Jane Austen'ın Hayatı

Текст
Автор:
0
Отзывы
Читать фрагмент
Читайте только на ЛитРес!
Отметить прочитанной
Как читать книгу после покупки
  • Чтение только в Литрес «Читай!»
Шрифт:Меньше АаБольше Аа

1801 senesinde, Jane yirmi beş yaşındayken, yaşlanmakta olan babası dini görevlerini ailenin ikinci büyüğü olan oğluna devretmiştir. Ardından, o zamanlar emekli rahiplerin ve birtakım zengin, gösterişli kadınların gözbebeği Bath’a taşınmıştır. Bu yüzden Jane, hikâye kurgularına serpiştirdiği Steventon’a, gençliğinin geçtiği yerlere, taraçalı eski bahçeye ve hikâyelerini oluştururken dolanıp durduğu, kır çiçekleriyle ışıldayan yeşil patikalara veda etmek zorunda kalmıştı. Akıl ve Tutku’da Marianne, taşınmasından bir akşam önce evinin önünde yalnız başına dolaşırken “Sevgili, çok sevgili Norland; seni düşündükçe hüzünlenmeyi ne zaman bırakacağım? Başka bir yerde kendimi evimde hissetmeyi ne zaman öğreneceğim? Ah! Benim mutlu evim, seni belki bir daha hiç görmeyeceğimi düşünerek buradan izliyor olmanın verdiği acıyı anlar mısın ki? Peki ya siz, yaprak yaprak tanıdığım ağaçlar! Ama siz, aynı kalmaya devam edeceksiniz. Ayrılığımız nedeniyle yapraklarınız sararmayacak, artık sizi seyredemeyeceğimiz için tek bir dal bile kurumamazlık etmeyecek! Hayır, siz hep aynı kalacaksınız; verdiğiniz keyiften veya hüzünden haberiniz olmayacak, gölgeniz altında yürüyenlerin değişiminden bihaber kalacaksınız! Ama sizden keyif alacak kim kalacak geride?” demiştir. Belki de Jane Austen, Steventon’daki son gecesinde böyle hissetmiştir.

Bath, Jane’in gözlemleyebileceği daha büyük bir dünya sunmuştu; Beau Nash ruhunun etkisinin sürdüğü sosyete, o günlerde birliğini koruyup her akşam kabul salonlarında buluştuğu için gözlemciye açık durumdaydı. Ne var ki Jane Austen, Bath’ta geçirdiği dört senede Watson Ailesi’nin bir bölümü haricinde hiçbir şey yazmamıştır. Bununla beraber hem Northanger Manastırı’nın ve hem de İkna’nın geçtiği yerlerin bir kısmını temsil ediyor olmasına karşın kaplıcalarıyla bilinen Bath, gelenekleri ve alışkanlıklarıyla genel bir şekilde resmedilmiş olsa da karakterlerin kişiliklerinde yerel halka özgü özellikler göremiyoruz. Karakterler hâlâ kırsal kesimin seçkin sınıfından ve din adamlarından oluşmaktadır. Bath ise yalnızca bu iki kesimin karşılaştığı yerden ibarettir. Yerel halkta muhtemelen pek ilginç bir şey yoktu, arada sırada gelen misafirlerse Jane Austen’ın sanatının sırrı olan sabır ve titizlik gerektiren karakter çalışması için gereken olanakları sağlamıyordu. Jane’in Bath’ı sevdiği ortadaydı. Bath’ın altı haftadan sonra can sıkıcı bir yer haline geldiğini düşünen, buna karşın her kış düzenli olarak gelip altı haftalık ziyaretlerini on, on iki haftaya uzatan, sonunda burada daha uzun süre kalmak için yeterli maddi kaynaklara sahip olmadıklarından gitmek zorunda kalan insanları alaya alırdı. Belki de kabul salonlarında Bay Henry Tilney gibi hoş bir kavalyeyle sohbet ederek geçirdiği neşeli bir akşamdan sonra kendini Catherine Morland gibi hissediyordu; “eve varana dek kendisi koltuğunda, ruhu ise içinde dans etti.” Kaleminin durağanlığının sebebi sosyal hayatından aldığı keyif olabilir. Hiç şüphe yok ki zihni hâlen çalışıyor, malzeme topluyordu. Sırf bir serinin aylık bölümlerini tamamlayabilmek için ilham beklemeden veya yaratıları olgunlaşmadan yazmak gibi katı bir zorunluluğu yoktu. Bath’tan sonra ilerde İkna’da bir bölümün geçeceği yer olan Lyme’ı ziyaret etmiştir.

Babası 1805 yılında hayatını kaybettikten sonra annesi ve ablasıyla Southampton’a taşındılar. 1809 yılına kadar burada yaşadılar. Castle Square’de bahçesi surlarla çevrili, büyük, eski moda bir evleri vardı. Southampton sosyal bir merkezdi. Castle Square’in bir kısmında Lansdowne Markisi’nin şatoya çevrilen malikânesi yer alıyordu. Sekiz atlı faytonuyla at süren markiz ise arkadaki dört atından vazgeçerek karşı evdeki nazik yergiciye neşe ve tefekkür karşılığında gıda yardımı yapmış olabilir.

Muhtemelen Southampton’dan sonra ziyaret ettiği Portsmouth’ta denizin güzelliğini görüp keyfini çıkardığında, “Aslında Mart ayında olsak da sanki yumuşacık havası, canlandıran hafif rüzgârıyla Nisan ayındaydık. Kimi zaman parlak güneş bir dakikalığına bulutların arkasında kalıyor, böylesi bir gökyüzünün altında her şey çok güzel görünüyordu. Gölgeler Spithead’de ve ilerisindeki adadaki gemilerde birbirini kovalıyordu; çeşit çeşit renkleriyle kabarıp yükselmiş deniz, neşeyle dans edip hoş sesiyle surlara çarpıp duruyordu,” ifadelerini kaleme almıştır. Bunlara ek olarak büyük askeri limanın kıyısında yaşayan bahriyelilerin ve halkın sosyal yaşantısına da şahit olmuştur, ancak görünüşe bakılırsa bundan pek tat almamıştır. En azından Mansfield Park’ta Fanny’nin, Portsmouth’ta kendisini azıcık da olsa tatmin edebilecek bir sosyal çevre bulamadığını yazmıştır. “Fanny’ye göre erkeklerin hepsi bayağı, kadınlar ise şımarıktı. Herkes görgüsüzdü. Eskiden tanıdığı insanlardan da yeni tanıştıklarından da hiç memnun değildi.” Bu, kulağa kişisel deneyimle varılan bir kanı gibi geliyor.

Lyme’da balolara gitti ve dans etti. Mektuplarında katıldığı danslardan ve kavalyelerinden bahsetti. Gelgelelim artık evlilik yaşını geçmekteydi, hiç evlenmemiş yaşlı bir kadın olmayı istemeye başlamış olmalıydı. Yine de bir romanında bir kadının yirmi dokuz yaşındayken hiç olmadığı kadar güzel olabileceğini ima etmiştir. Evliliğin mutluluk getirdiğini düşündüğü açıktır. Emma’daki Bayan John Knightley, hayatını eşi ve üzerine titrediği çocuklarına adamıştır ve Jane’in “ideal kadınsal mutluluk modeli”dir. Buna karşın kendisi için daha kendi halinde ve mantıklı bir yol çizmiştir. Harriet, Emma’ya “Evde kalacaksın ve bu korkunç bir şey,” der. Emma, “Boş versene; evlenmemiş, fakir ve yaşlı bir kadın olmayacağım. İnsanların çoğu bekarlığı yoksulluk yüzünden hor görüyor! Dar gelirli bekâr bir kadın gülünç, aksi, evde kalmış bir kadın olmalı, genç kızlara ve erkeklere alay konusu olacak türden biri; buna karşın bekâr ama varsıl bir kadın daima saygıdeğerdir, diğer herkes gibi mantıklı ve hoş olabilir,” şeklinde cevap vermiştir. Jane, gerçekçi sağduyusuyla dünyanın bu konuda ilk bakışta göründüğü kadar hatalı olmadığını da eklemiştir, dar gelir zihni bulandırıp insanı fevrileştirebilirdi. Jane Austen’ın yanında büyüyen yeğenleri, ona Emma Knightley’nin evliliğinden duyduğu mutluluğun bir bölümünü verebiliyordu.

Hem kendisi hem de ablası, orta yaş sembolü olan şapkayı takmaya oldukça erken başlamıştır. Birinin yaptığını mutlaka diğeri de yapıyordu. İkisi tek bir ruhta tamamlanıyordu. Öyle ki, Cassandra idam edilse, Jane’in de idam edilmek için ısrar edeceği söyleniyordu. Jane, kendisini saçına şekil verme işkencesinden kurtardığı için şapka taktığını belirtmiştir. O günlerde saç yapmak, moda tiranlığına adanan korkunç bir adaktı. Şapka takmak, iki kız kardeşin de karakterine uyuyordu. İkisi de tertipliydi ancak neyin modaya uygun olduğunu ya da neyin moda olacağını umursamıyordu. Mektuplarda kadın şapkacı-lığının hafife alındığını erkeklerin anlamadığı geçmektedir. Hatta Jane, ilk yazılarında erkek kalbinin puantiyeli, çiçekli, muslin veya jakona4 gibi kumaş türleri arasında ayrım yapmadığını belirterek hemcinslerini erkekleri memnun etmek için giyinmenin beyhude olduğu yönünde şakayla karışık uyarmıştır. “Kadın, sadece kendi tatmini için var olmalıdır. Kıyafeti yüzünden hiçbir erkek ona daha çok hayranlık duymaz, hiçbir kadın onu daha çok sevmez. Tertiplilik ve moda kadın için yeterlidir, erkekler içinse pejmürde ve uygunsuz bir şeyler gayet çekici gelecektir,” demiştir. Bu son sözleri yirmi bir yaşındaki bir kadın için oldukça sivriydi. Neticede kadınların kendisi için değil, birbirleri yüzünden giyindiği anlamı çıkmaktadır.

1809 senesinde, Jane yirmi dört yaşındayken annesi ve ablasıyla Southampton’ı terk ederek abisi Edward Knight’ın giderlerini karşıladığı, Jane’in eski yuvası olan Steventon’a pek de uzak sayılmayan Winchester yakınlarındaki Chawton’daki evine yakın bir çiftlikte yaşamaya başladılar. Chawton Evi, Jane’in kardeşinin torunu Lort Brabourne’a miras kalmıştır. Çiftlik, tatil için evlerine dönen Winchester çocuklarının neşeli telaşına şahitlik eden anayolun üzerindeydi. Buna karşın, gürgen çitlerle çevrili, çimenlikleri, yürüyüş patikaları ve fundalıklarıyla bahçenin asil bir mahremiyeti vardı; egzersize ve yazı yazmaya uygundu. Misafir odaları da mevcuttu. Bayan Lloyd da onlara eşlik etmeye başlamıştı. Steventon’dan eski tanıdıkları yakındaydı, ev ahalisi genel olarak mutlu, neşeli ve Jane’in çalışmasına uygundu. Hayal gücü canlanmış, kalemini tekrardan eline almıştı; tıpkı Steventon’da olduğu gibi Chawton’da da üç roman yazdı. Bu üç roman Emma, Mansfield Park ve İkna’dır. En sonunda Steventon’da yazdığı romanlardan ikisini basacak yayımcıyı bulmuştu. Yayımcı Bay Egerton bu maceranın çok çılgınca olduğunu düşünmüş olmalıydı; böylece, Egerton’ın maceracı ruhu sayesinde Jane Austen’a gereken saygı gösterilmiş oldu. Yayımcı, Akıl ve Tutku için Jane’e, neşeli tevazu-suyla çok büyük bir miktar olarak kabul ettiği 150 sterlinlik bir ödeme yaptı. Jane’in ölümüne dek eserlerinden kazandığı miktar yalnızca 700 sterlin olmuştur. Akıl ve Tutku, 1811’de, Jane otuz altı yaşındayken; Gurur ve Önyargı ise bundan iki sene sonra yayımlanmıştır. 1811 ile 1816 yılları arasında Jane Austen, Mansfield Park, Emma ve İkna’yı yazmıştır. Mansfield Park 1814’te; Emma 1816’da yayımlandı. Northanger Manastırı ile İkna 1818 yılında, yazarın ölümünden sonra yayımlanmıştır.

Yayımlar isimsiz yapılmış, Jane Austen yazarlığını hiçbir zaman halka beyan etmemişti. Buna karşın sırrı ortaya çıkmıştı. Yeğeni tarafından doğrulanmış olmasa da Gurur ve Önyargı’nın yazarı olarak Corinne’in yazarıyla buluşmak üzere aldığı daveti, Jane Austen olarak davet edilmediği hiçbir haneye gitmeyeceğini belirterek reddettiğine dair bir söylenti bulunmaktadır. Bu davranışı bağımsızlık olarak övülmüş, gurur gösterisi olarak eleştirilmiştir. Bu hikâye ve yorumu doğruysa bize Congreve’in oyun yazarından ziyade bir beyefendi olarak görülmeyi istediğini, Voltaire’in de bunun üzerine onca yolu bir beyefendiyi görmek için gelemeyeceğini söylemesini anımsatıyor. Gelgelelim hikâye doğruysa bile Jane yalnızca yazarlığını resmi olarak beyan etmekten kaçınmayı amaçlıyor olamaz mıydı? Bayan Barney, Bayan Edgeworth ve diğer kadın romancıların popülerliğine rağmen, o günlerde hâlen bir kadının kitap yazması cinsiyetinin sınırlarını aşması olarak görülüyordu; edebi dünyadan uzak yaşayan, sosyal duyarlılığa dikkat eden Jane’in bu konuda hassas olması muhtemeldir. Belki de Corinne ile Gurur ve Önyargı’nın yazarlarının bir araya getirilememiş olması çok da üzücü değildir; Madam de Stael, Jane Austen’ın yazılarını vulgaires (kaba, gündelik) olarak nitelendirmiştir. Bu ifadeyle Jane’in seçtiği konuların gündelik olmasının ötesinde bir görüş beyan ettiyse daha yersiz bir tespit yapmış olması mümkün değildir.

 

Romanlar, yorumlarına en çok önem verilen kişiler tarafından takdir görmüştü. Sör Walter Scott’ın günlüğünde şu sözler yazılıdır: “Gurur ve Önyargı’yı en az üç defa olmak üzere tekrar tekrar okudum.” Sör Walter, kendini zarifçe küçük göstererek, “Bu genç kadın, günlük hayattan karakterleri ve içinde bulundukları hisleri tasvir etmede şimdiye dek karşılaştıklarım arasında en büyüleyici yeteneğe sahip. Büyük ve şaşaalı örgüyü tıpkı şu anda olduğu gibi ben de kurabilirim; ancak gündelik, sıradan olayları ve karakterleri gerçekliğin ve duygunun tasviriyle ilginç kılan muhteşem dokunuş bana bahşedilmemiş. Bu denli yetenekli birinin bu kadar erken ölmesi ne acı!” şeklinde eklemiştir. Macaulay ise günlüğünde şöyle yazmıştır: “Bir kez daha Bayan Austen’ın romanlarını okudum; büyüleyiciler. Dünyada mükemmelliğe bu kadar yaklaşan başka bir yapıt yoktur.” Ne var ki Jane Austen, bu övgülere asla denk gelmemiştir. Görünüşe bakılırsa Lort Lansdowne’un, Sydney Smith’in veya Sör James Mackintosh’un sözlerini veya herhangi birinin övgülerini de işitmemişti. Quarterly dergisi 1815’te Jane’i şüpheli bir yazıyla oldukça kötü şekilde eleştirmiştir. Şatafatlı hislerle veya Udolpho’nun Gizemleri’nin romantizmiyle beslenen kitleye Jane’in hikâyeleri sıradan ve önemsiz gelmişti. Jane’in ölümünden sonra ün kazandığını söyleyebiliriz. Yaşamı boyunca kazandığı şöhret, baş döndürmekten çok uzaktı. Buna karşın, Morley Kontesi’nden nazik bir not eline ulaşmış, çok daha önemlisi, Warren Hastings’in beğenisini kazandığına ilişkin duyumlar almıştır. Jane bağımsız ve cesur bir kadın olamamıştı. Basılan kitapları onu Londra’ya getirmiş olsa da edebiyat dünyasından tanıdıklar edinmemiş, entelektüel dünyaya karışmamıştır. 1815 yılının sonbaharında da Londra’da bulunmaktaydı; ancak edebi partilere katılmak için değil, kardeşi Harry’ye geçirmekte olduğu tehlikeli ateşli hastalığı atlatırken Hans Place’teki evinde bakmak için oradaydı.

Tüm bunlara rağmen Londra’da geçirdiği sürede enteresan bir iltifat almıştır. Kardeşiyle, Prens Naibi’nin hekimlerinden biri ilgileniyor ve bu hekim Jane’in sırrını biliyordu. Bir gün Jane’e, Prens’in onun romanlarına hayran olduğunu, her evinde bunların birer adet kopyasını bulundurduğunu söylemiştir.

Prens, Jane’in Londra’da olduğunu öğrenince Carlton House’un kütüphanecisi Bay Clarke’dan Jane’in emrine amade olmasını istemiştir. Bay Clarke, Jane’i Carlton House’a götürerek muhteşem malikâneyi gezdirmiş ve ileride yazacağı bir roman varsa bu romanı Prens’e adayabilme özgürlüğüne sahip olduğunu söylemiştir. Bu yüzden Emma, Prens’e adanmıştır. Bununla birlikte Bay Clarke, ya yüce bir ilhamla ya da sahip olduğu bilgelikle Jane’e ileride yazacağı bir hikâye için konu olarak “yaşamını şehir ve taşra arasında geçirmesi gereken bir din adamının alışkanlıklarını, karakterini ve coşkusunu” seçmesini önermiştir. Jane ise tevazu göstererek iyilik, coşku ve edebi kimlik haricinde bu karakterle neredeyse aynı özellikleri taşıdığı yanıtını vermiştir. Edebi yanına gelecek olursak, “Bir yazar olmaya cesaret eden düşük öğrenim görmüş bilgisiz bir kadın olmakla övünebilecek kibre sahip olduğunu düşünüyordu.” Ne var ki Bay Clarke böyle düşünmüyordu. Prens Leopold’ün Özel Kalemi ve Rahibi görevlerine henüz getirilen, Prenses Charlotte’la evlenecek olan Bay Clarke, Emma’daki ithafın kabulü için Jane’e yazdığında, “Cobourg Hanedanı’ndan August’u anlatan tarihi romantik bir kitap yazmak bu aralar çok ilgi çekebilir,” sözlerine yer vermiştir. Jane, epik şiir yazamayacağı gibi romantik bir kitap da yazamayacağını belirten bir cevap vermiştir. “Hayatımı kurtarmak haricinde başka bir amaçla oturup bir dizi romantik hikâye yazmaya kalksam, yazmaya devam etmek zorunda kalıp da kendime veya başkalarına gülecek kadar rahatlayamazsam eminim daha ilk bölüm bitmeden beni asarlar. Hayır, kendi üslubumdan devam etmeliyim, kendi yolumda gitmeliyim; bir daha bu yolda başarılı olamasam bile, başka bir yola girdiğimde büsbütün başarısız olacağıma eminim,” demiştir. Bay Clarke’ın önerisinden hareketle Plan of a Novel according to Hints from Various Quarters (Çeşitli Yerlerden Gelen Öneriler Doğrultusunda Bir Roman Planı) başlıklı bir hiciv haricinde bir şey üretilmedi. Zavallı VI. George, oldukça iyi nedenlerle, sayısız el tarafından kendisine atılan çamurlarla tepeden tırnağa kaplanmış haldeydi. Gelgelelim onun hakkında şu üç iyi şeyi söylemeliyiz: İrlanda’yı ziyaret etmişti, Bayan Fitzherbert isminde harika ve alımlı bir kadına âşık olmuştu, izin verilseydi bu kadınla evlenecekti ve Jane Austen romanlarını seviyordu. Jane’in kitaplarını gerçekten okumuş olduğunu umuyoruz. Kütüphanecisi, okuduğunu söylerken kraliyete yaraşan beyaz yalanlardan birini söylemiyordu.

Bu esnada Jane hayatın tüm sıradan görevlerini yerine getiriyordu. Annesi yaşlanıyor, Jane şefkatle onunla ilgileniyordu; yeğenleri için nazik bir hala ve danışmandı, daha önce de gördüğümüz üzere kardeşi hastayken onun bakımını üstlenmişti. Maun ağacından yapılma küçük masasında oturup yazıyor, biri gelirse yazdıklarını yanında tuttuğu kurutma kâğıdının altına saklıyordu. Hiç kimse Jane’in tavırlarından hareketle onun bir yazar olduğunu tahmin edemezdi. Romanlarının başarısını doğal olarak ilgiyle ancak sessiz bir neşeyle izliyordu. Daha önce de söylediğimiz gibi, hayatı romanlarından ibaret değildi.

İkna’nın tamamlanmasının ardından bir kısmı değiştirilmişti. Bu esnada Jane Austen, hayatının sonuna yaklaşıyordu. 1816’da güçsüzleştiğini hissetmeye başlamıştı. Gelgelelim hastalığının ölümcül doğasının ne zaman farkına vardığı bilinmiyor. Yürüyüşleri kısalmıştı; artık yürüyüşe çıkamadığında bir eşeğin çektiği arabayla dolaşıyordu. Zamanla evdeki hareketliliği de son buldu, artık uzanmak zorundaydı. Evlerinde sadece bir tane kanepe vardı. Cowper’ın muhteşem şiirine konu olacak kadar nadir bulunan bu kanepe, o dönemde bir zenginlik göstergesiydi. Bu kanepede daima Jane’in annesi otururdu. Jane, annesi etrafta olmasa bile bu kanepeye oturmazdı. Bunun yerine sandalyeleri yan yana koyarak kendine bir koltuk yapar, kanepeden daha rahat hissediyormuş gibi davranırdı. Bu davranışının altında yatan sebep, neden böyle yaptığını açıklaması için Jane’i zorlayan küçük yeğeninin ağzının aranmasıyla ortaya çıkmıştı; eğer Jane kanepeyi kullanmak için herhangi bir eğilim gösterse annesi bir daha o kanepeyi kullanmaya çekinebilirdi. 1817 Mayıs’ında tıbbi yardım için Winchester’daki lojmana götürüldü. Hekim Bay Lyford umut dolu konuşmuştu fakat ortada umut namına hiçbir şey yoktu; artık güçlü ve berrak bir el yazısıyla yazamadığı bu mektup ise Jane’in son mektuplarından biridir:

Benim canım E’m, hastalığım boyunca gösterdiğin şefkat dolu ilgiye, kendimi iyi hisseder hissetmez sana kendim hakkında yazmaktan daha iyi bir teşekkür etme yolu yok. El yazımla övünmeyeceğim; ne el yazım ne de yüzüm güzelliğini geri kazanabildi. Buna karşın diğer yönlerden gücümü hızla kazanıyorum. Artık sabah dokuzdan akşam ona kadar yatağın dışında, kanepede5 oturuyorum. Durum böyle olsa da yemeklerimi Cassandra halanla makul bir ölçüde yiyip kendimi meşgul ediyor, bir odadan ötekine yürüyebiliyorum. Bay Lyford beni iyileştireceğini söylüyor. İyileştiremezse bir bildiri yazıp kilise yönetimine sunduğumda bu dindar, bilgili ve tarafsız kurumdan bir tazminat alacağımdan şüphem yok. Kaldığımız yer çok rahat. Kavisli çıkma penceresi Dr. Gabell’ın bahçesine bakan küçük, derli toplu bir çizim odamız var. Bana at arabalarını yollayan anne ve babanın nezaketi sayesinde cumartesi yaptığım yolculuk beni çok az yordu. Eğer hava güzel olsaydı hiç yorulmazdım; fakat Henry amcan ile William Knight amcanın nezaketlerinden ötürü yağmur boyunca at sırtında bize eşlik etmeleri beni üzdü. Yarın bizi ziyaret etmelerini bekliyor, gece de kalmalarını umuyoruz; kilisenin kabul ve tatil günü olan perşembe, Charles’ı kahvaltıya götüreceğiz. Zavallıcık, hasta odasında kaldığından bizi sadece bir kez ziyaret edebildi, ama bu akşam taburcu olmayı umuyor. Bayan Heathcote’u her gün görüyoruz. William da bizi yakında arar. Tanrı’ya emanet ol, benim canım E’m. Eğer bir gün hastalanırsan tıpkı benim gibi şefkatle bakım göresin. Endişelerinin azalmasını, duygularını paylaşan arkadaşlar edinmeni diliyorum ve en büyük hediye olan, senin de kesinlikle kazanacağını söylemeye cüret ettiğim, yakınlarının sevgisine layık olduğun bilincine sahip ol. Ben bunu hissettim.

Seni çok seven halan, J.A.
COLLEGE ST., WINTON, 27 Mayıs Salı.

Son mektubunda şu kelimeler yer almıştır: “Sadece canım ablamın, benim nazik, dikkatli, yorulmak bilmeyen hemşiremin sarf ettiği uğraş nedeniyle hastalanmadığımı söyleyeceğim. Ona ve sevgili ailemin bu durumda bana gösterdiği sonsuz şefkatin karşılığında borçlu olduklarıma gelince… Sadece ağlayabilir ve Tanrı’ya onları daha çok kutsaması için dua edebilirim.”

Bırakalım da hikâyenin geri kalanını Jane’in en sevdiği yeğeni anlatsın:

Hastalığı boyunca ablası ve sıklıkla ona yardımcı olan yengesi, yani annem tarafından bakıldı. Hayatını kaybettiğinde ikisi de yanındaydı. Erkek kardeşlerinden din adamı olan ikisi Winchester’a, Jane’i sıklıkla ziyaret edebilecek ve bir Hıristiyanın hasta yatağında gerçekleştirilen ritüelleri gerçekleştirebilecek kadar yakın yaşıyordu. Jane mektuplarında umut dolu bir dil kullansa da içinde bulunduğu tehlikenin farkındaydı. Ne var ki bu durum onu korkutmuyordu. Onu hayata bağlayan birçok şeyin olduğu doğru. Ailesiyle bir arada bulunmaktan mutluydu, başarısı nedeniyle özgüven sahibi olmaya daha yeni başlıyordu ve hiç şüphe yok ki muhteşem yeteneklerini kullanmaktan keyif alıyordu. Çok daha uzun yaşamaktan mutluluk duyabileceğini düşünebiliriz; fakat o, ölüme korkmadan ve şikâyet etmeden hazırlandı. Mütevazı, inançlı bir Hıristiyandı. Ömrü, herhangi bir övgü beklemeden, kişisel çıkar gözetmeden ev işleri ve ailevi ilişkilerle geçti. Sanki içgüdüsel olarak etki alanına giren herkese mutluluk aşılamaya çalışırdı. Şüphesiz, son günlerini huzur içinde geçirerek bunun ödülünü almıştır. Tatlı mizacı asla değişmedi. Onunla ilgilenenlere karşı her zaman düşünceli ve minnettardı. Bazı zamanlar kendini nispeten daha iyi hissediyordu; o anlarda şakacı ruhu canlanıyor, içinde bulundukları hüzne rağmen etrafındakileri eğlendiriyordu. Bir keresinde sona yaklaştığını hissettiğinde son sözleri olduğunu düşündüğü şeyleri söylemiş; yanında olduğu için yengesine özellikle teşekkür ederek, “Bana daima nazik bir kız kardeş oldun, Mary,” demişti. Kaçınılmaz son yaklaştığında ise hızla çökmüş, bir isteği olup olmadığını soran yakınlarına, “Ölüm haricinde hayır,” yanıtını vermişti. Bunlar son sözleriydi. 8 Temmuz 1817 sabahı, sükûnet ve huzurla son nefesini verdi.

Jane’in cenazesine sadece onu “çok seven ve onunla gurur duyan” ailesi katıldı. Hatta görünüşe göre Jane’e olan sevgileri, onunla duydukları gururu bile aşıyordu. Ölüm haberi Annual Register’da yer almadı. Winchester Katedrali’nde, kuzey patikasının ortalarına yakın, siyah mermer kaplama bir mezara gömüldü. Katedrali gezdiren kilise görevlisi, bir keresinde bir ziyaretçiye “mezarının yeri birçok kişi tarafından sorulan bu kadınla ilgili önemli bir şeyin olup olmadığını” sormuştur. Eğer bu görevli, bahsi geçen soruyu Jane Austen’ın mezarını arayanlara sormayı akıl edebilseydi birçoğu en büyük İngiliz edebiyatçıları arasında yer alan, azımsanmayacak kadarını ise ünlü siyatçilerin oluşturduğu ziyaretçilerin saygılarını sunmak üzere bu mütevazı mezarı ziyarete geldiğini öğrenebilirdi. Belki de siyasetçiler, kendi dertlerini yumuşatmayı başaran Jane Austen’a edebiyatçılardan daha fazla minnet duymaktaydı.

 

Böylesine bir yaşamdan beklenebileceği gibi Jane Austen’ın dünya görüşü samimi ve naziktir; bunun yanı sıra, kinizmden de tamamen uzak olduğunu tekrarlıyoruz. Keskin gözlü ve alaycı bir gözlemci olarak sevilmeyi hak edeni sevmiş, insanlığın zaaflarıyla, kendini kandırma eğilimiyle ve sahte tavırlarıyla kendini eğlendirmiştir. Kabalığa karşı neredeyse titizlik seviyesinde sert bir tutumu vardır. Bu sert tutumu Akıl ve Tutku’daki Bayan Jennings’inki gibi iyi huylu bir kabalığa değil, aynı romandaki Bayan Steele’in ruhunun kötülüğü ve küstahlığının birleşiminden çıkan kabalığa karşı yönelmiştir.

Mektuplar, daha önce söylendiği gibi hem biyografik hem genel açıdan ilgi çekici değildir. Konuları tamamen olaysız geçen bir hayatın önemsiz detayları üzerinedir. Mektuplarda bahsedilen insanların tarihte mezar taşlarında yazan isimlerinden başka bir kaydı yoktur. Aslına bakılacak olursa editörün hazırladığı sos, yemeğin kendisinden daha iyidir. Madam de Sévigné ve Horace Walpole tüm sanatlarını mektuplarına aktarmıştır. Jane Austen ise mektuplarına sanatından küçücük bir parça bile yansıtmamıştır. Mektup yazma sanatının yalnızca yazılan kimseye sözlü olarak ne söylenmek isteniyorsa onun kâğıtta ifade edilen yanına ilgi duyduğunu söylemiştir. “Bu mektubun tümünde seninle mümkün olduğunca hızlı konuştum.” Mektuplarında hâkim olan hava neşeli, alaycı ve hatta enerjiktir; bunlardan, yazarın hayatından gayet memnun, sevecen biri olduğunu ve etrafındakilerin sevgisinden mutluluk duyduğunu görebiliyoruz. Partilerden, balolardan ve her türden sosyal eğlenceden çokça bahsetmiştir, hepsinde kalbi canlılıkla çarpmaktadır. Fakat aynı zamanda eleştiriden de kaçınmamıştır. Kimi zaman dokunuşları serttir. “Bay Price’ın Deane’de yaşamasına pek olanak tanımıyorum; umudunu annesinin yazdıklarının üzerine değil, kendi yazdıklarının etkisi üzerine kurduğunu düşünüyorum. Huysuz ve dar görüşlü bir kadını sevmediği kişilere minnet duymak zorunda bırakmaya ikna edebileceğini iddia eden o gözlerden çok daha iyisini yazmak zorunda.” “Earle ile eşi Portsmouth’ta herhangi bir hizmetçileri olmadan, olabildiğince münzevi bir hayat sürüyor. Kadıncağız bu şartlar altında evlilik yaptığına göre ne kadar da muazzam, içten ve hakiki bir aşk duyuyor olmalı.” “Bayan T. beklediğim kadar güzel değil; yüzü tıpkı kardeşininki gibi tüysüz, yüz hatları da pek güzel değil; çok allık sürmüştü ve sessiz, aptallığıyla halinden memnun bir görüntüsü vardı.” “Dorsetshire’da Bayan Portman’a pek hayranlık duyulmuyor; iyi huylu bu dünya, Bayan Portman’ın güzelliğini öyle abartmıştı ki herkes hayal kırıklığına uğrama mutluluğuna erişmiş oldu.” “Bir kütüphaneye üye olması önerilen Bayan Martin, bana üye olacağı kütüphanede sadece roman olmaması gerektiğini söyledi. Kendisi bu iddialı lafı, harika bir roman okuru olan ve bundan çekinmeyen ailemizi iğnelemek amacıyla etmiş olabilir; fakat bu sözlerin asıl muhattabı, kendisinin sahip olduğu üyelerin yüzde ellilik bölümüdür.” “Bayan … epey telaşlı bir gelin olmuş olmalı; öyle bir tören düzenlemiş ki alçakgönüllülükte yeni bir sayfa açarak arsızlığı tahmin edilemez boyutlara ulaştırmış. Muhtemelen aklındaki tek şey ilgi çekebilmekti. Bu, kuracağı ailenin kaderinin kötü olacağına işaret ediyor; hiç akıllıca davranmıyor.” Yazar, bu mektupların yazıldıkları kişi haricinde biri tarafından okunması fikrinden çok korkuyor, ancak yine de alaycılıktan vazgeçemiyordu. Yengesinin ölümü gibi üzüntü verici bir konu hakkında yazması gerektiğinde duygularının güçlü olduğu ortada, ancak ifade etme biçimi oldukça ölçülü.

Jane Austen duygusallığa düşmandı. Duygusallığa duyduğu antipati, çalışmalarının tümünde mevcuttur. Bu antipati, Jane’in romantizmle gündelik hayatta, yani Bayan Radcliffe’in eserlerinin ve bunlarla beslenen insanların romantizmiyle karşılaşmasından kaynaklanmıştır. Rousseau tarzı bir romantizmle karşılaşmış olsaydı ne düşünürdü bilmiyoruz. Jane’in karakterinin somut temeli sağduyuydu, mükemmelliyet anlayışı ise kitaplarında yer alan, duygusal olmasına karşın duygularını tamamen kontrol altına alabilen kadın karakterlerde kendini göstermektedir. Buna karşın Jane, pek azı kontrol altına alınmış olsa da içten duyguları sevilesi buluyordu. Akıl ve Tutku’daki Marianne’in yönetemediği duyguları onu budalalığa sürüklese de içtenlikle dolu olduğu için sempatik bir karakterdir. Duygularının yoğunluğu da Jane’in kız kardeşine duyduğu sevgiyle örtüşüyor. Gelgelelim Jane için sahte hislere geçit yoktur. Sahte hislere duyduğu tiksintiyi kimi zaman aşırılığa kaçarak göstermiştir. İkna’da Richard Musgrove, ölümüne dek ailesinin umursamadığı, umursuyormuş gibi dahi davranmadığı değersiz bir gençti. Yine de Jane, bir annenin oğlunu kaybetmesinden duyduğu hüznü dışavurmasını saçma buluyor olmasına karşın asla küçümsemez; diğer yandan, yaşarken pek saygı duyulmayan bir kişinin ölümünden sonra yasının tutulmasının samimiyetsiz olduğunu ya da genç bir adamın yaptığı hataların anısının erken ve acınası ölümüyle silinemeyeceğini söylemek acımasızlık olurdu.

Jane Austen, doğanın dilinden anlıyordu; kendisinin de bu yeteneğinden hiç ama hiç şüphesi yoktu. Lyme’ın manzarasını ışıl ışıl bir dille aktarmıştır. İngiltere’nin dışına hiç çıkmamış biri olarak böyle bir yargıda bulunması pek mümkün görünmemesine karşın tam bir İngiliz kasabası olarak betimlediği manzaradan bahsederken mest olmuştur. Deniz onu derinden etkiliyordu, “denizi görmeye kim layık olursa denize yeniden kavuştuğunda durup şöylece bir bakmalıdır,” demiştir. Ne var ki manzaraya hayranlık duymak “yalnızca bir jargon halini almıştır”, Jane ise bundan kaçınmıştır. Karakterlerinden biri aracılığıyla güzel manzaraları sevdiğini, fakat sevgisinin pitoresk ilkelere yönelmediğini; çarpık ve kuru olanlardansa uzun ve canlı ağaçları, harabe kulübelerdense muntazam olanları, gözetleme kulelerindense sıcak çiftlik evlerini ve dünyanın en iyi haydutlarındansa mutlu ve düzenli köylüleri sevdiğini söylemiştir.

Söylenenlere göre Jane Austen ılımlı muhafazakârdı. Fikirleri ne olursa olsun ılımlı oldukları kesindi. Fransız Devrimi’y-le aynı dönemde, devletin resmen tanıdığı kilisede iki ayrı makama sahip bir rahibin kızı ılımlı muhafazakâr olmasaydı bu onun olağandışı özgür bir zihne sahip olduğunu gösterirdi. Jane’in Godwin Ekolü’ne bağlı bir radikal olmadığı kesin, çünkü tanıştığı bir adamdan “Bir Godwin müridinin olabileceği kadar rezil biriydi,” şeklinde bahsetmiştir. Buna karşın romanlarında siyasetten eser yoktur. Austen’ın Amerikan kolonilerinin ayaklanmasıyla başlayan, Napolyon’un düşüşüyle sonlanan yaşamının büyük devrimlere sahne olan bir döneme denk düştüğü göz önüne alınacak olursa gerek kitaplarında gerek romanlarında tüm bu tarihi olaylara bu denli az göndermede bulunmuş olması şaşırtıcıdır. Fransız göçmenlerine dair bir iki göndermede bulunmuş; ancak onunla aynı çatı altında yaşayan, eşi giyotinle idam edilmiş bir kuzeni olmasına rağmen Fransız Devrimi’nden hiç bahsetmemiştir. Trafalgar Savaşı’na ve Mısır seferine değinmiş; Mektuplar’da İngiliz ordusunun Corunna’dan geri çekilmesine ve Sör John Moore’un ölümüne göndermede bulunmuştur ancak bu konulara ilgisi yok denecek kadar azdır, duygusallıktan ise eser yoktur. Jane, Southey’in Nelson’ın Hayatı isimli kitabını, içinde kardeşi Frank’e dair bir şey olup olmadığını görmek için okuyacağını ifade etmiştir. Seferler ve ganimet ele geçirmek hakkında çok şey söylemiştir. Ne var ki seferlerden sanki sıradan bir işmiş gibi sakinlikle bahsetmiş;

ganimet ele geçirmeyi ise evlenmek isteyen bahriyeli beyefendilere servet, Jane Austen ve Mansfield Park’taki Fanny Price gibi bahriyeli kardeşi olan genç hanımlara sarı yakut yüzükler ve altın haçlar kazandıran bir şey olarak ele almıştır. Trafalgar Savaşı’yla birlikte Fransız istilası tehlikesi sona ermişti. İngiltere kırsalının neredeyse tümü muhafazakâr sosyetesi, tıpkı bir kasırganın rüzgârsız merkezinde yer alıyormuşçasına, Avrupa’yı sarsan fırtınanın ortasında kendi halinde sakinliğin tadını çıkarıyordu. Sör Thomas Bertram, devrim ateşinin kendi ülkesine sıçrama ihtimali üzerine ciddiyetle kafa yormamıştı. Dr. Grant’in tek korkusu, Akıl Tanrıçası’nın kilisenin yerini alması ya da sahip olduğu yaşamı elinden alması değil, akşam yemeğinde masada yeşil kaz servis edilmemesiydi.

4Giysi ve başlık yapımında kullanılan oldukça ince bir kumaş türü. (e.n.)
5Bu kanepe, Chawton’daki evinde bulunan değil, Winchester’da konakladıkları yerde bulunan kanepedir.
Бесплатный фрагмент закончился. Хотите читать дальше?
Купите 3 книги одновременно и выберите четвёртую в подарок!

Чтобы воспользоваться акцией, добавьте нужные книги в корзину. Сделать это можно на странице каждой книги, либо в общем списке:

  1. Нажмите на многоточие
    рядом с книгой
  2. Выберите пункт
    «Добавить в корзину»