

Zindancı, “Hayır.” dedi. “Eline ne geçerse kırıyorsun. İlk önce testiyi kırdın sonra da kâseni. Çorbanı bu kaba koyacağım. Ondan iç.”

Dantés gözlerini tavana dikerek ellerini yorganın altında kavuşturdu. Ömründe hiçbir şeye karşı duymadığı minneti bu kaba karşı hissetti.

Kendi çalışmasının öbür mahkûmu durdurduğunu fark etmişti. Bu durum kendisinin durması için bir sebep değildi. Eğer komşusu ona gelmezse kendisi komşusuna giderdi. Bütün gün durmadan çalıştı. Akşama kadar duvardan en aşağı on avuç dolusu harç ve küçük taş çıkardı. Zindancının akşam ziyareti saati gelince işi bıraktı ve çorba kabının yamulmuş sapını mümkün olduğu kadar düzeltti.

Zindancı gider gitmez tekrar çalışmaya başladı. İki üç saat çalıştıktan sonra bir engelle karşılaştı. Eliyle yokladı. Bir kiriş, açtığı çukuru boydan boya kesiyordu. “Tanrı’m!” diye söylendi. “Sana o kadar uzun zamandır dua ettim ki nihayet bana merhamet ettiğini sanıyordum. Tanrı’m acı bana! Ümitsizlik içinde öldürme beni!”

Yer altından gelir gibi boğuk bir ses “Kim o bir solukta hem Tanrı’dan hem de ümitsizlikten bahseden?” dedi.

Dantés saçlarının diken diken olduğunu hissetti. Fakat cevap verdi: “Kimsen, bir daha konuş Tanrı aşkına!”

Ses, “Kimsin sen?” diye sordu.

Dantés cevap verdi: “Zavallı bir mahkûm!”

“Ne zamandan beri buradasın?”

“28 Şubat 1815’ten beri.”

“Suçun neydi?”

“Ben suçsuzum.”

“Neyle suçlandırdılar seni peki?”

“Napolyon’un dönmesi için fesat hazırlamakla.”

“Ne? Napolyon iktidarda değil mi artık?”

“1814’te Fontainebleau’da hükümdarlıktan feragat etti. Elba Adası’na sürüldü. Sen ne zamandan beri buradasın ki bunları bilmiyorsun?”

“1811’den beri.”

Dantés ürperdi. Bu adam ondan dört yıl fazla bir zamandan beri buradaydı.

Sesin sahibi hızlı hızlı, “Kazdığın çukur ne derinlikte?” diye sordu.

Другие книги автора

Купите 3 книги одновременно и выберите четвёртую в подарок!

Чтобы воспользоваться акцией, добавьте нужные книги в корзину. Сделать это можно на странице каждой книги, либо в общем списке:

  1. Нажмите на многоточие
    рядом с книгой
  2. Выберите пункт
    «Добавить в корзину»