Boğulmamak İçin

Текст
0
Отзывы
Читать фрагмент
Читайте только на ЛитРес!
Отметить прочитанной
Как читать книгу после покупки
  • Чтение только в Литрес «Читай!»
Шрифт:Меньше АаБольше Аа

İKİNCİ BÖLÜM

1

Kral Zog’un adını gördüğümde bir an hatırladığım dünya şu anda yaşadığım dünyadan o kadar farklıydı ki benim ona ait olduğuma inanmakta biraz zorluk çekebilirsiniz.

Sanırım bu zamana kadar zihninizde benimle ilgili bir resim oluştu; takma dişleri ve kırmızı suratı olan şişman, orta yaşlı bir adam ve bilinçaltınızda benim beşikte bile böyle olduğumu hayal ediyorsunuz. Ancak kırk beş yıl çok uzun bir süre ve bazı insanlar değişip gelişmese de bazıları gelişir ve değişir. Çok değiştim ben, inişlerim ve çıkışlarım oldu ama daha çok çıkışlarım oldu. İlginç gelebilir ama babam beni şu an görebilseydi benimle gurur duyardı. Oğullarından birinin motorlu bir arabaya sahip olup tuvaleti olan bir evde oturmasının harika bir şey olduğunu düşünürdü. Şimdi bile başladığım noktanın biraz üstündeyim ve savaştan önceki o eski günlerde asla hayal edemeyeceğim seviyelere ulaştım.

Savaştan önce! Bunu daha ne kadar söyleyeceğiz, merak ediyorum? Cevap ne zaman “hangi savaş” olacak? Benim durumumda insanların “savaştan önce” dedikleri zaman düşündükleri periler ülkesi Boer Savaşı’ndan önce olabilir. 93 yılında doğmuşum ve Boer Savaşı’nın başlangıcını hatırlayabiliyorum çünkü Peder ve Ezekiel amcanın konuyla ilgili en ön sırada yaptıkları kavgayı duymuştum. Ondan bir yıl öncesine denk gelen başka hatıralarım da oldu.

Hatırladığım ilk şey korunga samanının kokusu. Mutfaktan dükkâna giden taş geçide çıkardınız ve korunga kokusu, yol boyunca gittikçe güçlenirdi. Annem, Joe ve benim -Joe benim ağabeyimdi- dükkâna girmemizi önlemek için kapıya ahşap bir çit yerleştirmişti. Hâlâ orada parmaklıkları tutarak durduğumu ve korunganın kokusunun geçide ait nemli alçı kokusuna karıştığını hatırlıyorum. Yıllar sonra kimse yokken bir şekilde kapıyı kırıp dükkâna girmeyi başarmıştım. Aniden yemek depolarından birine giden bir fare yere düşüp ayaklarımın arasından koşmuştu. Una bulanmış ve oldukça beyazdı. Bu, ben yaklaşık altı yaşımdayken olmuş olmalı.

Çok gençken, uzun süre burnunuzun dibinde olan şeyleri aniden fark edersiniz. Sizinle ilgili olan şeyler, uykudan uyanır gibi birer birer aklınıza gelir. Örneğin bir köpeğimiz olduğunu aniden fark ettiğimde ancak dört yaşındaydım. İsmi Nailer olan köpek, eski bir beyaz İngiliz teriyeriydi. Onunla mutfak masasının altında tanıştık ve her ne kadar bize ait olduğunu ve isminin Nailer olduğunu o an öğrenmiş olsam da bir şekilde kaynaşmış gibiydik. Aynı şekilde, biraz önce, geçidin sonundaki kapının ötesinde korunga kokusunun geldiği bir yer olduğunu keşfettim. Aynı zamanda dükkânın kendisi, kocaman teraziler ve tahta ölçüler, teneke kürek ve penceredeki beyaz harfler, kafesindeki şakrak kuşu. Çoğu zaman karşıdan bakıldığında bile çok iyi göremezdiniz çünkü pencere hep tozluydu ama bütün bunlar, tıpkı bir yapbozun parçaları gibi teker teker aklımda yerine oturdu.

Zaman geçiyor ve gittikçe güçleniyorsun ve yavaş yavaş coğrafyayı da anlamaya başlıyorsun. Sanırım Aşağı Binfield, yaklaşık iki bin nüfuslu herhangi bir pazar kasabasıydı. Oxfordshire’daydı -fark ettiyseniz bu bölgeler hâlâ var ama ben geçmiş zaman gibi bahsediyorum onlardan- Thames’den yaklaşık beş mil ötede. Küçük bir vadiye uzanıyordu, kendisi ile Thames Nehri arasında alçak bir tepe dalgası ve arkasında yüksek tepeler vardı. Tepelerin üzerinde, aralarında sütunlu büyük beyaz bir ev görebileceğiniz, loş mavi kütlelerden oluşan ormanlar vardı. Burası Binfield Evi’ydi -herkes “salon” diyordu- ve dağın tepesi Yukarı Binfield olarak biliniyordu ancak orada köy yoktu ve yüzyıldan fazla süredir bulunmamıştı. Binfield Evi’nin varlığını fark ettiğimde neredeyse yedi yaşımdaydım. Çok küçükken çok uzak mesafelere bakmazsınız. Ama o zamana kadar, ortada pazar yeri ile kabaca bir haç şeklindeki şehrin her karışını biliyordum. Bizim dükkân pazar yerine varmadan biraz önce ana caddedeydi ve köşede yarım peniye bir tatlı alabileceğiniz Bayan Wheeler’ın tatlıcı dükkânı vardı. Wheeler Anne pasaklı ve yaşlı bir cadıydı, asla kanıtlanamamış olsa da boğanın gözlerini emip onları şişeye geri koyduğu söylenirdi. Daha ileride Abdulla sigaraları reklamının olduğu berber dükkânı vardı, üzerinde Mısırlı askerler var ve hâlâ aynı reklamı kullanıyorlar. Her yerde tütün ve defne içkisinin zengin kokusu. Evlerin arkasında bira fabrikasının bacalarını görebiliyordunuz.

Savaştan önce, özellikle Boer savaşından önce, tüm yıl mevsim yazdı. Bunun bir yanılsama olduğunun farkındayım. Sadece olayların benim hafızamda nasıl kaldığını size göstermeye çalışıyorum. Herhangi bir zamanda gözlerimi kapatıp, diyelim sekiz yaşımdan önce, Aşağı Binfield’i düşünsem orayı her zaman yaz havasında hatırlarım. Ya akşam yemeğinde pazar yeri, her şeyin üzerinde bir tür uykulu tozlu sessizlik, hamalın atının burnu çantasında mırıldanarak uzaklaşıyor ya da şehrin etrafındaki büyük yeşil sulu çayırlarda sıcak bir öğleden sonra ya da tarlaların arkasındaki alaca karanlığı, çitlerin arasında pipo tütünü ve gece stoklarının kokusunu hatırlıyorum. Ama bir bakıma farklı mevsimleri hatırlıyorum çünkü tüm anılarım yılın farklı zamanlarında değişen yiyeceklerle bağlantılı. Özellikle eskiden çitlerde bulduğunuz şeyler. Temmuzda böğürtlen vardı ama çok nadir bulunurlardı ve yaban mersinleri yenilecek kadar kızarmış olurdu. Eylülde yaban eriği ve fındık vardı. En iyi fındık ağacın en tepesindeydi. Daha sonra kayın fıstığı ve yaban elması vardı. Sonra yiyecek daha bir şey bulamadığın için yediğin bazı önemsiz yiyecekler vardı. Pekiyi olmasalar da alıç vardı ve tüylerini temizlerseniz güzel, keskin bir tadı olan kuşburnu. Melek otu yazın başında iyi olur, özellikle susadıysanız, bazı başka otların gövdeleri de öyle. Sonra bir de kuzukulağı var, ekmek ve tereyağıyla yemesi güzel oluyor, ceviz vardı ve ekşi bir tadı olan yonca. Evden çok uzaktaysan ve çok açsan muz tohumları bile hiç yoktan iyidir.

Joe benden iki yaş büyüktü. Çok küçükken annem, öğleden sonraları bizi yürüyüşe çıkarması için Katie Simmons’a haftada on sekiz sent ödüyordu. Katie’nin babası bir bira fabrikasında çalışıyordu ve on dört çocuğu vardı, bu yüzden aile her zaman acayip işlerde çalışıyorlardı. Joe yedi yaşındayken o sadece on ikiydi, bense beş yaşındaydım ve zekâ seviyesi bizimkinden çok da farklı değildi. Beni kolumdan tutar “Bebeğim!” derdi, bizim üzerimizde köpek arabaları tarafından ezilmemizi ya da boğalar tarafından kovalanmamızı engelleyecek kadar yetkiye sahipti ama konuşma becerilerine gelince eşit şartlardaydık. Şeritten aşağı, tahsisleri geçer, Roper’ın Mera’sı karşısından, içinde koltuklar ve minik sazanların olduğu bir göleti olan -Benle Joe biraz daha büyüdükten sonra buraya balık tutmaya giderdik- Mill Çiftliği’nden aşağıya, şehrin kenarındaki şekerleme dükkânını geçip Yukarı Binfield yolundan dönerek uzun, peş peşe yürüyüşler yapardık, tabii her seferinde yol boyunca bir şeyler toplayıp yerdik. Bu dükkân o kadar kötü bir konumdaydı ki onu alan herkes iflas etmişti ve benim bildiğim kadarıyla üç kez bir şekerci dükkânı, bir zamanlar bir bakkal ve bir de bisiklet tamircisi idi ama çocuklar için tuhaf bir cazibesi vardı. Paramız olmadığında bile burnumuzu cama yapıştırmak için o tarafa giderdik. Katie tatlısını asla paylaşmazdı. O günlerde çeyrek peniye bir şeyler satın alabilirdiniz. Şekerlerin çoğu bir kuruşta dört onstu ve hatta Cennet Karışımı denen bazı şeyler vardı, çoğu diğer şişelerden kırılmış şekerlemelerdi ki bu altı kuruştu. Sonra bir metre uzunluğunda olan ve yarım saat içinde bitirilemeyen Çeyrek Peni Sonzuluğu vardı. Şeker fareleri ve şeker domuzları sekiz kuruştu, meyan kökü tabancaları da öyle, büyük bir torba patlamış mısır yarım peniydi ve birkaç farklı türde şeker, bir altın yüzük ve bazen bir düdük içeren bir ödül paketi bir kuruştu. Bugünlerde o ödül paketlerinden yok artık. O zamanlar yediğimiz şekerlemelerin çoğu tedavülden kalktı. Üzerine sloganlar basılmış bir tür yassı beyaz tatlı vardı ve ayrıca oval bir kibrit kutusu içinde küçük bir teneke kaşıkla yenen, yarım kuruşa mal olan bir tür yapışkan pembe bir şey vardı. Bunların hepsi yok oldu. Caraway Comfits, çikolata pipoları ve şeker kibritleri ve hatta neredeyse hiç görmediğiniz Yüzlerce ve Binlerce de öyle. Yüzlerce ve Binlerce, sadece bir çeyrek peniniz varsa harika bir kurtarıcıydı. Peki ya Penny Canavarı? Bugünlerde bir Penny Canavarı görebilen var mı? Bu bir kuruşa alabileceğiniz koca bir şişe gazlı limonataydı ve savaşın çoktan öldürdüğü şeylerden biriydi.

Geriye baktığımda her zaman yaz gibiydi. Çevremde kendim kadar uzun otları ve topraktan gelen sıcaklığı hissedebiliyorum. Şeritteki toz ve ela dallarından gelen ılık yeşil ışığı da… Üçümüzü yolda giderken çalılardan bir şeyler koparıp yediğimizi görebiliyorum, Katie bir yandan kolumdan çekiştirip “Gelsene Bebeğim!” diyor ve arada Joe’ya sesleniyor: “Joe! Hemen buraya gel! Görürsün sen!” Joe kocaman bir kafası ve çok büyük baldırları olan iri yarı, her zaman tehlikeli şeyler yapan çocuklardandı. Yedi yaşında kısa pantolonlar giymeye başlamıştı bile, dizlerinin üzerine çekilen kalın siyah çoraplar ve o günlerde erkeklerin giymek zorunda kaldıkları büyük topak çizmeleri de vardı. Bense hâlâ fraklar içindeydim, annemin benim için yaptığı bir tür Felemenk önlüğü. Katie, büyük abladan kız kardeşe kalan bir yetişkin elbisesinin korkunç bir parodisini giyerdi. Arkasından atkuyrukları sarkan gülünç, büyük bir şapkası, yerde sürüklenen uzun, sürüklenmiş bir eteği ve düğmeli, topuklu botları vardı. Minicik bir kızdı, Joe’dan birazcık daha uzun ama çocuklara bakacak kadar büyük. Öyle bir ailede bir çocuk, sütten kesilir kesilmez diğer çocuklara “bakmaya” başlar. Bazen yetişkin bir kadın gibi olmaya çalışırdı ve sözünü bir atasözüyle kesmek gibi bir yolu vardı ki bu ona göre cevaplanamaz bir şeydi. “Umurumda değil.” desen, hemen cevap verirdi:

 
“Umursama umursamak için yapıldı,
Umursama önce asıldı,
Sonra bir tencereye kondu
Ve bitene kadar kaynatıldı.”
 

Ya da ona kötü bir söz söylediğinizde, “Kötü söz sahibinindir.” ya da kendinizi bir şey sandığınızda, “Fazla gurur insanın gözünü kör eder.” derdi. Bir gün, bir asker gibi davranıyor ve kasılarak yürüyordum ki bir goblenin içine düştüm, böylece söylediği benim de başıma gelmiş oldu. Ailesi, bira fabrikasının arkasındaki gecekondu mahallesinde bir yerde, küçük pis bir fare deliğinde yaşıyordu. İçerisi çocuk kaynıyordu. Bütün aile, o günlerde yapılması oldukça kolay olan okula gitmekten kaçınmayı başarmıştı ve yürümeyi öğrenmeye başladıkları andan itibaren ayak işleri ve daha başka bir sürü garip işler yapmaya başlamışlardı. Ağabeylerden biri, bir cep saati çalmaktan bir ay tutuklandı. Bir yıl sonra Joe sekiz yaşına gelip artık bir kızın baş edemeyeceği kadar hırçın olmaya başlayınca kızcağız bizi yürüyüşlere götürmeyi bıraktı. Bizimki Katie’nin evinde beş kişinin bir yatakta yattığını öğrenmiş ve bu konuyla ilgili onu deli edene kadar alay etmişti.

 

Zavallı Katie! İlk çocuk sahibi olduğunda on beş yaşındaydı. Kimse bebeğin babasının kim olduğunu bilmiyordu ve muhtemelen Katie kendisi de pek emin değildi. Çoğu bebeğin kardeşlerinden birinden olduğuna inanıyordu. Islahevi çalışanları bebeği aldı ve Katie Walton’da hizmete girdi. Bir süre sonra bir tamirciyle evlendi ki bu onun ailesinin standardının bile altındaydı. Onu en son 1913’te gördüm. Walton’da bisikletle dolaşıyordum ve demir yolu hattının yanındaki etrafı fıçı tahtası çitlerle çevrili, yılın bazı dönemlerinde polisten kaytaran Çingenelerin kamp yaptığı o korkunç tahta kulübelerden geçtim. Saçları birbirine karışmış, soluk yüzlü ve en az elli yaşlarında yaşlı, çirkin, buruşuk bir kadın kulübelerden birinden çıktı ve bir bez paspası silkelemeye başladı. Bu, en fazla yirmi yedi yaşlarında olması gereken Katie’di.

2

Perşembe günleri pazar kurulurdu. Kabak gibi yuvarlak kırmızı yüzleri ve kirli önlükleriyle, ellerinde uzun sopaları ve kuru inek gübresi ile kaplı kocaman çizmeleriyle kasabadan gelen adamlar sabahın erken saatlerinde hayvanlarını pazara sürerlerdi. Saatler süren korkunç bir gürültü olurdu: Havlayan köpekler, ciyaklayan domuzlar, kırbaçlarını kırıp küfür ederek ezilmekten kurtulmak isteyen esnaf minibüslerindeki çocuklar ve bağıran öküzlere sopalar fırlatan birileri… En büyük gürültü, pazara bir boğa getirilince olurdu. O yaşta bile aslında boğaların sadece huzur içinde ahırlarına gitmek isteyen zararsız, kurallara uyan hayvanlar olduğunu fark etmiştim ama bir boğa kasabanın yarısı tarafından kovalanmadığı sürece gerçek bir boğa sayılmıyordu. Bazen dehşete düşmüş bir hayvan, genellikle tam büyümemiş bir düve gevşerdi, herifler hemen bir ara sokakta hücum ederdi, sonra yolun ortasında bir tanesi durur, bir yel değirmeninin yelkenleri gibi kollarını geriye doğru sallar, “Huu! Huu!” diye bağırırdı. Bu hareket, güya hayvan üzerinde bir tür hipnotik etki bırakacaktı ancak kesinlikle onları korkutuyordu.

Sabahın ilerleyen saatlerinde bazı çiftçiler dükkâna gelir, tohumları parmaklarıyla incelerdi. Aslında babam çiftçilerle çok az iş yaptı çünkü panelvanı yoktu ve veresiye mal verebilecek durumda değildi. Çoğunlukla, tüccarların atları için küçük çaplı işler veya kümes hayvanları yemi sattı. Değirmen Çiftliği’nden, gri çene sakallı cimri, yaşlı bir piç olan ihtiyar Brewer, yarım saat boyunca orada durur, tavuk mısır örneklerini parmaklar ve çaktırmadan cebine biraz atardı ve elbette sonunda hiçbir şey satın almadan çıkardı. Akşamları barlar sarhoş adamlarla doluydu. O günlerde bira iki peni bir pint ederdi ve günümüzdeki biranın aksine tadı tuzu vardı. Boer Savaşı boyunca orduya asker alan çavuş, her perşembe ve cumartesi gecesi iki dirhem bir çekirdek giyinir, George’un barında özgürce parasını harcardı. Bazen ertesi sabah onu, gözü göremeyecek kadar sarhoş olduğu bir anda paralarını alan ve sabah dışarı çıkmasının yirmi paunda mal olacağını fark eden, koyun gibi, kırmızı suratlı bir çiftçi çocuğunun arkasında görürdünüz. İnsanlar geçip gittiklerini gördüklerinde sanki bir cenaze töreniymiş gibi kapılarında durur ve başlarını sallarlardı. “İşe bak! Çavuş olmuş bir de! Düşünsenize! Böyle gencecik bir adam!” Onları şoke ediyordu bu. Onların gözünde birinin askere alınması, bir kızın sokaklara düşmesiyle aynı şeydi. Savaşa ve orduya karşı tavırları çok ilginçti. Kızıl ceketlilerin yeryüzünün pisliği olduğu ve orduya katılan herkesin içkiden ölüp cehenneme gideceğine dair eski güzel İngiliz fikirlerine sahiptiler. Ama aynı zamanda iyi vatanseverlerdi, pencerelerine Union Jacks yapıştırırlar ve İngilizlerin savaşta asla yenilmediğini ve asla yenilmeyeceğini bir inanç olarak kabul ederlerdi. O zamanlar herkes, Anglikan Protestanları bile ince kırmızı çizgi ve uzaktaki savaş alanında ölen asker çocuk hakkında duygusal şarkılar söylerdi. Bu askerlerin her zaman “uçan mermi ve bombalardan” öldüklerini hatırlıyorum. Bu bir çocuk olarak kafamı karıştırırdı. Mermiyi anlayabiliyordum ama havada uçuşan buruşuk top mermileri zihnimde tuhaf bir resim oluştururdu. Mafeking kurtarıldığında insanlar neredeyse çatıdan bağırıyorlardı ve bu insanların Boerların bebekleri havaya fırlatıp süngüleriyle eğdiklerine dair hikâyelere inandıkları zamanlar da olmuştu. Yaşlı Brewer çocukların arkasından “Krooger!” diye bağırıp dalga geçmelerinden o kadar bıkmıştı ki savaşın sonlarına doğru sakallarını tıraş etti. İnsanların Hükûmet’e karşı tavırları da aynıydı. Hepsi çok sadık İngilizlerdi; Victoria’nın gelmiş geçmiş en iyi kraliçe olduğuna, yabancılarınsa pislik olduklarına yemin ederlerdi ama aynı zamanda kimse vergi ödemeyi düşünmez, hileyle atlatmanın bir yolunu bulabilseler köpek ruhsatı bile almak istemezlerdi.

Savaştan önce ve sonra Aşağı Binfield liberal bir seçim bölgesiydi. Savaş sırasında Muhafazakârların kazandığı bir ara seçim oldu. Yaşım mevzuyu tam kavrayacak kadar büyük değildi, tek bildiğim mavi flamaları kırmızılardan daha çok sevdiğim için bir Liberaldim ve bunu da özellikle George’un önündeki kaldırıma burnunun üstüne düşen sarhoş adam sayesinde hatırlıyorum. O anki genel heyecanın arasında kimse onu fark etmedi ve adamcağız orada güneşin altında, sağında solunda kanlar kuruyup morarana kadar saatlerce kaldı. 1906 seçimleri geldiğinde, meseleyi az çok anlayacak kadar büyümüştüm, bu sefer Liberaldim çünkü diğer herkes öyleydi. İnsanlar Muhafazakâr adayı yarım mil kadar kovalayıp onu su mercimeği dolu bir gölete attı. O günlerde herkes politikayı çok ciddiye alırdı. Seçimden haftalar önce çürük yumurtaları depolamaya başlarlardı.

Ben çok küçükken, Boer Savaşı patlak verdiğinde, Baba ve Ezekiel amca arasında olan büyük tartışmayı hatırlıyorum. Ezekiel amca ana caddenin ara sokaklarından birinde küçük bir çizme dükkânına sahipti, bir süre de dikim yaptı. Küçük bir işti bu ve gitgide küçülüyordu ama bu Ezekiel amca için çok önemli değildi çünkü evli değildi. Babamın üvey kardeşiydi ve ondan bayağı büyüktü, en az yirmi yaş ve onu tanıdığım sürece, neredeyse bir on beş yıl kadar hep aynı görünüyordu. Yakışıklı, yaşlı bir adamdı; oldukça uzun, beyaz saçları ve gördüğüm en beyaz bıyıklara sahipti, deve dikeni kadar beyaz. Kendine has bir şekilde deri önlüğünü tokatlar ve çok dik dururdu, fazla eğilmekten kaynaklanan bir tepkiydi herhâlde bu, sonra sonunda bir tür hayaletimsi bir kıkırdamayla fikirlerini doğrudan yüzünüze haykırırdı. O, gerçek bir on dokuzuncu yüzyıl liberaliydi, sadece Gladstone’un 78’de ne dediğini sormakla kalmayıp yanıtı da söyleyebilecek türden ve Aşağı Binfield’de savaş süresince baştan sona aynı fikirlere bağlı kalan çok az insandan biriydi. Sürekli Joe Chamberlain’i ve “Park Lane ayaktakımı” olarak bahsettiği bazı insan çetelerini suçlardı. Onu şu an babamla tartışırken duyabiliyorum; “Onlar ve uzaktaki İmparatorlukları! Bana onları anlatma. Ha-ha-ha!” Sonra babamın sesi, sessiz, kaygılı, vicdanlı bir ses ona beyaz adamın vazifesini ve Boerlerin bugünlerde utanç verici şekilde muamele ettiği zavallı siyahlara karşı görevlerini hatırlatırdı. Ezekiel amcanın babama Boer yanlısı ve küçük İngiltereli olduğunu söyledikten sonra yaklaşık bir hafta boyunca pek konuşmadılar. Vahşet hikâyeleri başladığında başka bir tartışma yaşadılar. Duyduğu hikâyeler babamı çok endişelendirmişti ve bu konuyu Ezekiel amca ile konuşmak istiyordu. Küçük İngiliz olsun veya olmasınlar, kesinlikle bu Boercilerin bebekleri havaya fırlatıp süngüleriyle yakalamalarını doğru bulamazdı, bunlar altı üstü siyahi bebekler olsalar bile. Ama Ezekiel amca ancak kahkahalar atardı. Babam her şeyi yanlış anlamıştı. Bebekleri fırlatanlar Boerler değil İngiliz askeriydi! Göstermek için sürekli beni kolumdan tutuyordu, ben daha ancak beş yaşlarındayım; “Havaya atıp kurbağa gibi şişlemek diyorum sana! Aynı benim bu ufaklığı fırlatmam gibi!” Sonra beni alır havaya fırlatır, bense o esnada havada uçtuğum ve bir süngünün ucuna düştüğümün canlı resmini hayal ederdim. Babam Ezekiel amcadan oldukça farklıydı. Dedelerim hakkında pek fazla bilgim yok, ben doğmadan ölmüşlerdi, tek bildiğim büyükbabamın bir ayakkabıcı olduğu ve ilerleyen yaşlarında bir tohumcunun dul eşiyle evlendiğiydi ki zaten biz de dükkâna bu şekilde sahip olmuştuk. Babama pek yakışmayan bir işti ama işi en ince ayrıntısına kadar biliyordu ve sürekli çalışıyordu. Pazar günleri ve çok nadiren hafta içi akşamları dışında onu ellerinin arkasında, yüz hatlarında ve saçından geriye kalan yerlerine un bulaşmamış hâlde hiç hatırlamıyorum. Otuzlu yaşlarında evlenmiş ve ben onu kırklarında hatırlıyorum. Minyon bir adamdı, kır saçlı, sessiz, ufak tefek bir adam. Her zaman gömlek kollu ve beyaz önlüklüydü ve dükkândaki un yüzünden üstü başı hep tozlu görünürdü. Yuvarlak bir kafası, küt bir burnu, oldukça gür bir bıyığı, gözlükleri ve tereyağı renginde saçları vardı, benimkiyle aynı renkti ama çoğu dökülmüştü ve hep tozluydu. Büyükbabam vefat eden tohumcunun dul eşiyle evlenerek durumu düzeltmişti ve babamı çiftçi ve tüccar çocuklarının okuduğu Walton Gramer okulunda okutmuştu. Amcamsa hiç okula gitmeyip okuma yazmayı kendi kendine işten arta kalan zamanlarda mum ışığında öğrendiğini anlatır durur, sürekli bununla övünürdü. Ama babamdan çok daha hızlı zekâlı bir adamdı, herkesle tartışabilir, Carlyle veya Spencer’dan uzun uzun alıntılar yapabilirdi. Babamın zihni yavaş çalışıyordu, onun tabiriyle asla “okul eğitimine” alışmamıştı ve İngilizcesi hiç iyi değildi. Dinlendiği tek zaman olan pazar akşamları, salondaki şöminenin yanına yerleşir, “okuma saati” dediği süreyi pazar gazetesini okuyarak geçirirdi. En sevdiği gazete The People’dı, annemse Dünya Haberlerini tercih ederdi çünkü onda daha fazla cinayet haberi vardı. Onları şu an hatırlayabiliyorum. Bir pazar öğleden sonra, mevsim yaz, tabii ki her zaman yazdı, havada uçuşan domuz eti ve yeşillik kokusu, annem şöminenin bir tarafında son cinayeti okuyor ama ağzı açık, yavaş yavaş uykuya dalıyor, diğer yandan terlikleri ve gözlükleriyle babam gözlerini bahçelerde dolaştırıyor. Yazın o yumuşak dokusu her tarafı sarmış; penceredeki sardunya, bir yerlerde bir sığırcık soğanı ve B.O.P. ile masanın altında ben, masa örtüsü çadırmış gibi davranıyorum. Sonra, çay içerken babam bir yandan turp ve taze soğan çiğner, okuduğu şeyler hakkında düşünceli bir şekilde konuşurdu. Yangınlar, batan gemiler ve yüksek sosyetedeki skandallar, yeni uçan makineler ve Kızıldeniz’de bir balina tarafından yutulan ve üç gün sonra canlı bulunan ama balinanın mide suyuyla beyazlaşan adam. (Bu adamın hâlâ pazar gazetelerinde üç yılda bir ortaya çıktığını fark ediyorum.) Babam her zaman bu hikâyeye ve yeni uçan makinelere biraz şüpheyle yaklaşırdı, yoksa okuduğu her şeye inanırdı. 1909’a kadar Aşağı Binfield’de kimse insanların uçmayı öğreneceğine inanmıyordu. Resmî doktrin şuydu: Tanrı bizim uçmamızı isteseydi, bize kanat verirdi. Ezekiel amca, Tanrı bizim arabaya binmemizi isteseydi, bize tekerlekler verirdi cevabını vermeden edemezdi ancak o bile yeni uçan makinelere inanmazdı.

Sadece pazar öğleden sonraları ve belki de haftada bir akşam George’a uğrardı babam, kalan tüm zamanlarda çalışırdı. Aslında yapacak çok şey yoktu ama o her zaman meşguldü, ya bahçenin arkasındaki çatı katında çuval ve balyalarla ya da dükkândaki tezgâhın arkasındaki küçük tozlu delikle uğraşır, kütük bir kalemle deftere hesap kitap yazardı. Çok dürüst ve çok yardımsever bir adamdı, iyilik etmek ve kimseyi dolandırmamak konusunda çok titizdi ki bu o günlerde bile iş hayatına atılmanın en iyi yolu değildi. Örneğin bir posta müdürü veya bir taşra istasyonunda şeflik gibi küçük resmî bir işe daha uygun olabilirdi. Ama ne borçlanıp işi genişletecek cesareti ne de yeni satış hatları düşünecek hayal gücü vardı. Gösterebildiği tek yaratıcılık örneği olan kafes kuşları için yeni bir yem karışımı icat etmek de -beş mil yarıçapındaki bir bölgede ünlü olan bu karışım, Bowling Karışımı adıyla biliniyordu- aslında Ezekiel amcanın fikriydi. Ezekiel amca biraz kuş meraklısıydı ve küçük karanlık dükkânında bir sürü saka kuşu besliyordu. Kafes kuşlarının beslenmelerindeki çeşitsizlikten dolayı renklerini kaybettiklerine dair bir teorisi vardı. Dükkânın arkasındaki bahçede babamın tel örgü altında yirmi çeşit ot yetiştirdiği küçük bir arsa vardı, onları kurutur ve tohumlarını sıradan kanarya tohumlarıyla karıştırırdı. Dükkân camında asılı duran şakrak kuşu Jackie sözde Bowling Karışımı’nın reklamı olacaktı. Kuşkusuz, kafesteki çoğu şakrak kuşunun aksine Jackie asla siyaha dönmedi.

 

Annemi bildim bileli şişmandı. Hipofiz yetmezliğim ya da beni şişmanlatan her neyse kesin annemden bana miras kalmıştı.

İri bir kadındı, babamdan biraz uzundu, saçlarıysa onunkinden açık. Koyu renk şeyler giymeyi severdi ama pazar günleri hariç onu asla önlüksüz hatırlamıyorum. Yemek yapmadığı bir an hatırlamıyorum desem abartmış olmam. Geriye bakınca insanoğlunun hep bir yerde ve belirli karakteristik tavırlarda sabit olduğunu görürsünüz. Geçmişe dönünce sanki hep aynı şeyleri yapmışlar gibi geliyor. Ne zaman babamı düşünsem onu tezgâhın arkasında yağlı saçlarıyla deftere bir şeyler karalarken hatırladığım ve Ezekiel amcayı hayaletimsi beyaz bıyıklarıyla ayakta dikilip deri önlüğüne vuruşuyla hatırladığım gibi annemi de mutfak masasında elleri kolları una bulanmış vaziyette hamur açarken hatırlarım.

O günlerdeki mutfakları bilirsiniz. Kocaman, karanlık ve alçak tavanlı; tavanda büyük bir kiriş, altında taş bir zemin ve kiler var. Her şey kocamandı ya da çocukken bana öyle geliyordu. Musluğu olmayıp, demir pompası olan devasa taş lavabo, bir duvarı kaplayan ve tavana kadar uzanan şifonyer, ayda yarım ton yakıt ve Allah bilir ne kadar grafit yakan devasa bir ocak. Masada koca bir hamur parçası açan annem. Etrafta emekleyen, yakacak odun demetleri, kömür yığınları ve tenekeden böcek kapanlarıyla -her köşede bir tane olurdu ve tuzak olarak bira koyardık- uğraşan ve ara ara masaya gelip bir parça yiyecek otlanmaya çalışan ben. Annem yemek saatinden önce atıştırma fikrine karşıydı. Genelde hep aynı cevabı duyardım; “Hemen buradan uzaklaş! Akşam yemeğini mahvetmene izin vermeyeceğim. Gözün midenden daha aç.” Ancak çok nadiren de olsa zar gibi, şekerli bir dilim kesip verdiği olurdu.

Annemi hamur açarken izlemek hoşuma giderdi. İşinin ehli birini izlemek her zaman büyüleyicidir. Bir kadını, yani çok iyi yemek yapmasını bilen bir kadını, hamur açarken izleyin. Kutsal bir ayini kutlayan rahibeler gibi tuhaf, ciddi, içe dönük, tatmin edici bir havası vardır. Tabii o anda kendi zihninde tam olarak öyledir. Annemin, genelde unla kaplı, kalın, pembe, güçlü kolları vardı. Yemek yaparken tüm hareketleri mükemmel biçimde hassas ve sabitti. Onun elinde yumurta çırpma teli, kıyma makineleri ve oklavalar tam olarak yapmaları gerekeni yaparlardı. Onu yemek yaparken gördüğünüzde tam da ait olduğu dünyada, iyi bildiği şeylerin arasında olduğunu anlardınız. Pazar günleri okuduğu gazete ve ara sıra yaptığı ufak tefek dedikodular dışında dış dünya onun için yok sayılırdı. Babamdan daha rahat okuyabildiği ve onun aksine eskiden kısa romanlar da okumuş olduğu hâlde inanılmaz bir şekilde cahildi. Bunu on yaşımdayken bile fark etmiştim. Tabii ki de size İrlanda’nın İngiltere’nin doğusunda mı batısında mı olduğunu söyleyemezdi hatta Büyük Savaş başlayana kadar başbakanın kim olduğunun bile farkında olduğundan şüpheliyim. Dahası, bu tür şeyleri öğrenmekle ilgili en ufak bir isteği yoktu. Sonraları doğu ülkeleriyle ilgili okumaya başladığımda onların çok eşli evlilikler yaptıklarını ve kadınların üzerlerine nöbetçi dikilen siyah hadımlarla kapatıldığı gizli haremlerin olduğunu öğrendiğimde, annem bunları duysa şok olur diye düşünmüştüm. Onu duyar gibiyim; “Eee, şimdi de kadınları hapsetmek mi çıktı! Bu kimin FİKRİ acaba!” Tabii harem ağasının ne olduğunu da bilmiyordu. Ancak gerçekte hayatını bir harem dairesi kadar küçük ve kapalı bir alanda yaşıyordu. Bizim evin içinde bile hiç adım atmadığı yerler vardı. Bahçenin arkasındaki çatı katına hiç gitmemişti ve dükkâna nadiren uğrardı. Onu bir müşteriye hizmet ederken hatırladığımı hiç sanmıyorum. Neyin ne olduğunu bilmezdi ve una dönüştürülmeden buğday ve yulaf arasındaki farkı bile bilemezdi. Niye bilsin ki? Dükkân babamın işiydi, “erkek işiydi” ve hatta işin para kısmını bile çok merak etmiyordu. Onun işi, “kadın işiydi”, evi çekip çevirmek, yemek yapıp çocuklara bakmaktı. Babamı veya başka bir erkeği düğme dikerken görse sevinçten çılgına dönerdi.

Yemekler falan zamanında yapıldığı sürece bizimki her şeyin saat gibi işlediği o evlerden biriydi. Ya da yok, saat düzeneği gibi demeyelim, bu çok mekanik geliyor kulağa. Daha çok doğal bir süreçti. Ertesi sabah güneşin doğacağını bildiğin gibi her sabah kahvaltının masada hazır olacağını da bilirdin. Annem hayatı boyunca dokuzda yatıp sabah beşte uyandı ve belli etmese de geç saatlere kadar uyumanın kötü olduğunu düşünürdü; sanki yozlaşmışlık, yabancılık veya aristokrasiyi çağrıştırıyordu. Her ne kadar Katie Simmons’a ben ve Joe’yu yürüyüşe çıkarıp gezdirmesi için para verse de ev işlerinde ona yardım edecek bir kadın alma fikrine asla sıcak bakmazdı. Parayla temizlik yapacak kadının tozu kiri halının altına süpüreceğine dair sarsılmaz bir inancı vardı. Yemeklerim her zaman tam vaktinde hazırdı. Öncesi ve sonrasında dualar edilen, zarafetle sunulan muazzam yemekler; haşlanmış dana eti, köfte, biftek, Yorkshire, haşlanmış koyun eti ve kapari, domuz kafası, elmalı turta, benekli köpek ve reçel dolgulu tatlılar. Çocuk yetiştirme konusundaki fikirlerin hızla modaları geçse de çoğu hâlâ geçerliydi. Teoride çocuklar hâlâ dayak yiyor, aç karnına uyutulabiliyorlardı ve eğer sesli yemek yer, ağzınızı çok doldurur ya da “sizin için iyi” olan bir şeyi yemeyi reddeder, “karşılık verirse” masadan gönderilme ihtimali vardı. Pratikte ailemizde disiplin çok yoktu ve annem babamdan daha katıydı. Babam sık sık “Dayak cennetten çıkmadır.” dese de bize karşı çok daha zayıftı, özellikle en başından beri çetin ceviz olan Joe‘ya karşı. Sürekli Joe’ya iyi bir sopa “atacağını” söylerdi ve şu an yalan olduğunu anladığım babasının deri bir kayışla attığı korkunç darbeler hakkında hikâyeler anlatır dururdu. Joe on iki yaşına geldiğinde annemin onu zapt edemeyeceği kadar irileşmişti ve artık herkes ondan elini çekti.

O zamanlar ebeveynlerin tüm gün boyunca çocuklarına “Yapma!” demesi uygundu. Oğlunu sigara içerken, elma çalarken ya da kuş yuvalarını bozarken yakalarsa “hayatını mahvedeceğini” söyleyen adamları her yerde duyardınız. Bazı ailelerde bu dayak atmalar gerçek manada oluyordu. Saraçlık yapan ihtiyar Lovegrove, on beş ve on altı yaşlarındaki iki oğlunu bahçede sigara içerken yakaladı bir gün ve tüm kasabanın her yerinden duyulabilecek şekilde onları fena dövdü. Lovegrove çok fazla sigara içiyordu. Dayak hiç işe yaramıyor gibiydi çünkü tüm çocuklar elma çalmaya, kuş kafeslerini talan etmeye devam etti ve önünde sonunda sigaraya başladılar ama çocuklara sert davranılması gerektiği fikri hâlâ ortalıkta dolaşıyordu. Pratikte yapmaya değer her şey teorik olarak yasaktı. Anneme göre bir erkek çocuğunun yapmak istediği her şey “tehlikeli” denebilirdi. Yüzmek tehlikeliydi, ağaçlara tırmanmak tehlikeliydi, aynı şekilde kaymak, kar topu oynamak, el arabalarının arkasına asılmak, mancınık ve füze atmak hatta balık tutmak bile. Nailer, iki kedi ve şakrak kuşu Jackie hariç tüm hayvanlar tehlikeliydi. Her hayvanın size saldırmak için kendine özgü yöntemleri vardı. Atlar teper, yarasalar saçınıza girer, kulağakaçan böcekleri kulaklarınıza girer, kuğular kanat çırpışlarıyla bacağınızı kırar, boğalar fırlatır atar ve yılanlar “sokar”dı. Anneme göre tüm yılanlar sokardı ve bir penilik ansiklopediden aslında sokmadıklarını, ısırdıklarını okuduğumda bana sadece büyüklerime karşılık vermemem gerektiğini söyledi. Kertenkeleler, yavaş solucanlar, kara ve su kurbağaları ve semenderler de sokardı. Sinekler ve siyah böcekler hariç tüm böcekler sokar. Evde yediğiniz yemeklerin dışında hemen hemen tüm yiyecekler ya zehirliydi ya da “size iyi gelmez”denirdi. Çiğ patatesler ve manavdan satın almadığınız sürece mantarlar zehirliydi. Çiğ bektaşi üzümü yerseniz kolik olurdunuz ve çiğ ahududu ciltte kızarıklık yapardı. Yemekten sonra banyo yapılırsa kramptan ölürdünüz, başparmağınız ve işaret parmağınız arasını keserseniz çeneniz kitlenirdi ve ellerinizi yumurta kaynatılmış suda yıkadıysanız siğilleriniz olurdu. Neredeyse dükkândaki her şey zehirliydi, bu yüzden annem girişe kapı koymuştu. Yaş pasta zehirliydi, tavuk mısır da öyle, hardal tohumu ve Karswood kümes hayvanı baharatı da. Tatlı zararlıydı ve öğün arası atıştırmak da iyi değildi ancak ilginçtir ki annemin öğün aralarında yememize izin verdiği şeyler vardı. Erik reçeli yaparken tepede biriken şurup kısmından yememize izin verirdi, biz de karnımız ağrıyana kadar yerdik. Neredeyse dünyadaki her şey, ya zehirli ya da tehlikeliyken bazı şeylerin gizemli erdemleri vardı. Çiğ soğan her şeye şifaydı. Boğazın şiştiyse boyna sarılan bir çorap şifaydı. Bir köpeğin içme suyundaki kükürt tonik görevi görürdü, yaşlı Nailer’ın kapı arkasındaki kâsesinin içinde bir parça kükürt yıllarca orada durdu ve hiç çözülmedi.

Бесплатный фрагмент закончился. Хотите читать дальше?
Купите 3 книги одновременно и выберите четвёртую в подарок!

Чтобы воспользоваться акцией, добавьте нужные книги в корзину. Сделать это можно на странице каждой книги, либо в общем списке:

  1. Нажмите на многоточие
    рядом с книгой
  2. Выберите пункт
    «Добавить в корзину»