Mrs. Dalloway

Текст
0
Отзывы
Читать фрагмент
Читайте только на ЛитРес!
Отметить прочитанной
Как читать книгу после покупки
  • Чтение только в Литрес «Читай!»
Шрифт:Меньше АаБольше Аа

Öyle dedi Sarah Bletchley kucağında bebeği, Pimlico’da kendi çamurlu sokağındaymış gibi ayağını bir aşağı bir yukarı sallarken ve gözlerini Mall’dan ayırmadan; o sırada Emily Coates, Saray’ın pencerelerini tarıyor ve hizmetkârları düşünüyordu, sayısız hizmetkârı, yatak odalarını, sayısız yatak odalarını. Aberdeen teriyeri olan yaşlıca bir beyefendinin de aralarında bulunduğu aylak kalabalık çoğaldı. Albany’de oturan ufak tefek Mr. Bowley hayatın derin kaynakları karşısında bal mumuyla kaplanmıştı resmen, ama böyle şeyleri görünce aniden bu bal mumu dağılıverirdi, yerli yersiz bir şekilde -zavallı kadınların kraliçenin geçmesini beklemeleri, zavallı kadınlar, şirin, küçük çocuklar, yetimler, dullar, savaş ah savaş- gözleri yaşarırdı… Mall’dan aşağı doğru, cılız ağaçların arasından, bronz anıta, kahramanlara doğru ilerleyen esinti Mr. Bowley’nin İngiliz göğsündeki bayrağı dalgalandırdı, otomobil Mall’a doğru dönerken şapkasını kaldırdı ve zavallı Pimlico’lu kadınların onu sıkıştırmasına ses çıkarmadan şapkası havada, dimdik durdu. Otomobil yaklaştı.

Aniden göğe doğru baktı Mrs. Coates. Bir uçağın sesi kalabalığın kulaklarını uğursuzca delip geçti. Ağaçların üstüne doğru, arkasında beyaz bir duman bırakıyordu, duman kıvrılıp, dönüyordu, sahiden bir şey yazıyordu! Göğe harfler çiziyordu! Herkes yukarı baktı.

İnişe geçen uçak, birden yukarı doğru kıvrıldı, bir daire çizdi, hızlandı, yükseldi ve ne yaptıysa, nereye gittiyse, ardında o kalın, fırfırlı beyaz dumanı bıraktı, kıvrılarak gökte harfler şeklinde çöreklenen o dumanı. Ama hangi harfler bunlar? Bir C mi? Sonra E, sonra L? Sadece bir anlığına orada öylece duruyorlar; ardından kıpırdıyor, eriyor, göğün yükseklerinde siliniyorlar ve uçak gittikçe daha uzağa, gökyüzünün temiz bir kısmına doğru ilerliyor, bir K yazmaya başlıyor, bir E, yoksa bir de Y mi?

“Glaxo!” dedi Mrs. Coates gergin fakat hayranlık dolu bir sesle, yukarı doğru bakarken, kucağında bebeği kımıldamadan yatıyor ve o da yukarı bakıyordu.

“Kreemo!” diye mırıldandı Mrs. Bletchley, bir uyurgezer gibi. Şapkasını hâlâ elinde kımıldamadan tutan Mr. Bowley gözlerini havaya dikti. Mall boyunca herkes durmuş ve gözlerini göğe dikmişti. Onlar baktıkça bütün dünyayı tam bir sessizlik kapladı, bir martı sürüsü geçti gökyüzünden, önce bir martının liderliğinde, sonra bir başkasının ve bu olağan dışı sessizlik ve huzur içinde, bu solgunlukta, çanlar on bir kez çaldılar, sesleri martıların arasında usulca kayboldu.

Uçak dönüyor, hızlanıyor ve gönlünce saldırıya geçiyordu; süratle, özgürce, bir patenci gibi -“Bu bir E!” dedi Mrs. Bletchley- veya bir dansçı gibi -“Şekerleme reklamı bu!” diye mırıldandı Mr. Bowley- (ve araba kapılardan içeri girerken kimse dönüp bakmadı) ve dumanını keserek uzaklara doğru hızlandı uçak, duman soldu ve geniş beyaz bulutların çevrelerinde toplandı.

Gitmişti; bulutların arkasında kalmıştı. Hiçbir ses yoktu. E, G ve L harflerinin iliştiği bulutlar serbestçe kıpırdıyorlardı, sanki çok önemli bir göreve tabiymişçesine Batı’dan Doğu’ya geçmek kaderlerinde vardı, asla açıklanamayacak ancak çok önemli -çok çok önemli olan bir görev. Sonra ansızın uçak, Mall’daki, Green Park’taki, Piccadilly’deki, Regent Sokağı’ndaki16 herkesin kulaklarını çınlatarak tünelden çıkan bir tren gibi bulutların arasından tekrar belirdi ve arkasındaki duman kıvrıldı, aşağı doğru indi, art arda harfler yazarak hızla yükseldi -fakat hangi kelimeyi yazıyordu ki?

Lucrezia Warren Smith, Broad Walk’taki Regent Park’ta bulunan bir bankta kocasının yanında oturuyordu, yukarı doğru baktı.

“Bak, bak, Septimus!” diye haykırdı. Zira Dr. Holmes, kocasının (ki ciddi hiçbir şeyi yoktu, sadece biraz keyifsizdi) kendi iç dünyası dışında bir şeylerle ilgilenmesini istiyordu.

Yani, diye düşündü Septimus, yukarı bakarken, bana bir işaret gönderiyorlar. Açıkça kelimelere dökerek değil; henüz dilini anlayamıyordu ama yeterince ortadaydı bu güzellik, bu eşsiz güzellik, tükenmez merhametiyle ve tebessüm eden iyiliğiyle ona sunulan bu mahzun, gökte eriyen dumandan kelimelere baktıkça gözleri yaşarıyordu; birbiri ardına sıralanan bu akılalmaz güzellikler, karşılık beklemeden, sonsuza kadar, sadece bakması için her seferinde daha da güzel olma niyetinde olduklarını gösteriyorlardı! Gözlerinden yaşlar süzüldü.

“Şekerleme bu; şekerleme reklamı yapıyorlar.” dedi bir dadı, Rezia’ya.17 Birlikte hecelemeye başladılar ş… e… k…

“K… R…” dedi dadı, Septimus kulağının dibinde “Ka… Ra…” dendiğini işitti, derinden ve usulca, bir org sesi gibi ama bir çekirgenin sesinin az biraz törpülenmiş hâline benzer bu sesteki kabalık, omurgasına leziz bir şekilde yayıldı ve ses dalgaları zihnine işledi, sarsılıp kırıldılar. Muhteşem bir keşifti gerçekten -yani insan sesi belli atmosfer koşullarında (zira kişi bilimsel olmalıydı, her şeyden öte bilimsel) ağaçlara can katabiliyordu! Rezia sevinçle kocasının dizine elini koydu; öyle bir ağırlıktı ki bu Septimus çakıldı, donakaldı, yoksa bir o yana bir bu yana salınan karaağaçların, bir o yana bir bu yana salınan yapraklarının ve derin dalgalar gibi maviden yeşile incelen ve yoğunlaşan, atların başlarındaki tuğlar veya hanımların tüylü şapkaları gibi, gururla salınan bu ağaçların coşkusu onu delirtirdi. Ama o delirmeyecekti. Gözlerini kapayacak ve bir şey görmeyecekti artık.

Ama işaret ediyorlardı; yapraklar canlıydı, ağaçlar canlıydı. Ve yapraklar milyonlarca lifle Septimus’ın vücuduna bağlıydılar, orada, bankta oturan gövdesini usulca sallıyorlardı, dal uzandığında o da uzanıyordu. Kanat çırpan, kırık çeşmelere doğru yükselip alçalan serçeler de bu dokunun bir parçasıydılar; kara dallarla çizgilenmiş beyaz ve mavi… Sesler önceden planlanmış bir ahenk içine girdiler; aralarındaki duraklar da seslerin kendileri kadar önemliydi. Bir çocuk ağladı. Uzaktan bir korna sesi geldi. Hepsi birlikte yeni bir dinin doğuşu anlamına geliyordu…

“Septimus!” dedi Rezia. Septimus yerinden sıçradı. İnsanlar fark etmiş olmalı.

“Havuza kadar yürüyüp geleceğim.” dedi Lucrezia.

Zira artık dayanamıyordu. Dr. Holmes istediği kadar önemli bir şey değil diyebilirdi. Septimus böyle bir duruma düşeceğine ölseydi daha iyiydi! Öyle gözlerini dikip baktığında yanında duramıyordu, kendisini görmüyordu resmen, her şeyi berbat ediyordu; gökyüzünü, ağaçları, oyun oynayan, arabalarını çeken, ıslık çalan, düşen çocukları, hepsini berbat ediyordu. Kendini öldüremezdi; Lucrezia da kimseye bir şey söyleyemiyordu zaten. “Septimus son zamanlarda çok çalıştı.” diyebilmişti annesine. Sevmek insanı yalnız kılıyor, diye düşündü. Kimseye bir şey söyleyemiyordu artık, Septimus’a bile ve arkasına bakınca onu, yırtık pırtık paltosuyla, kamburlaşmış bir şekilde otururken; gözlerini dikmiş tek bir noktaya bakarken buldu. Bir erkeğin kendini öldüreceğini söylemesi korkakça olurdu zaten ama Septimus savaşa katılmıştı; cesurdu; eski Septimus değildi artık o. Dantel yakasını, yeni şapkasını fark etmemişti bile; Lucrezia’sız da mutluydu besbelli. Oysa hiçbir şey onsuz mutlu edemezdi Rezia’yı! Hiçbir şey! Septimus bencildi. Erkekler öyledir işte. Zira hasta değildi. Dr. Holmes hiçbir şeyi olmadığını söylemişti. Elini önüne doğru uzattı. İşte! Alyansı kaydı parmağından -nasıl da zayıflamıştı. Kendisiydi acı çeken, ama kimsesi yoktu ki anlatabileceği.

İtalya, bembeyaz evler, kız kardeşlerinin oturup şapkalar yaptığı oda, her akşam yürüyen, kahkahalarla gülen insanlarla kalabalıklaşan sokaklar uzaktaydı; buradaki tekerlekli sandalyelerine kıvrılmış hâlde saksılara sıkışmış çirkin çiçeklere bakan yarı-canlı insanların aksine!

“Milano’daki bahçeleri bir görseydiniz!” dedi yüksek sesle. Ama kime?

Kimse yoktu. Sözleri dağılıp gitti. Tıpkı bir roket gibi. Kıvılcımlar, gecenin içine doğru dalıp, ona teslim olurlar, karanlık çöker, evlerin ve kulelerin dış çizgilerinin üzerine doğru dökülür; kasvetli tepeler yumuşar ve boyun eğerler. Fakat kıvılcımlar gitmiş olsalar bile, gece onlarla doludur; renklerinden yoksun, pencerelerinden silinmiş olsalar da hareketsiz bir şekilde var olurlar, sade gün ışığının iletemeyeceği duyguları açığa vururlar -karanlıkta toplanan endişe ve gerginlikleri; karanlığa yığılan şeylerin; duvarları beyaz ve griye boyayan, her bir pencereyi yerli yerine koyan, tarlalardaki sisi kaldıran, huzurla otlayan kızıl kahve inekleri gösteren şafağın rahatlığından yoksun; şafakla her şey bir kez daha süslenir gözlerde, bir kez daha var olur. Yalnızım, yalnızım, diye haykırdı Regent Park’taki havuzun yanında (Hintli’ye ve haçına dikmişti gözlerini), belki gece yarısı, bütün sınırlar kalktığında, ülke antik şekline bürünecekti; Romalıların bir zamanlar gördüğü gibi, ilk ayak bastıklarındaki gibi, bulutlu, isimsiz tepelerle ve nereye aktığı bilinmeyen ırmaklarla -öylesiydi Lucrezia’nın karanlığı; aniden sanki orada bir kaya belirivermiş ve kendi de üstünde duruyormuş gibi, onun karısı olduğunu, yıllar önce Milano’da evlendiklerini ve onun deli olduğunu asla ve asla söylemeyeceğini tekrarladı! Döndüğünde kaya parçası devrildi, aşağı, aşağı doğru yuvarlandı Lucrezia. Zira o gitmiş, diye düşündü -gitmiş, tehdit ettiği gibi, kendini öldürecek- bir arabanın altına atacak kendini! Ama yoo, oradaydı işte; hâlâ bankta tek başına oturuyordu, yırtık pırtık paltosuyla, bacak bacak üstüne atmış, gözlerini dikmiş, yüksek sesle konuşuyor.

 

İnsanlar ağaçları kesmemeli. Bir Tanrı var (Böyle aydınlanma anlarını zarfların arka yüzlerine not ederdi.). Dünyayı değiştir. Hiç kimse nefretten öldürmez. Duyurun (Not etti.). Bekledi. Dinledi. Karşıdaki parmaklığa konmuş bir serçe dört beş kez Septimus, Septimus diye cıvıldadı ve notaların üstüne basarak ışıl ışıl ve dokunaklı bir şekilde Yunanca sözcüklerle, suç diye bir şey olmadığını söyledi, bir başka serçe ona katıldı ve birlikte dokunaklı Yunanca sözcüklerle hayat çayırındaki ağaçların, ırmak boyunca yürüyen ölülerin ve nasıl ölüm diye bir şey olmadığının türküsünü söylediler.

Şurada eli, işte şurada da ölüler duruyordu. Karşıdaki parmaklıkların arkasında beyaz şeyler toplaşıyordu. Ama Septimus’ın bakmaya cesareti yoktu. Parmaklıkların arkasında Evans vardı!

“Neler söylüyorsun?” dedi Rezia aniden ve yanına oturdu.

Bölmüştü yine! Hep böyle bölüyordu.

İnsanlardan uzaklara, insanlardan uzağa gitmeliyiz (sıçrarken), dedi Septimus, tam oraya, ağacın altında iskemlelerin olduğu yere; tavanında mavi bir örtü, yukarısında pembe bir duman olan, yeşilliğe daldırılmış parkın uzun eğimi boyunca gitmeliydiler; uzaklardaki dumana gömülmüş, kale duvarlarını andıran, düzensiz evlerin oraya; dönerek akan trafik uğultusunun ve sağ tarafında boz renkli hayvanların hayvanat bahçesinin parmaklıklarına doğru havlayıp uluyarak uzun boyunlarını gerdiği o yere. Bir ağacın altına oturdular.

“Bak!” diye yalvardı Lucrezia, ellerinde kriket sopaları taşıyan bir oğlan kalabalığını göstererek; içlerinden biri ayağını sürüdü, topuğunun üstünde döndü ve tekrar ayağını sürüdü, tıpkı bir müzikholdeki palyaçoya benziyordu.

“Bak!” diye yalvardı Lucrezia, zira Dr. Holmes kocasının somut şeyleri fark etmesini, onlara ilgi duyması gerektiğini söylemişti, bir müzikhole gitmek veya kriket oynamak -tam kocasına göre bir oyun olduğunu söylemişti Dr. Holmes, güzel bir açık hava oyunu.

“Bak!” dedi bir daha.

Bak, diye davet ediyordu onu görünmeyen, insanlığın en yücesiydi şu an onunla iletişim hâlinde olan bu ses, Septimus, son zamanlarda yaşamdan ölüme göçen, toplumu yenilemeye gelmiş Tanrı, bir yorgan gibi, yalnız güneşin yarabildiği kardan bir yorgan; asla tükenmeyen, sonsuz acı içinde, günah keçisi, ebedî mağdur; ama bunu istemiyordu ki, inledi, elini salladı; o ebedî acıyı elinin rüzgârıyla söndürmek ister gibi.

“Bak!” diye tekrarladı, zira dışarıdayken kendi kendine yüksek sesle konuşmamalıydı Septimus.

“Bir bak!..” diye yalvardı Lucrezia. Ama bakılacak ne vardı ki? Birkaç koyun. Hepsi bu.

Regent Parkı metro istasyonunun yolunu -biri söyleyebilir miydi lütfen Regent Parkı metro istasyonuna giden yolu ona- soruyordu Maisie Johnson. Edinburgh’dan geleli daha iki gün olmuştu.

“Buradan değil -şuradan!” diye haykırdı Lucrezia, Septimus’ı görmesin diye onu öteki tarafa yönlendirirken.

İkisi de bir acayip, diye düşündü Maisie Johnson. Her şey çok acayip geliyordu ona zaten. Londra’ya ilk gelişiydi, Leadenhall Sokağı’nda amcasının yanında bir işe başlayacaktı ve şimdi bu sabah Regent Parkı’ndan geçerken gördüğü bu çift onu tedirgin etmişti; genç kadın yabancıydı herhâlde, adamsa bir tuhaftı, öyle ki eğer bir gün yaşlı bir kadın olacak kadar yaşarsa o zaman bile anılarının içinden güzel bir yaz sabahı Regent Parkı’ndan geçerkenki hâlini hatırlayabilirdi. Zira sadece on dokuz yaşındaydı ve sonunda Londra’ya gelmeyi başarmıştı ve şimdi ne tuhaftı; bu yolu sorduğu çift, kız irkilmiş, elini sallamış ve adam -adam çok garip gözüküyordu; bir tartışma içinde miydiler acaba; ayrılıyorlardı belki; ama bir şeylerin döndüğü belliydi; biliyordu ve şimdi bütün bu insanlar (artık Broadwalk’a dönmüştü), taş havuzlar, muntazam çiçekler, yaşlı kadın ve erkekler, tekerlekli sandalyelerde, çoğu hasta -bütün hepsi Edinburgh’dan sonra çok acayip geliyordu. Ve Maisie Johnson, bu ağır adımlarla yürüyen, dalgın dalgın bakan, esintinin okşadığı insanların arasında karışırken -sincaplar tünemiş yalanıyor, serçeler hızla kanat çırparak havuzlardan kırıntı topluyor, köpekler parmaklıklara sürtünüp birbirleriyle oynarken, yumuşak, ılık bir esinti âdeta üzerlerini yıkayarak sabit, şaşmaksızın bakan gözlerine garip ve dingin bir şekilde hayat veriyor- “Ay!” diye bağıracak gibi oldu (Bankta oturan genç adam onu çok korkutmuştu. Bir şeyler dönüyordu, biliyordu.).

“Korkunç! Korkunç!” diye ağlamak geliyordu içinden (Ailesini bırakıp gelmişti buraya, gerçi söylemişlerdi başına neler gelebileceğini.).

Neden evinde kalmamıştı ki sanki, ağlıyordu, demir parmaklıkların topuzunu çevirdi.

Şu kızcağız, diye düşündü Mrs. Dempster (Sincaplara vermek için kırıntılar biriktirir ve sık sık Regent Parkı’nda öğle yemeğini yerdi.), daha hiçbir şey bilmiyor; aslında biraz daha cesur, biraz daha rahat, biraz daha makul olmalı insan beklentilerinde. Percy içerdi. Yine de insanın oğlunun olması daha iyi, diye düşündü Mrs. Dempster. Çok zorluk çekmişti, böyle bir kıza gülümsemekten kendini alamazdı. Evlenirsin sen, zira yeterince güzelsin diye düşündü Mrs. Dempster. Bir evlen de gör bakalım! Yemek pişireceksin ve daha neler neler… Her erkeğin huyu başka. Ama eğer bilseydim böyle bir seçim yapar mıydım diye düşündü Mrs. Dempster ve Maisie Johnson’un kulağına birkaç öğüt fısıldamak istedi; kendi buruşmuş, sarkmış, yaşlı yüzünde şefkat dolu bir öpücük hissetmek… Zira çok zor bir hayat oldu, diye düşündü Mrs. Dempster. Neler vermişti uğruna? Gülleri, bedenini; ayaklarını da (Şişmiş ayaklarını eteğinin altına doğru çekti.)…

Güller, diye düşündü acı bir alayla. Hepsi çöp, canım. Gerçekten de yemesi, içmesi, çiftleşmesi, iyi ve kötü günleriyle, hayatın güllerle alakası yoktu ve dahasını da söyleyeyim mi sana, Carrie Dempster, yine de Kentish Town’daki hiçbir kadınla değiştirmek istemezdi kaderini! Ama tek istediği acınmaktı onun. Kaybolan güllere acınmasını istiyordu. Sümbüllerin arasında duran Maisie Johnson’ın acımasını istiyordu.

Ah, ama şu uçak! Mrs. Dempster hep yabancı yerleri görmek istememiş miydi? Bir yeğeni vardı, misyoner. Hızla yükseldi uçak. Margate’ta denize giderdi hep, karadan uzaklaşmazdı pek ama sudan korkan kadınlara da tahammülü yoktu. Uçak kayarak alçaldı. Midesi ağzına gelmişti. Tekrar yükseldi. Bahse girerim içinde hoş bir genç adam vardır uçağın, dedi Mrs. Dempster, gitgide uzaklaştı; Greenwich’in ve bütün direklerin üstünden geçti; kurşuni renkteki kiliselerin ve St. Paul’ün oluşturduğu adanın üstünden, Londra’nın iki yanında uzanan tarlaların ve maceraperest ardıç kuşlarının cesurca sıçrayarak, etrafı kolaçan edip sümüklü böcekleri yakaladıkları gibi kayaların üstüne bir, iki, üç, defa vurdukları, koyu kahve koruların oraya kadar gitti.

Uzağa, gitgide daha da uzağa gitti uçak, ta ki sadece bir kıvılcım olana kadar; bir özlem, bir yoğunlaşma, insan ruhunun ve kararlılığının bir simgesi (Greenwich’te gayretle çimlerini biçen Mr. Bentley’ye böyle göründü.), diye düşündü Mr. Bentley, düşünce yoluyla kendi bedeninin ve evinin dışına çıkabilmek için selvi ağacının etrafında dönerek, Einstein, kurgu, matematik, Mendel Teorisi -uçak gitgide uzaklaştı.

Sonra, kılıksız alelade bir adam elinde deri çantasıyla St. Paul Katedrali’nin basamaklarında durdu, tereddüt etti, kim bilir nasıl bir şifa vardı içeride, nasıl harika bir karşılama, üzerinde bayrak dalgalanan kaç mezar, ordulara karşı kazanılan zaferlerin simgesi değil bunlar, diye düşündü, şu an beni işten güçten yoksun bırakan baş belası gerçeği arama tutkusuna karşı kazanılan zaferlerin; üstelik Katedral elini uzatıyordu insana, diye düşündü, toplumun bir parçası olmaya davet ediyordu, büyük adamların ait olduğu, şehitlerin uğruna canlarını verdiği; neden katılmayacaktı ki, diye düşündü; içi broşür dolu deri çantayı bir mihrabın önüne bırakırım, bir haçın, sözcükleri arayan, araştıran ve bir araya getirmekten öteye geçen ve artık bütünüyle ruh hâline gelen, gövdesiz, hayalet gibi -neden içeri girmeyecekmişim ki diye düşündü ve o tereddüt içinde dışarıda dururken, uçak Ludgate Sirki’nin üzerinden uçtu.

Etraf çok tuhaftı; durgundu her şey. Trafiğin gürültüsünü hiçbir ses bastıramıyordu. Kılavuzsuz gözüküyordu uçak, sanki kendi özgür iradesiyle yol alıyordu. Ve şimdi, gitgide daha yukarılara doğru kıvrılırken, zevk içinde yükselen bir şey gibi, saf bir sevinçle, arkasında kıvrıla kıvrıla uzayan beyaz dumanları bıraktı, bir Ş yazdı, E ve bir K.

“Neye bakıyorlar?” diye sordu Clarissa Dalloway kapıyı açan hizmetçisine.

Evin girişi mezar gibi serindi. Mrs. Dalloway elini gözlerine siper etti, hizmetçi kapıyı kapatırken, Lucy’nin eteklerinin hışırtısını duyunca, bildik tüllerin çevresini usulca sarışını, eski bağlılıklara verilmiş karşılıkları tadan, dünyayı terk etmiş bir rahibe gibi hissetti kendini. Aşçı mutfakta ıslık çalıyordu. Daktilonun tıkırtısını duydu. İşte buydu hayatı, girişteki masanın üzerine sanki bu etkilerin ağırlığıyla eğilirmişçesine göz attı, kendini kutsanmış ve arınmış hissetti; telefonla bırakılan mesajların not edildiği defteri eline alırken nasıl oluyor da böyle anların hayat ağacının tomurcukları, karanlığın çiçekleri olduğunu düşündü (Sanki yalnızca o görsün diye güzel bir gül açmıştı.); bir an bile inanmamıştı Tanrı’ya; ama yine de diye düşündü defteri eline alırken, günlük hayatta hizmetçilere, evet köpeklere ve kanaryalara, her şeyden öte de kocasına, her şeyin temeli olan -bu keyifli seslerin, yeşil ışıkların hatta ıslık çalan aşçının bile, zira Mrs. Walker İrlandalıydı ve gün boyunca ıslık çalardı- Richard’a, bu eşsiz anların gizli deposundan ödemeli insan borcunu; Lucy yanında durmuş bir şey anlatmaya çalışıyordu.

“Mr. Dalloway, efendim…”

Clarissa not defterindeki yazıyı okudu: Leydi Bruton Mr. Dalloway’in kendisiyle öğle yemeği yiyip yiyemeyeceğini soruyor.

“Mr. Dalloway, efendim, öğle yemeğini dışarıda yiyeceğini söylememi istedi.”

“Tüh!” dedi Clarissa, Lucy de hayal kırıklığını paylaştı (ama acısını değil tabii); aralarındaki uyumu hissetti; ipucunu aldı; üst tabakanın nasıl sevdiğini düşündü; kendi geleceğini sakince süsledi; Mrs. Dalloway’in güneş şemsiyesini aldı, savaş alanından onuruyla çıkmış bir tanrıçanın kutsal silahıymış gibi tuttu ve şemsiyeliğe yerleştirdi.

“Korkma artık.” dedi Clarissa. Güneşin kızgınlığından korkma artık, zira Leydi Bruton’ın Richard’ı onsuz öğle yemeğine çağırmasının yarattığı şaşkınlık, içinde bulunduğu anı sarsmıştı, tıpkı nehir yatağındaki bir bitkinin nehirden geçen bir küreğin darbesiyle sarsılacağı gibi: öyle sallandı Clarissa; öyle sarsıldı.

Öğle yemeği davetlerinin son derece eğlenceli geçtiği söylenilen Millicent Bruton kendisini çağırmamıştı. Bayağı kıskançlıklar ayıramazdı onu Richard’dan. Ama zamanın kendisinden korkuyordu, Leydi Bruton’ın taştan oyulmuş ruhsuz bir pusulayı andıran suratından yaşamın nasıl çekildiğini görüyordu; kendine düşen dilimin her geçen yıl nasıl azaldığını ve artakalan kısmın, gençlik yıllarındaki renklerden, tuzlardan, varoluşun bütün perdelerindeki esneklikten ve özümseyişten ne kadar yoksun olduğunu görüyordu; öyle ki girdiği odayı doldururdu; sık sık oturma odasının eşiğinde tereddüt ederek durduğunda olağanüstü bir gerilim kaplardı içini, tıpkı altındaki deniz kararıp ışıldarken, çatlayacakmış gibi tehdit eden dalgalar yalnızca yüzeyde ikiye ayrılırken, tam dönecekleri sırada yuvarlanıp, gizlenip, inciyle kaplanan yosunların bulunduğu denize dalmadan önce bir yüzücünün hissettiği tereddüt gibi…

Not defterini holdeki masanın üzerine koydu. Bir eli tırabzanda, ağır ağır yukarı çıkmaya başladı, sanki bir partiden çıkmış gibi, bir şu arkadaşında bir öbüründe bulmuştu yüzünü, sesini; kapıyı çekip çıkmış ve tek başına durmuş gibi, ürkütücü gecenin içinde, daha doğrusu, bu duygusuz haziran sabahının dik bakışlarına karşı duruyordu; gül yapraklarının ışıltısıyla yumuşardı kimileri için bu sabah, bunu biliyordu, açık merdiven penceresinin içeri davet ettiği panjurun çarpma seslerini, köpek havlamalarını duyduğunda hissediyordu; girsinler, diye düşündü, ansızın buruş buruş, yaşlanmış, memesiz buldu kendini; günün öğütülüp harmanlanışı ve çiçeğe duruşu, dışarıda, kapının ötesinde, pencerenin dışında, bedeninin ve şimdi pek çalışmayan beyninin dışındaydı, çünkü son derece eğlenceli öğle yemeği davetleri verdiği söylenen Leydi Bruton onu çağırmamıştı.

Odasına çekilen bir rahibe veya bir kuleyi keşfe çıkan bir çocuk gibi yukarı çıktı, pencerenin önünde duraksadı, banyoya geldi. Yeşil muşamba ve su damlatan bir musluk. Hayatın kalbinde bir boşluk vardı, tavan arasında bir oda. Kadınlar süslü giysilerini çıkarmalıdırlar. Öğlenleyin soyunmalıdırlar. İğne yastığını deldi ve sarı tüylü şapkasını yatağın üzerine bıraktı. Çarşaflar temizdi, geniş beyaz bir şerit hâlinde sımsıkı gerilmişti iki yandan. Gitgide daha da daralacaktı yatağı. Mumun yarısı yanmıştı, “Baron Marbot’un Anıları”na dalıp gitmişti. Gecenin geç saatlerinde Moskova bozgununu okumuştu. Zira oturumlar öyle uzuyordu ki Richard, Clarissa’nın geçirdiği hastalığın ardından, rahatsız edilmeden uyumasını istiyordu. Aslında Moskova bozgununu okumayı yeğliyordu. Richard da biliyordu bunu. O yüzden odası tavan arasındaydı; yatağı dardı; orada uzanmış okurken, zira uykusu hafifti, doğum yapmasına rağmen, çocukluğundan beri bir çarşaf gibi üzerine yapışan bekâretini üstünden atamıyordu. Genç kızlığında hoştu, ansızın öyle bir an gelirdi ki -mesela Clieveden’daki ormanda bulunan ırmaktaki gibi- içinde nüks eden bu soğuk ruh yüzünden yarı yolda bırakırdı kocasını. İstanbul’da ve sonra kaç kere daha… Neyi eksikti, görebiliyordu. Güzellik değildi; akıl değildi. Temelde, içe sinen bir şeydi; yüzeyi yırtıp üste çıkan, kadınla erkeğin veya iki kadının arasındaki soğuk teması dalgalandıran ılık bir şey. Zira bunu belirsiz bir şekilde algılayabiliyordu. Tiksiniyordu bundan, kim bilir nereden aklına yerleşivermişti bu his, belki de Doğa’nın bir hediyesiydi (Doğa değişmez bilgedir.); yine de bazen bir kadının çekiciliğine kapıldığı oluyordu, bir genç kıza değil tabii, yaptığı bir deliliği veya bir sıkıntısını anlatan, içini döken -ki ona sıkça içlerini dökerlerdi- bir kadına kapıldığı oluyordu. Acıma mıydı, onların güzelliği miydi, kendisinin yaşça büyük olması mıydı veya bir rastlantı mıydı -hafif bir koku veyahut yakından gelen bir keman sesi (belli anlarda seslerin gücü çok tuhaf oluyordu), erkeklerin hissettiklerinin aynısını kuşkusuz hissediyordu. Sadece bir an için ama yetiyordu. Ani bir aydınlanmaydı, önce kontrol altına alınmaya çalışıp, sonra yanaklarına yayıldığını hissedince teslim olunan bir kızarıklık gibi, hani insan o yayılmayı hissettiğinde en uzak köşeye kaçıp, orada titreyerek dünyanın üstüne doğru geldiğini hisseder, hayret verici bir anlamlılıkla kabarır ya, incecik deriyi yırtan, fışkırtan, çatlakların ve yaraların üstüne dökülen olağanüstü bir avutma gücüyle. O zaman, o an için bir aydınlanma görmüştü; çiğdemin içinde yanan bir kibrit; neredeyse ifade edilmiş bir iç anlam. Ama yakın olan uzaklaşmış, sert olan yumuşamıştı. Bitmişti, o an. Böyle anlarla (kadınlarla olanlar da) yatak, Baron Marbot (Şapkasını yere koydu.) ve yarısına kadar yanmış mum çelişiyordu. Uyanık hâlde yatarken döşeme gıcırdadı; aydınlık ev aniden karanlıklaştı ve eğer başını doğrultsaydı, Richard’ın mümkün olabildiğince nazik bir şekilde kapının tokmağını çevirişinin sesini duyacaktı; çoraplarıyla yukarı çıkarken, sık sık elinden düşürdüğü sıcak su torbasını bir kere daha düşürür ve basardı küfürü! Nasıl da gülerdi Clarissa!

 

Ama bu aşk meselesi (diye düşündü, paltosunu kaldırırken), şu kadınlara âşık olma meselesi. Sally Seton’ı ele alalım; eskiden Sally Seton’la olan ilişkisini. Nihayetinde o da aşk değil miydi?

Yerde otururdu -bu onun Sally hakkındaki ilk intibasıydı- kollarını dizlerine dolayarak yerde oturur ve sigara içerdi. Neredeydi acaba? Manning’lerde mi? Kinloch-Jones’larda mı? Bir partideydi herhâlde (neredeydi, pek emin olamıyordu), zira birlikte geldiği adama “Bu da kim?” dediğini kesinlikle hatırlıyordu. Ve o da Sally’nin annesiyle babasının geçinemediklerini (ne kadar şaşırmıştı Clarissa, annesiyle babasının tartıştıklarına) söylemişti. Ama bütün bir gece gözlerini Sally’nin üzerinden alamamıştı. Hayran kaldığı türden, olağanüstü bir güzelliği vardı Sally’nin, esmer, iri gözlü, kendisinde olmadığı için hep gıpta ettiği bir niteliğe sahipti -bir çeşit kendini bırakmışlık, sanki her şeyi söyleyebilirmiş veya yapabilirmiş gibi; İngiliz kadınlarından ziyade yabancı kadınların sahip olduğu bir nitelikti bu. Sally damarlarında Fransız kanı aktığını söylerdi hep, atalarından biri Marie Antoinette’in sarayındanmış, başı uçurulmuş, yakut bir yüzük kalmış ondan. Bourton’da kalmaya geldiği zaman, o yazdı, belki de cebinde bir metelik bile yokken habersiz bir şekilde, bir akşam yemeği sonrası geldiğinde, zavallı Helena hala öyle şaşırtmıştı ki onu asla affetmemişti. Evde korkunç bir tartışma çıkmış. Gerçekten o akşam geldiğinde beş parasızdı Sally -gelebilmek için bir yaka iğnesini rehin vermişti. Çılgınlar gibi koşmuştu oraya. Gecenin geç saatlerine kadar oturup konuşmuşlardı. Bourton’daki yaşantının ne kadar korunaklı ve kısıtlı olduğunu ilk defa Sally hissettirmişti. Cinsellik hakkında hiçbir şey bilmiyordu Clarissa, toplumsal sorunlar hakkında da. Bir seferinde tarlada düşüp ölen yaşlı birini görmüştü -sonra doğuran inekleri görmüştü. Ama Helena hala hiçbir konunun münakaşasını yapmayı sevmezdi (Sally, Helena halaya ne zaman bir William Morris18 verecek olsa, mutlaka ambalajlayıp vermeliydi.). Orada, çatı katındaki yatak odasında, sabaha kadar hayattan, dünyayı nasıl değiştireceklerinden konuşurlardı. Özel mülkiyeti ortadan kaldıracak bir dernek kuracaklardı, mektup da yazmışlardı ama göndermemişlerdi. Bu fikirler Sally’den çıkıyordu elbet ama çok geçmeden Clarissa da fazlasıyla heveslenmişti -kahvaltıdan önce yatakta Eflatun okuyordu; Morris okuyordu; durmadan Shelley okuyordu.

Sally’nin gücü şaşırtıcıydı, yeteneği, kişiliği… Çiçeklerle ilgileniş biçimi mesela. Bourton’da masa boyunca hep küçük, resmî vazolar dizilirdi. Sally gülhatmilerin, yıldız çiçeklerinin -bir arada görülmemiş pek çok çiçek toplar- saplarını kesip su dolu kâselerde yüzdürürdü. Etkisi olağanüstüydü -gün batımından sonra o yemeğe gelmek (Tabii Helena hala çiçeklere böyle davranmanın çok fena olduğunu düşünüyordu.). Bir seferinde süngerini unuttuğu için koridorda çırılçıplak koşmuştu. Suratsız ihtiyar hizmetçi Ellen Atkins homurdanıp dururdu: “Ya beyefendilerden biri görseydi?” Gerçekten de insanları sarsardı. Pasaklı biri, demişti babası.

Geriye dönüp bakarken tuhaf bulduğu şey, Sally’ye karşı olan hislerinin saflığı ve sağlamlığıydı. Birinin bir erkeğe duyabileceği türden bir his değildi. Hiçbir karşılık beklemeden ve yalnızca kadınların arasında, henüz yetişkin olmuş kadınlar arasında olabilecek türden bir niteliği vardı. Koruyucu bir ilişki, kendi açısından; aynı takımda olma duygusundan, eninde sonunda ayrılacaklarına dair bir şeyin önsezisinden (Evlilikten hep bir felaketmiş gibi söz ederlerdi.) kaynaklanıyordu bu şövalyelik, Sally’den çok kendinde olan bu koruma duygusu. Zira o günlerde hepten pervasızdı Sally; en saçma sapan şeyleri bile sırf meydan okumak uğruna yapardı; terastaki korkuluğun üzerinde bisiklet sürer, puro içerdi. Tuhaftı Sally -çok tuhaftı. Ama dayanılmaz bir çekiciliği vardı -en azından Clarissa’ya göre, öyle ki çatı katındaki yatak odasında, elinde sıcak su torbası “O, bu çatının altında… O, bu çatının altında!” diye bağırdığını anımsayabiliyordu.

Yo, bu kelimelerin hiçbir anlamı yoktu artık onun için. O eski hissin bir yansımasını bile hissedemiyordu. Ama heyecandan buz kesildiğini ve saçlarını kendinden geçerek yaptığını (eski hisleri geri gelmeye başlamıştı şimdi, tokalarını çıkarıp tuvalet masasının üzerine bırakırken, saçlarını yaparken), akşamın pembe ışığında bir aşağı bir yukarı uçan ekin kargalarını, giyinip aşağı inişini, holden geçerken “Şu anda ölmek, en büyük mutluluk olurdu.” deyişini hatırlıyordu. Hissettiği buydu -tıpkı Othello’nun hissettiği gibi, tıpkı Shakespeare’in Othello’ya hissettirmek istediği kadar güçlü, kendi de öyle hissediyordu, emindi fakat bütün bunların sebebi neydi? Sırf Sally Seton’la buluşmak için üstünde beyaz bir elbisesiyle yemeğe iniyor olmasıydı!

Pembe tüller içindeydi Sally -inanılmazdı! Her nasılsa, ışıl ışıl, parlak, bir böğürtlen çalısına bir anlığına takılıvermiş bir kuş veya uçan bir balon gibi görünüyordu. Ama insan âşık olunca (aşk değilse neydi bu?) başkalarının kayıtsızlığı kadar garip bir şey yoktur. Helena hala yemekten sonra bir kenara çekilirdi; babası gazete okurdu. Peter Walsh da orada olurdu bazen; ihtiyar Miss Cummings; Joseph Breitkopf ise kesin orada olurdu zira her yaz gelirdi, zavallı ihtiyar adam, haftalarca kalır, kendisine Almanca okutmaya çalışır gibi yapardı ama aslında piyano çalar ve sesi olmasa da Brahms söylerdi.

Bütün bunlar Sally için arka planda kalıyordu. Şöminenin başında durup o her şeyi yumuşak bir dokunuş gibi addettiren güzel sesiyle konuşurdu, babası bile istemediği hâlde ona kapılmaya başlamıştı (Ona kitaplarından birini verişini ve sonrasında terasta sırılsıklam buluşunu hiç unutmamıştı.), sonra aniden “İçeriye tıkılıp kalmak ne ayıp!” derdi ve herkes dışarı çıkar, gezinmeye başlarlardı. Peter Walsh ve Joseph Breitkopf, Wagner üstüne konuşurlardı. Clarissa ve Sally arkada kalırlardı. İçinde çiçekler olan taş bir çanağın yanından geçerlerken hayatının en güzel anını yaşamıştı. Sally durup bir çiçek koparmış; onu dudaklarından öpmüştü. Bütün dünyası tepetaklak olmuştu sanki! Diğerleri kaybolmuştu; Sally ile baş başaydı. Kendisine bir hediye verilmiş gibi hissetti, paketlenmiş, sadece saklaması söylenmişti, bakmamalıydı -bir elmas, paha biçilmez bir şey, paketlenmiş, yürürlerken (bir aşağı bir yukarı, bir aşağı bir yukarı) açmıştı onu veya o ışığı delip geçmişti, o aydınlanma, o dinsel his! O sırada ihtiyar Joseph ve Peter çıkmıştı karşılarına.

16Regent Sokağı: Şık alışveriş caddesi (ç.n.).
17Lucrezia’nın kısaltılmışı, Rezia’dır (ç.n.).
18William Morris, 1834-1896 yılları arasında yaşamış İngiliz şair, desinatör, roman yazarı, ressam. Morris aynı zamanda mobilya, kumaş, vitray, duvar kâğıdı tasarımlarıyla Sanatlar ve Zanaatkârlar akımına (Arts and Crafts hareketi) öncü olmuş bir endüstri tasarımcısı, el sanatçısı, desinatördür.
Бесплатный фрагмент закончился. Хотите читать дальше?
Купите 3 книги одновременно и выберите четвёртую в подарок!

Чтобы воспользоваться акцией, добавьте нужные книги в корзину. Сделать это можно на странице каждой книги, либо в общем списке:

  1. Нажмите на многоточие
    рядом с книгой
  2. Выберите пункт
    «Добавить в корзину»