Sahiplenilmiş

Текст
Из серии: Vampır Mektupları #6
0
Отзывы
Читать фрагмент
Отметить прочитанной
Как читать книгу после покупки
Шрифт:Меньше АаБольше Аа

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Caitlin lahitin içinde doğrularak oturdu ve önündeki adama gözlerini dikti. Onu bir yerlerden tanıdığını biliyordu ama nereden olduğunu çıkaramıyordu. Büyük, kahverengi, kaygılı gözlerine; mükemmel keskin hatları olan yüzüne, elmacık kemiklerine, pürüzsüz tenine, yoğun, dalgalı saçlarına uzun uzun baktı. Göz kamaştırıcıydı ve kendisiyle ne kadar ilgilendiğini görebiliyordu. Derinlerde bir yerde, onun kendisi için önemli biri olduğunu hissetti, ama kim olduğunu hatırlayamıyordu.

Caitlin avcunun içinde ıslak bir şey hissetti ve aşağı bakınca orada bir kurdun oturduğunu ve avucunu yaladığını gördü. Kurdun ona karşı ne kadar şefkatli olduğuna şaşırmıştı, sanki kendisini çok uzun zamandır tanıyordu. Çok güzel beyaz bir kürkü vardı ve başının ortasından sırtına doğru tek gri bir çizgi uzanıyordu. Caitlin, bu hayvanı da tanıdığını hissetti ve sanki hayatının bir noktasında onunla yakın bir bağlantısı olmuştu.

Ama ne kadar denerse denesin bunun nasıl olduğunu hatırlayamadı.

Odanın etrafına bakındı, hafızasını canlandırabilir umuduyla çevresini incelemeye çalıştı. Oda yavaş yavaş belirginleşiyordu. Loştu, yalnızca bir meşaleyle aydınlatılıyordu. Uzakta lahitlerle dolu bitişik odaların olduğunu gördü. Odanın alçak, kemerli bir tavanı vardı ve taşlar oldukça eski görünüyordu. Ölülerin gömüldüğü kilise mahzenine benziyordu. Buraya nasıl gelmiş olduğunu ve bu insanların kim olduklarını merak etti. Sonu olmayan bir rüyadan uyandırılmış gibi hissediyordu.

Caitlin bir anlığına gözlerini kapadı, derin derin nefes aldı ve tam bunu yaparken birden rastgele bir görüntüler yığını zihninde hızla bir görünüp bir kayboldu. Kendini Roma’da Colosseum’da gördü, Colosseum’un sıcak, tozlu zemininde bir sürü askerle savaşıyordu; sonra Hudson Irmağında bir adanın üzerinde uçarken gördü, aşağıda giderek büyüyen bir kaleye bakıyordu; bir diğerinde Venedik’teydi, tanımadığı bir adamla bir goldoldaydı, o adam da yakışıklıydı; başka birinde kendisini Paris’te gördü, bir adamla nehir boyunca yürüyordu, bu adamı tanıdı, şimdi karşısında oturam adamla aynı kişiydi. Bu görüntüyü zihninde tutmaya ve ona yoğunlaşmaya çalıştı. Belki bu hatırlamasına yardım ederdi.

İkisini tekrar gördü, bu defa o adamın kalesinde, Fransa’nın kırsal kesimindeydiler. Kumsalda at sürdüklerini gördü, sonra üzerlerinde epey yükseklerde daireler çizmekte olan bir şahin gördü, bir mektup bırakmıştı.

O adamın adını hatırlamak için yüzüne odaklanmaya çalıştı. Sanki bir şeyler hatırlamaya başlıyor gibiydi; çok yakındı. Ama zihni gözlerinin önüne durmadan yeni şeyler getiriyordu, bu yüzden de herhangi bir şeyi zihninde tutmaya çalışmak çok zordu. Sonsuza dek uzanan anlık görüntüler selinde birbiri ardına sıralanan yaşamlar gözlerinin önünde bir görünüp bir kayboluyorlardı. Sanki hafızası kendini en baştan yeniden düzenliyordu.

“Caleb” diye bir ses geldi.

Caitlin gözlerini açtı. Caleb ona doğru daha da eğilmiş, bir elini uzatmış ve omuzunu tutuyordu.

“Benim adım Caleb. White Coven’dan. Hatırlamadın mı?’

Caitlin’in gözleri tekrar kapandı, zihni onun sözleri ve sesiyle yavaşça canlanmıştı. Caleb. Bu sesle beyninde bir ışık yandı. Ona önemli bir isimmiş gibi geldi.

White Coven. Bir ışık da bu yaktı. Birden kendisini New York olduğunu bildiği bir şehirde gördü, bu şehir adanın kuzey ucunda inzivaya çekilmiş gibi bir yerdeydi. Kendini geniş bir terasta etrafa bakarken gördü. Sera adında bir kadınla tartışıyordu.

"Caitlin.” Ses tekrar duyuldu, bu defa daha yüksek ve sertti. “Hatırlamıyor musun?”

Caitlin. Evet. Bu onun adıydı. Şimdi bundan emindi.

Ve Caleb. Evet. Caleb onun için önemliydi. Caleb onun…erkek arkadaşı mıydı? Ama bundan daha fazla bir şeymiş gibi geldi. Nişanlısı mıydı? Yoksa kocası mıydı?

Gözlerini açarak bakışlarını Caleb’e dikti ve bütün geçmişi canlanmaya başladı. İçini bir umut sardı, yavaşça, azar azar her şeyi hatırlamaya başlıyordu.

Sessizce “Caleb” dedi.

Caleb’in gözleri bir anda umutla dolarak yaşardı. Kurt teşvik edermişçesine Caitlin’in yanağını yalayarak yanında inledi. Caitlin dişi kurda baktı ve birden adını hatırladı.

“Rose,” dedi ama hemen ardından bunun doğru olmadığını fark etti. “Hayır. Ruth. Senin adın Ruth.”

Ruth yüzünü yalamaya devam ederek daha da yakınlaştı. Caitlin şaşkınlık içinde gülümsüyor ve kurdun başını okşuyordu. Caleb rahatlamış bir şekilde sırıttı.

“Evet. Ruth. Ve ben de Caleb. Ve senin adında Caitlin. Şimdi hatırlıyor musun?”

Caitlin başını salladı. “Şimdi hatırlamaya başladım. Sen de benim kocam mısın?”

Caitlin, Caleb’in utanmış ya da mahcup olmuş gibi yüzünün aniden kırmızıya dönmesini izledi. Ve o anda birden hatırladı. Hayır. Evli değillerdi.

Caleb özür dilercesine “Evli değiliz,” dedi. “Ama birlikteyiz.”

Caitlin de mahcup oldu, çünkü şimdi her şeyi hatırlamaya başlamıştı, her şey birden zihninde canlanmaya başlamıştı.

Birden aklına anahtarlar geldi. Babasının anahtarları. Eğildi, elini cebine götürdü ve orada olduklarını hissettiğinde rahatladı. Ardından elini diğer cebine götürdü ve günlüğünün hala orada olduğunu hissettiğinde daha da hafifledi.

Caleb ona doğru elini uzattı.

Caitlin, Caleb’in uzattığı eli aldı ve kendini lahitten çıkararak yukarı doğru çekmesine izin verdi.

Ayakta duruyor olmak, ağrıyan kaslarını germek inanılmaz gelmişti.

Caleb uzandı ve Caitlin’in saçlarını yüzünden arkaya doğru itti. Caleb’in yumuşacık parmakları şakağındaki saçları iterken bu Caitlin’e kendini çok iyi hissettirdi.

“Hayatta olduğun için çok mutluyum.”

Caitlin’i kendine çekti ve ona sıkıca sarıldı. Caitlin de Caleb’e sarıldı ve bu esnada kafasında gittikçe daha fazla anı canlanmaya başladı. Evet, bu aşık olduğu adamdı. Bir gün evlenmeyi umduğu adamdı. Caleb’in aşkının içine doğru aktığını hissedebiliyordu ve zamanda birlikte geri gittiklerini hatırladı. En son Fransa’ya, Paris’e gitmişlerdi ve Caitlin ikinci anahtarı bulmuştu ve böylece ikisi de geri gönderilmişti. Caitlin bu defa birlikte geri dönmeleri için dua etmişti. Ve şimdi onu sıkıca tutunca dualarının kabul olmuş olduğunu anlıyordu.

Bu defa nihayet birliktelerdi.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

"Birbirinizi bulduğunuzu görüyorum” diye bir ses geldi.

Birbirlerine sarılmış olan Caitlin ve Caleb beraber korku içinde sese doğru döndüler. Caitlin, özellikle de uyarı mahiyetindeki vampir sezgilerini etrafa yaydıkları bir anda herhangi birinin sinsice ve sessizce yanlarına sokularak onları hızla bertaraf edebileceğini düşününce şok oldu.

Fakat önlerinde duran kadına gözlerini diktiğinde, neden kendilerine saldırmadığını anladı: bu kadın da vampirdi. Beyazlar içinde olan ve kapüşon takan kadın çenesini ileriye doğru uzattı ve insanı delip geçen mavi gözleriyle onlara baktı. Caitlin ondan kendilerine doğru yayılan huzur ve uyum hislerini fark edebiliyordu ve böylece gardını bıraktı. Caleb’in de gardını bıraktığını hisetti.

Kadın içten bir şekilde gülümsedi.

Nazik bir sesle “Epey bir zamandır sizi bekliyorduk,” dedi.

Caitlin “Neredeyiz biz?” diye sordu. “Hangi yıldayız?”

Kadın yalnızca gülümsedi.

“Buradan gelin.” Arkasını döndü ve alçak, kemerli kapı aralığından dışarıya çıktı.

Caitlin ve Caleb birbirlerine baktılar, ardından Ruth’u da yanlarına alıp kapıdan çıkarak onu takip ettiler.

Kıvrılıp dönen taş bir koridordan aşağıya doğru yürüdüler ve yalnızca bir meşaleyle aydınlatılan bir dizi dar merdivenin olduğu yere geldiler. Tam kadının arkasındalardı, o ise hiç arkasına bakmıyor, kendisini takip edeceklerini varsayarak yürümeye devam ediyordu.

Caitlin nerede oldukları konusunda onu sıkıştırmak için daha fazla soru sorma isteği duydu; ama merdivenin başına vardıkları zaman, oda aniden Caitlin’in nefesini kesercesine olağanüstü bir manzaraya açıldı ve Caitlin devasa bir kilisenin içinde olduklarını anladı. En azından sorusunun bir kısmı cevaplanmıştı.

Caitlin bir kez daha tarih ve mimarlık derslerini daha dikkatli dinlememiş olduğundan, ilk görüşte bu kilisenin hangisi olduğunu söyleyememesinden pişmanlık duydu. Geçmişte ziyaret ettiği bütün görkemli kiliseleri —Paris’teki Notre Dame’ı, Floransa’daki Duomo’yu—düşündü ve bunun kendisine onlardan bazılarını hatırlattığını düşünmeden edemedi.

Kilisenin uzun ve dar orta kısmı yüzlerce metre uzayıp gidiyordu, zemini çinili mermerdendi ve duvarları düzinelerce oyma taş heykellerle süslüydü. Yüksek tonozlu tavanı ise yüzlerce metre yüksekliğe ulaşıyordu. Yukarlarda dizilerce kavisli vitraylar vardı ve kiliseyi yumuşak, rengârenk bir ışıkla dolduruyordu. En dipte devasa dairesel bir vitray vardı, içinden geçen ışığı olağanüstü, yaldızlı kilise sunağının üzerine yansıtıyordu. İbadet edenler için yüzlerce küçük, ahşap sandalyeler gözlerinin önünde alabildiğine sıralanıyordu.

Ama şimdi kilise boştu. Sanki bütün bu kilise onlara aitmiş gibi görünüyordu.

Vampir kadını takip ederek yürüdüler. Ayak sesleri devasa, boş bina da yankı yapıyordu.

Caitlin sonunda “Bu hangi kilise?” diye sordu.

Yürümeye devam ederken kadının sesi "Westminster Abbey," diye geldi. “Burası binlerce yıldır Krallar ve Kraliçelerin taç giyme törenlerinin yapıldığı yerdir.”

Caitlin Westminster Abbey diye düşündü. Bunun İngiltere’de olduğunu biliyordu. Aslında tam olarak Londra’daydı.

Londra.

Burada olma düşüncesi Caitlin’in yüzüne tokat gibi indi. Bu düşünce hem ezici hem de büyüleyiciydi. Daha önce hiç burada bulunmamıştı ama hep gelmeyi isterdi. Gitmiş olan arkadaşları vardı ve internette resimlerini görmüştü. Bu şehrin uzun ortaçağ tarihi göz önünde bulundurulduğunda, burada olmaları Caitlin’e anlamlı geldi. Bu kilise bile tek başına binlerce yıl eskiydi ve Caitlin, bu şehrin de geçmişinin fazlasıyla bu kilise gibi olduğunu biliyordu. Ama hala hangi yılda olduklarını bilmiyordu.

 

Caitlin gergin bir şekilde “Peki hangi yıldayız?” diye sordu.

Fakat rehberleri çok hızlı yürümüştü, çoktan devasa şapeli geride bırakmış başka bir kemerli kapıdan başını eğerek geçmekte olup Caitlin ve Caleb’i de ona yetişmeleri için acele ettiriyordu.

İçeriye girdiklerinde Caitlin kendini bir manastırın içinde bulunca şaşırdı. Önlerinde uzun taş bir koridor uzanıyordu; bir yanında taş duvarlar ve heykeller vardı, diğer yanında ise açık kemerler bulunuyordu. Bu kemerler dışarıya açılıyordu ve Caitlin bunların arasından küçük, huzur dolu avluyu görebiliyordu. Bu ona geçmişte bulunduğu diğer pek çok manastırı hatırlattı; bu manastır yapılarının basitliğini, boşluğunu, kemerli duvarlarını, kolonlarını ve avlularının nasıl iyi bakıldığını görmeye başladı. Hepsi sanki dünyadan uzak bir sığınak gibiydiler, ibadet edenler için bir yer ve sessiz tefekkür mekânlarıydılar.

Vampir kadın sonunda durdu ve onlara döndü. Büyük, şefkatli gözleriyle dikkatle Caitlin’e baktı, başka bir dünyaya aitmiş gibi görünüyordu.

“Bizler yeni bir yüzyılın eşiğindeyiz.”

Caitlin bir süre düşündü. “Hangi yüzyıl?” diye sordu.

“Tabii ki on altıncı yüzyıl. 1599’dayız.”

Caitlin 1599 diye düşündü. Yine kendini baskı altında hissetti. Bir kez daha içinden keşke kendi tarihimi daha detaylı okusaydım diye geçirdi. Önceden 1791’den 1789’a gitmişti. Ama şimdi 1599’daydı. Arada neredeyse 200 yıllık bir sıçrama vardı.

1789’da bile ne kadar çok şeyin ilkel göründüğünü hatırladı; su tesisatı yoktu, bazen yollar pislik içinde kalıyordu ve insanlar nadiren banyo yapıyordu. Bundan iki yüzyıl önce ise her şeyin tanınmaktan uzak olacağı kesindi. Hatta Londra bile muhtemelen pek tanınacak durumda değildi. Bu, kendini dünyanın uzak bir yerinde izole edilmiş ve bir başına hissetmesine neden oldu. Caleb orada, yanında olmasaydı, tamamen yalnız hissetmiş olacaktı.

Ama aynı zamanda, bu mimari, bu kilise, bu manastırlar—hepsi çok tanıdık, bildik geliyordu. Sonuçta zaten 21.yüzyılda var olan birebir aynı Westminster Abbey’nin içinde yürüyordu. Üstelik bu yapı, şimdiki haliyle bile zaten antikti, yüzyıllardan beri buradaydı. En azından bu düşünce Caitlin’i biraz rahatlatmıştı.

Fakat neden bu zaman gönderilmişti? Ve bu yere? Görevi için buranın büyük bir önem taşıdığı açıktı.

Lodra. 1599.

Caitlin, bu Shakespeare’in yaşamış olduğu zaman mıydı? diye merak etti, bunu düşününce bile aniden kalbi daha hızlı attı, belki Shakespeare’i canlı olarak gerçekten azıcık görme şansına sahip olabilirdi.

Sessiz bir şekilde bir koridordan diğerine yürüdüler.

Rehberleri “1599’un Londra’sı düşündüğünüz kadar ilkel değil” dedi, gülümseyerek Caitlin’e bir bakış attı.

Caitlin düşüncelerinin okunmuş olduğunu anlayınca utandı. Her zamanki gibi söz konusu düşünceleri olunca onları koruma konusunda daha fazla tetikte olmuş olması gerektiğini biliyordu.

Vampir kadın düşüncelerini yeniden okuyarak “Seni üzmek istemedim” dedi. “Bizim zamanımız sizin alışkın olduğunuz pek çok teknolojik durum söz konusu olduğunda ilkeldir. Fakat bizler, diğer bakımlardan sizin modern zamanınızdan bile daha entellektüeliz. Aşırı boyutlarda bilgiliyiz ve bilgeyiz. Burada kitaplar çok değerlidir ve onların hükmü geçer. İnsanlar görünüş itibariyle ilkel olabilir ama oldukça keskin zekâya sahiptirler.”

“Bundan daha da önemlisi, içinde bulunduğumuz zaman vampir ırkı için oldukça önemli bir zamandır. Burada bir yol ağzında duruyoruz. Sizler bu yüzyılın eşiğine belli bir sebeple geldiniz.”

Caleb “Nedir bu sebep?” diye sordu.

Kadın başka bir kapıdan içeri girmeden önce onlara gülümsedi.

“Bu soruya verilecek cevabı siz kendiniz bulmalısınız.”

Yükselen tavanı, vitray camları, mermer yerleri, devasa mumları olan ve krallar ve azizlerin oyulmuş heykelleriyle süslü başka olağanüstü bir odaya girdiler. Fakat bu oda diğerlerinden farklıydı. Her yanına dikkatli bir şekilde lahitler ve büstler yerleştirilmiş ve tam ortasında metrelerce yükseklikte ve altınla kaplı muazzam bir mezar duruyordu.

Rehberleri doğruca ortadaki mezara doğru yürüdü ve onlarda takip ettiler. Mezarın önünde durdu ve onlara döndü.

Caitlin muazzam mezara baktı: büyük ve azametliydi. Mezarın kendisi olağanüstü bir sanat eseriydi, altınla kaplanmış, girift oymalarla süslenmişti. Caitlin ayrıca, sanki belli bir önemi varmış gibi ondan dışarı doğru bir enerji yayıldığını hissetti.

Vampir “İtirafçı Aziz Edward’ın Mezarı” dedi. “Burası kutsal bir yerdir, Yüzlerce yıldır bizim türümüzün haç yaptığı yerdir. Söylendiğine göre, eğer biri bu mezarın yanında dua ederse, o kişi hasta olanlar için mucizevi şifalar alırmış. Ayağınızın altındaki taşa bakın: o taş burada diz çöken insanlardan ötürü zamanla aşınmıştır.”

Caitlin ayaklarının altına baktı ve bunun gerçek olduğunu gördü, mermer platform köşelerinden biraz aşınmıştı. Bunun olması için yüzyıllar boyunca ne kadar çok insanın burada diz çökmüş olması gerektiğine hayret etti.

“Ama sizin durumunuz için, bu mezar çok daha fazla önem arz ediyor.”

Döndü ve doğrudan Caitlin’e baktı.

“Senin anahtarın.”

Caitlin şaşıp kaldı. Acaba hangi anahtardan bahsediyordu? Caitlin elini cebine doğru götürdü ve şu ana kadar bulmuş olduğu iki anahtara tekrar dokundu. Kadının hangisini istediğinden emin değildi.

Kadın başını salladı. “Hayır. Diğer anahtarın.”

Caitlin düşündü, afallamıştı. Unuttuğu başka bir anahtar mı vardı?

Ardından, vampir kadın boynundan aşağıya bir bakış atınca Caitlin farkına vardı. Kolyesiydi bu.

Caitlin elini koynuna götürdü ve anahtarın hala orada olduğunu anlayınca hayret etti. Dikkatli bir şekilde anahtarı boynundan çıkardı ve narin, antika gümüş haçı avucunun içine alarak kadına uzattı.

Vampir başını salladı.

“Onu yalnızca sen kullanabilirsin.”

Uzandı ve nazik bir şekilde Caitlin’in bileğini tuttu ve onu heykel kaidesinin altındaki anahtar deliklerinden en küçüğüne doğru yönlendirdi.

Caitlin hayretler içindeydi. O olmasa bu anahtar deliğini asla fark edemezdi. Anahtarı soktu, çevirdi ve hafif bir tık sesi geldi.

Yukarı baktı ve mezarın yanındaki ufacık bir bölmenin açılmış olduğunu gördü. Vampire kadın baktı ve o da ciddiyetle başını salladı.

Caitlin uzandı ve yavaşça uzun, derin bir gözü çekip dışarı çıkardı. İçinde uzun, altından bir kraliyet asası vardı. Caitlin bunu keşfettiğine inanılmaz şaşırmıştı. Asanın başı yakutlarla ve zümrütlerle süslenmişti.

Elini içeriye götürdü ve onu alıp çıkardı. Tuttuğu asanın ne kadar ağır ve altının ne kadar pürüzsüz olduğuna şaşıp kaldı. Neredeyse bir metre olmalıydı ve saf altından yapılmıştı.

Rahibe “Kutsal asa,” dedi. “Bir zamanlar senin babanındı.”

Caitlin yeni bir korku ve saygı duygusu içinde ona baktı. Onu tutarken bir elektriklenme hissetti ve hiçbir zaman olmadığından daha çok kendini babasına yakın hissetti.

“Bu beni babama ulaştıracak mı?”

Rehberleri yalnızca arkasını döndü ve bu özel odadan çıktı. “Bu taraftan” dedi.

Caitlin ve Caleb diğer kapıya doğru yönelip daha pek çok koridor geçerek onu takip ettiler ve başka bir manastırın ortaçağa ait avlusunu girdiler. Yürürlerken, Caitlin antrelerde yürüyen beyaz cübbeler giyinmiş ve yine beyaz kapüşonlar takmış diğer başka vampirleri görünce şaşırdı. Çoğunun başı, sanki dua ederlerken kendilerini kaybetmişler gibi aşağıdaydı. Bazıları ise tütsü kaplarını sallıyordu. Onların yanından geçen bir kaçı başını salladı ve sessiz bir şekilde yollarına devam etti.

Caitlin burada kaç tane vampirin yaşadığını ve bunların babasının meclisine ait olup olmadıklarını merak etti. Westminster Abbey’nin bir kilise olmanın yanında ayrıca bir manastır olduğunu ve kendi türü için bir inzivaya çekilme yeri olduğunu hiç fark etmemişti.

Sonunda başka bir odaya girdiler. Bu oda diğerlerinden çok daha küçüktü ama yüksek kemerli tavanı vardı ve içeriye cömertçe doğal gün ışığı giriyordu. Yerler sert, taş zemindi ve tam ortasında hemen göze çarpan bir eşya vardı: bu bir tahttı. Bir kaidenin üzerine yükseğe yerleştirilmiş, en az dört buçuk metre yüksekliğinde ahşap, oldukça geniş bir sandalyeydi; kolları yukarıya doğru yükselerek çıkıyordu ve ortada bir noktada birleşen üçgen bir arka kısma sahipti. Aşağıda, sağ ve sol köşesinde, sandalyeyi tutuyormuş gibi tasarlanan altından iki aslan oturuyordu.

Caitlin korku içinde tahtı inceledi.

Vampir “Kral Edward’ın tahtı” dedi. “Binlerce yıldır kralların ve kraliçelerin taç giyme tahtı olagelmiştir. Yalnızca tarihteki yeriyle değil, aynı zamanda bizim türümüz için sahip olduğu bir önemden dolayı da çok özel bir eşyadır.”

Döndü ve Caitlin’e baktı. “Bizler bu tahtı binlerce yıldır koruyoruz. Fakat mademki artık sen buradasın ve mademki kraliyet asasını yerinden çıkardın, şimdi hakkın olan yeri almanın tam zamanıdır.”

Caitlin’in tahta çıkması için işaret etti.

Caitlin afallamış bir şekilde ona baktı. O yalnızca basit bir kızdı, binlerce yıldır kralların ve kraliçelerin üzerinde oturmuş olduğu böyle bir krallık tahtına çıkmak için ne gibi bir hakka sahip olabilirdi ki? Caitlin, tahtın o devasa kaidesine çıkıp üzerine oturmak bir yana, yanına yaklaşma hakkını bile kendinde görmüyordu.

Vampir “Lütfen” diye cesaretlendirdi. “Bu senin hakkın. Sen seçilmişsin.”

Caleb, Caitlin’e başını salladı ve Caitlin yavaşça ama isteksizce elinde asayı taşıyarak devasa kaideye tırmandı. Üzerine çıktığında döndü ve dikkatli bir şekilde tahta oturdu.

Sert bir ağaçtan yapılmıştı ve hiç sallanmıyordu. Caitlin arkasını yaslanınca ellerini tahtın kollarına koydu ve o anda tahtın gücünü hissetti. Taçlarını tam bu noktada giyen binlerce yılın krallığını hissedebiliyordu. Taht elektrik yüküyle dolu gibiydi.

Caitlin oradan, herkesten en az dört buçuk metre yükseklikte odaya bakınca yükseldiğini, dünyanın üzerine çıkmış gibi olduğunu hissetti. Büyüleyici bir histi.

Vampir “Asa” dedi.

Caitlin şaşkın bir şekilde aşağıya baktı, onun asayla kendisinden ne yapmasını istediğinden emin değildi.

“Tahtın kolunda küçük bir delik bulacaksın. Asanın yeri orası.”

Caitlin daha dikkatli bir şekilde kollara baktı ve bu defa küçük bir delik gördü, tam asanın çapına uyacak genişlikteydi. Uzandı ve yavaş bir şekilde asayı deliğe soktu.

Tahtın kolundan yalnızca başı görününceye dek bütün gövdesi içeri girdi.

Birden usulca bir tık sesi geldi.

Caitlin aşağı baktı ve tahtın ayağının dibinde aslanların birisinin başının üzerinde küçük bir gözün açıldığını görünce şaşırıp kaldı. O gözün içinde küçük, altın bir yüzük duruyordu. Caitlin eğildi ve yüzüğü aldı.

Yukarı doğru tuttu ve izledi.

Vampir “Kader yüzüğü,” dedi. “Yalnızca senin için. Babandan bir hediye.”

Caitlin korkuyla karışık bir şaşkınlıkla gözlerini yüzüğe dikti ve onu ışığa tuttu, hareket ettirdikçe mücevherlerin parıldamasını izledi.

“Sağ elinin yüzük parmağına tak.”

Caitlin parmağına geçirdi ve soğuk metali teninde hissedince vücuduna bir titreme yayıldı. Yüzükten gelen gücü hissedebiliyordu.

“Bu sana yolu gösterecek.”

Caitlin yüzüğü inceledi ve ardından başını kaldırdı. “Ama nasıl?”

“Yalnızca onu detaylı bir şekilde incelemen lazım.”

Caitlin önce şaşırdı, ama hemen sonra yüzüğü daha yakından inceledi. Bunu yaparken yüzüğün etrafında ince işlenmiş, titiz bir oyma fark etti. Okumaya başlayınca kalbi daha hızlı atmaya başladı. Hemen anında bu okumakta olduğu şeyin babasından bir mesaj olduğunu hissetti.

Köprünün Karşısında Ayının Ötesinde
Ara Rüzgarlar Ara Güneş, Londra’yı Geçiyoruz

Caitlin bilmeceyi tekrar okudu, ardından Caleb duyabilsin diye sesli bir şekilde tekrarladı.

Caitlin “Bu ne anlama geliyor?” diye sordu.

Rehberleri yalnızca gülümsemekle yetindi.

“Benim seni getirebileceğim en son nokta burası. Yolculuğun geri kalanını keşfetmek sana kalmış.” Ardından Caitlin’e yaklaştı ve eğildi. “Sana güveniyoruz. Ne yaparsan yap ama bizi yüzüstü bırakma.”

Купите 3 книги одновременно и выберите четвёртую в подарок!

Чтобы воспользоваться акцией, добавьте нужные книги в корзину. Сделать это можно на странице каждой книги, либо в общем списке:

  1. Нажмите на многоточие
    рядом с книгой
  2. Выберите пункт
    «Добавить в корзину»