Cesurun Yükselisi

Текст
Из серии: Krallar ve Büyücüler #2
0
Отзывы
Читать фрагмент
Отметить прочитанной
Как читать книгу после покупки
Шрифт:Меньше АаБольше Аа

Duncan onlara toparlanma fırsatı vermedi; cesaretini toplamış bir şekilde ileri atıldı ve limana yaklaştı. Doğrudan, limanı sınırlayan taş duvara ilerledi.

“MEŞALELER!” diye bağırdı.

Adamları kıyıya doğru saldırdı, meşalelerini yukarı kaldırdı ve korkunç bir haykırışla, Duncan’ı taklit ederek meşaleleri en yakınlarındaki gemilere fırlattı. Ağır meşaleleri güvertelere gürz gibi indi, ağaçların sert çarpma sesleri havayı doldurdu ve düzinelerce gemi daha alevler içinde kaldı.

Nöbet tutan birkaç Pandesia askeri neler olduğunu fark ettiğinde çok geç olmuştu; kendilerini alev dalgalarının içinde bulmuşlar ve çığlıklar atarak güverteden denize atlamışlardı.

Duncan geri kalan Pandesialıların uyanmasının an meselesi olduğunu biliyordu.

“BORULAR!” diye bağırdı.

Borular tüm sıralar boyunca ötmeye başladı, Escalon’un eski savaş çağrısı, Seavig’in tanıyabileceğini bildiği kısa güçlü sesler. Bunun onu uyandıracağını umuyordu.

Duncan atından indi, kılıcını çekti ve liman duvarına doğru koştu. Hiç tereddüt etmeden alçak duvarın üstünden atladı ve yanmakta olan gemiye daldı, ileri atılırken yolu açıyordu. Pandesialılar toparlanamadan onları bitirmesi gerekiyordu.

Anvin ve Arthfael de hemen yanında saldırıya geçmişti ve adamları da onlara katıldı, hepsi aynı anda, avazları çıktığı kadar yüksek sesle savaş çığlıkları atmıştı. Yıllarca süren boyun eğişin ardından intikam zamanları gelmişti.

Pandesialılar nihayet uyanmışlardı. Askerler güvertelere toplanmaya başladı, karıncalar gibi akıyorlar, duman nedeniyle öksürüyorlardı. Şaşırmışlardı ve kafaları karışmıştı. Sonra Duncan ve adamlarını gördüler, kılıçlarını çekip saldırıya geçtiler. Duncan kendisini asker akınıyla yüz yüze buldu fakat geri adım atmamıştı; tam tersine o da saldırıya geçmişti.

Duncan ileri atıldı ve ilk adam başına doğru hamle yapınca eğildi ve adamın karnına kılıcını sapladı. Bir başka asker arkasından saldırdı ve Duncan dönüp onu engelledi, daha sonra askerin kılıcını döndürdü ve kılıcını adamın göğsüne soktu.

Duncan her yönden saldırıya uğrarken kahramanca karşılık verdi, kedini çarpışmanın ortasına dalmış, her yönden gelen saldırıları savuştururken eski günleri hatırladı. Adamlar kılıcını kullanabileceğinden daha yakına geldiklerinde geriye yaslanıp onları tekmeliyor, kılıcı savurabileceği bir alan yaratıyordu; diğer durumlarda savuruyor, dirsek atıyor, yakın cephede lazım olduğunda göğüs göğüse savaşıyordu. Etrafındaki tüm adamlar devrilmiş, hiçbiri yakınına yaklaşamamıştı.

Duncan bir süre sonra Anvin ve Arthfael düzinelerce adamla birlikte yardımına geldiğini gördü. Anvin yakınına geldiğinde, Duncan’a arkasından saldıran bir askeri engelleyip onu yaraladı, aynı anda Arthfael kılıcını kaldırıp Duncan’ın yüzüne doğru gelen bir baltayı engelledi. O sırada Duncan öne bir adım attı ve kılıcını askerin midesine sapladı, Arthfael’le birlikte adamı yere devirdiler.

Hepsi tek vücut olarak savaşıyordu, yıllardır bir arada savaşmış olan, mükemmel çalışan bir makine gibi, kılıçların ve zırhların şakırtıları geceyi delerken birbirlerinin arkalarını kolluyorlardı.

Duncan etrafında adamlarının limanın her yanında gemilere çıktığını ve tek vücut olarak donanmaya saldırdığını gördü. Pandesia askerleri ileri doğru atılmıştı, artık hepsi tamamen uyanmıştı ve bazıları alevler içinde kalmıştı. Escalon’un savaşçıları alevlere rağmen cesurca savaşıyor, etraflarındaki yangın büyürken hiçbiri geri çekilmiyordu. Duncan da artık kollarını kaldıramayacak hale gelinceye kadar savaştı. Terliyordu, duman gözlerini yakıyordu. Her yandan kılıç sesleri geliyor, kıyıya kaçmaya çalışan askerler tek tek indiriliyordu.

Sonunda ortam aşırı ısındı. Vücut zırhı giyen Pandesia askerleri alevlerin içinde kapana kısılmıştı, gemilerden denize atlıyorlardı. Duncan da adamlarını gemiden indirip taş duvarın üzerinden liman tarafına geçirmeye başladı. Bir bağrış duyduğunda dönüp baktı ve yüzlerce Pandesia askerinin arkalarından geldiğini, onları geminin dışında kovalamaya çalıştığını gördü.

Karaya ayak bastıktan ve son adamı da gemilerden indikten sonra arkasını döndü, kılıcını kaldırdı ve gemileri kıyıya bağlı tutan büyük halatları kesti.

“HALATLAR!” diye bağırdı Duncan.

Limanın tamamında adamları komutuna uydu ve gemileri kıyıya bağlı tutan halatları kesti. Önündeki büyük halat sonunda tamamen kesildiğinde Duncan ayağını güverteye dayadı ve büyük bir kuvvetle gemiyi kıyıdan uzaklaştırdı. Bu hareket nedeniyle inlemeye benzer bir ses çıkarttı. Anvin, Arthfael ve diğer adamları ileri atıldı ve tek vücut halinde, yanmakta olan filoyu denize doğru ittirdi.

Yanan gemiler çığlık atan askerlerle doluydu, gemiler kaçınılmaz olarak diğerlerine doğru sürüklendi ve onların da alev almasına sebep oldu. Yüzlerce adam gemilerden çığlık atarak fırladı ve denizin karanlık sularına gömülüyorlardı.

Duncan, nefes nefese kalmış, tüm liman büyük bir yangınla aydınlanırken, gözleri parlayarak bakıyordu. Binlerce Pandesia askeri, tamamen uyanmış, diğer gemilerin alt güvertelerinden yukarı çıkmışlardı fakat artık çok geçti. Bir ateş duvarıyla yüz yüze gelmişler ve diri diri yanmak veya buz gibi sulara atlayıp boğularak ölmek arasında bir seçim yapmak zorunda kalmışlardı. Hepsi ikincisini seçti. Duncan limanın kısa sürede, suyun içinde çırpınan, kıyıya yüzmeye çalışırken bağıran bedenlerle dolduğunu gördü.

“OKÇULAR!” diye bağırdı Duncan.

Okçuları nişan alıp ok yağmuru üstüne ok gönderdiler; kaçışan askerlere nişan almışlardı. Oklar tek tek hedeflerini buldu ve Pandesialılar sulara gömüldü.

Denizin suları kanla kızıla boyanmıştı ve deniz parlayan sarı köpekbalıklarıyla dolup kanla dolu limanda ziyafet çekmeye başladığında ısırma sesleri ve çığlıklar havayı doldurdu.

Duncan etrafına baktı ve yavaş yavaş ne yapmış olduğunun farkına varmaya başladı: birkaç saat önce meydan okur şekilde limanda duran ve Pandesia hâkimiyetinin işareti olan tüm bir Pandesia donanması artık yoktu. Yüzlerce gemisi yok edilmişti. Hepsi Duncan’ın zaferi ile yanıyordu. Hızı ve yaptığı sürpriz plan işe yaramıştı.

Adamlarının arasında büyük bir çığlık koptu ve Duncan, yanan gemileri izleyen, yüzleri dumanda kararmış, gece boyunca at sürmüş olmaktan tükenmiş fakat hala zafer sarhoşu olan adamlarının sevinç içinde olduğunu gördü. Bu, bir rahatlamanın çığlıydı. Bir özgürlük çığlığı… Yıllardır serbest bırakılmayı bekleyen bir çığlıktı bu.

Fakat kısa bir süre sonra bir başka çığlık duyuldu, bu çok daha uğursuz bir sesti ve ardından Duncan’ın ensesindeki tüyleri diken diken eden başka bir ses daha duyulmuştu. Duncan dönüp baktığında taş koğuşların kapılarının yavaşça açıldığını görünce bozguna uğradı. Kapılar açıldığında karşılarında korkutucu bir manzara vardı: Tamamen silahlanmış, mükemmel sıralar halinde binlerce Pandesia askeri, profesyonel ve kendi adamlarının on katı kadar bir ordu savaş hazırlığındaydı. Kapılar tamamen açıldığında bir savaş çığlığı attılar ve doğrudan onlara doğru saldırıya geçtiler.

Canavar uyanmıştı. Şimdi, gerçek savaş başlayacaktı.

BÖLÜM ALTI

Kyra, Andor’un sağrısına sıkıca sarılmış, yanında Dierdre ve hemen ayaklarının dibinde Leo, gecenin içinde dörtnala gidiyorlardı. Hepsi geceleri kaçan hırsızlar gibi, Argos’un batısındaki karlı alanlarda hızla ilerliyorlardı. Saatler saatleri kovalamış, at sesleri kulaklarını doldurmuştu ve Kyra kendi dünyasında kaybolmuştu. Ur Kulesi’nde onu nelerin bekliyor olabileceğini hayal etmeye çalıştı. Dayısı kim olabilirdi, kendisiyle ilgili ne söyleyecekti, annesiyle ilgili ne söyleyecekti. Heyecanını zar zor bastırabiliyordu. Aynı zamanda itiraf etmesi gerekirdi ki, korkuyordu. Escalon’u geçmek çok uzun bir yolculuk olabilirdi, daha önce hiç yapmadığı kadar uzun ve önlerinde uzanan şey Dikenli Orman’dı. Açık alanlar sona eriyordu ve kısa süre sonra vahşi yaratıklarla dolu, klostrofobik ormana dalmış olacaklardı. Önlerindeki ağaç sınırını geçtikten sonra tüm kuralların iptal olacağını biliyordu.

Açık alanda rüzgâr uğuldarken kar yüzünü kırbaçlıyordu. Kyra’nın elleri uyuşmuştu ve uzun süre önce sönmüş olduğunu fark ettiği meşaleyi elinden düşürdü. Kendi düşünceleri içinde kaybolmuştu ve sadece atların, altlarındaki karların ve Andor’un normal hırıltısının sesinden başka ses duyulmuyordu. Kyra hayvanın öfkesini, evcilleştirilemeyen doğasını hissedebiliyordu, o güne kadar sürdüğü hiçbir canlıya benzemiyordu. Sanki neyle karşılaşacaklarından korkmayan fakat açıkça bir yüzleşme uman sadece Andormuş gibiydi.

Kürklerin içinde sarılı olan Kyra bir kez daha açlıktan midesinin kazındığını hissetti ve Leo’nun da bir kez daha inlemesinden açlıklarını daha fazla görmezden gelemeyeceğine karar verdi. Saatlerdir yoldalardı ve kurutulmuş et parçalarını çoktan tüketmişlerdi. Yeteri kadar erzak almadıklarını çok geç de olsa anlamıştı. Bu karlı gecede işler kolay olacak gibi görünmüyordu ve durum hiç iyiye işaret etmiyordu. Kısa süre içinde durup yiyecek bulmaları gerekecekti.

Ormanın sınırına yaklaştıklarında yavaşladılar, Leo karanlık ağaç sınırına hırlıyordu. Kyra omzunun üzerinden, Argos’a geri giden, açık alana ve bir süre için görebileceği son gökyüzü parçasına baktı. Daha sonra dönüp tekrar ormana göz attı. Bir parçası daha fazla ilerlemekte tereddüt ediyordu. Dikenli Ormanın ününü biliyordu ve geri dönüşü olmayan bir noktada olduklarının farkındaydı.

“Hazır mısın?” diye sordu Dierdre’ye.

Dierdre zindanda bırakılmış olan kızdan daha farklı görünüyordu. Sanki cehennemin en derin noktasına kadar gidip gelmiş gibi, daha güçlü, daha yürekliydi ve her şeyle yüzleşmeye hazır gibiydi.

“Olabilecek en kötü şey çoktan başıma geldi” dedi Dierdre, sesi, önlerinde orman gibi soğuk ve sertti, kendi yaşından çok daha büyük çıkıyordu.

Kyra anlayışla başını salladı ve birlikte tekrar harekete geçip ağaç hattını geçtiler.

Girdikleri anda Kyra, o soğuk gecede bile ürperdiğini hissetti. Burası daha karanlık, daha klostrofobikti ve dikeni andıran budaklı dalları, kalın, siyah yaprakları olan siyah ağaçlarla doluydu. Bu orman huzur vermekten çok bir kötülük hissi uyandırıyordu.

 

Ağaçların izin verdiği ölçüde, mümkün olduğu kadar hızlı ilerliyorlardı, altlarındaki kar ve buz çıtırdıyordu. Etraflarında, dalların arasında gizlenen tuhaf yaratıkların sesleri yükselmeye başladı. Kyra dönüp sesin kaynağını bulabilmek için bakındıysa da hiçbir şey bulamadı. İzleniyorlarmış gibi hissediyordu.

Git gide ormanın derinliklerine ilerlediler. Kyra, babasının ona söylediği gibi, denizi görene kadar batıya ve kuzeye gitmeye çalışıyordu. O sırada Leo ve Andor, Kyra’nın, kendisini çizen dalları ittirirken göremediği gizli yaratıklara hırlıyordu. Kyra önündeki uzun yol hakkında fikir yürütüyordu. Görevi ile ilgili oldukça heyecanlıydı fakat yine de insanlarıyla birlikte olmak ve başlatmış olduğu savaşta onlarla birlikte çarpışmak istiyordu. Daha şimdiden dönmek için acele ediyordu.

Saatler geçmişti, Kyra dikkatle ormanı inceliyor, denize ulaşana kadar daha ne kadar yolları olduğunu merak ediyordu. Böylesine bir karanlıkta at sürmenin riskli olduğunu biliyordu fakat orada tek başlarına kamp yapmalarının son derece tehlikeli olduğunu da biliyordu, özellikle de duyduğu bir başka ürkütücü sesten sonra…

“Deniz nerede?” diye sordu Kyra sonunda Dierdre’ye, daha çok sessizliği kırmak amacıyla.

Kyra, Dierdre’nin yüz ifadesinden, kızın kendi düşüncelerinden sıyrılmış olduğunu anlayabiliyordu; ne tür kâbuslar içinde kaybolmuş olduğunu ancak hayal edebilirdi.

Dierdre başını salladı.

“Keşke bilseydim” diye cevapladı yanık bir sesle.

Kyra’nın kafası karışmıştı.

“Seni aldıklarında bu yoldan gelmemiş miydiniz?” diye sordu.

Dierdre omuz silkti.

“Bir arabanın arkasında bir kafesin içinde kilitliydim” diye cevapladı “ve yolculuğun büyük bölümünde bilincim açık değildi. Beni herhangi bir yöne götürmüş olabilirler. Bu ormanı tanımıyorum.”

Karanlığı gözleriyle tararken içini çekti.

“Fakat Alaçam’a yaklaştığımızda daha fazla şeyi tanıyabilirim.”

Huzurlu bir sessizliğin içine gömülerek yollarına devam ettiler ve Kyra, Dierdre’nin geçmişini merak etmekten kendini alamadı. Kızın içindeki gücü hissedebiliyordu fakat aynı zamanda derin üzüntüyü de hissedebiliyordu. Kyra kendini, önlerindeki yolculuk, yiyeceklerinin azlığı, buz gibi soğuk ve onları bekleyen vahşi yaratıklarla ilgili karamsar düşüncelere kapılırken buldu ve dikkatini dağıtmak için Dierdre’ye döndü.

“Bana Ur Kulesi’nden bahsetsene biraz” dedi. “Nasıl bir yer?”

Dierdre, etrafında siyah çizgiler olan gözleriyle ona baktı ve omuz silkti.

“Kuleye hiç gitmedim” diye cevapladı. “Ben Ur şehrinde yaşıyorum ve kule nereden baksan güneye doğru bir günlük mesafede.”

“O halde bana şehrinden bahset” dedi Kyra, o an bulundukları yer haricinde herhangi bir şey düşünmek istiyordu.

Dierdre’nin gözleri parlamıştı.

“Ur çok güzel bir yerdir” dedi özlem dolu bir sesle. “Deniz kenarında bir şehir.”

“Bizim de güneyde deniz kenarında bir şehrimiz var” dedi Kyra. “Esephus. Volis’ten bir günlük mesafede. Ben küçükken babamla hep oraya giderdik.”

Dierdre başını salladı.

“O bir deniz değil” dedi.

Kyra’nın kafası karışmıştı.

“Ne demek istiyorsun?”

“O Gözyaşı Denizi” diye cevapladı Dierdre. “Ur ise Acılar Denizi üzerindedir. Bizimki çok daha büyük bir deniz. Sizinki doğu kıyınızda, orada küçük akıntılar vardır; fakat Acılar altı metreyi bulan ve kıyılarımıza vuran dalgalara sahiptir ve ay yükseldiğinde akıntıları, insanları bırak, gemileri bile bir anda içine çekebilir. Bizimki, Escalon’da, yamaçların, gemilerin kıyıya yaklaşabilmesine izin verecek kadar alçaldığı tek şehir. Tüm Escalon’da sahili olan sadece bizim şehir. Bu nedenle bir günlük mesafemize Andros kuruldu.”

Kyra Dierdre’nin sözleri üzerine kafa yordu. Dikkatini başka yere verebilmiş oluşundan memnundu. Tüm bunları küçükken aldığı derslerden de hatırlıyordu fakat hiçbir zaman tüm detaylarına bu kadar kafa yormamıştı.

“Peki ya halkın?” diye sordu Kyra. “Onlar nasıldır?”

Dierdre içini çekti.

“Gururlu insanlar” diye cevapladı “tığkı Escalon’un geri kalanı gibi. Fakat aynı zamanda farklılar da. Ur’un bir gözünün Escalon’da diğerinin denizde olduğunu söylerler. Biz ufka bakıyoruz. Diğer şehirlerden daha az taşralıyız; belki de bu yüzden birçok yabancı kıyılarımıza gelmiştir. Ur’un erkekleri bir zamanlar ünlü savaşçılardı ve babam da aralarında önde gelenlerden biriydi. Şimdi ise, herkes gibi sadece birer nesneyiz.”

Kız içini çekti ve uzun süren bir sessizliğe gömüldü, tekrar konuşmaya başladığında Kyra şaşırmıştı.

“Şehrimiz kanallarla kesilir” diye devam etti Dierdre. “Ben küçükken, saatlerce, bazen günlerce çatıda oturur gelen giden gemileri izlerdim. Dünyanın her yerinden şehrimize gelen gemiler, farklı bayraklar, yelkenler ve renkler taşırdı. Baharatlar, ipekler, silahlar ve her türden mal getirirlerdi, hatta bazen hayvan bile getirirlerdi. Gelen ve giden insanlara bakardım ve hayatlarının nasıl olduğunu merak ederdim. Onlardan biri olmayı umutsuzca istemiştim.”

Alışılmadık bir şekilde, gülümsedi ve gözleri parladı; belli ki o bir şeyleri hatırlıyordu.

“Bir düşüm vardı” dedi Dierdre. “Yaşım geldiğinde o gemilerden birine binecektim ve yabancı ülkelere gidecektim. Prensimi bulacaktım ve muhteşem bir adada, bir başka yerdeki muhteşem bir kalede yaşayacaktım. Escalon harici herhangi bir yerde…”

Kyra Dierdre’ye baktı ve gülümsediğini gördü.

“Peki ya şimdi?” diye sordu Kyra.

Dierdre karlara bakarken yüzü düştü ve ifadesi aniden hüzünle doldu. Başını salladığı zar zor belli oluyordu.

“Benim için artık çok geç” dedi Dierdre. “Bana yaptıkları onca şeyden sonra.”

“Hiçbir zaman geç değildir” dedi Kyra, ona moral vermek istiyordu.

Fakat Dierdre yine belli belirsiz başını salladı.

“Onlar masum bir kızın düşleriydi” dedi, sesi pişmanlıkla doluydu. “O kız uzun zaman önce öldü.”

Kyra arkadaşı için üzüldü ve ikisi ormanın derinliklerine doğru sessizce devam ettiler. Onun acısını hafifletmek istiyordu fakat nasıl yapacağını bilmiyordu. Bazı insanların acıyla yaşayabiliyor olmalarına hayret etti. Babası ona bir zamanlar ne demişti? İnsanların yüzlerine aldanma. Hepimiz oldukça umutsuz hayatlar sürdürürüz. Kimimiz bunu daha iyi saklar. Herkes için merhamet besle, hiçbir geçerli sebep görmesen bile…

“Hayatımın en berbat günü” diye devam etti Dierdre, “babamın Pandesia kanununa boyun eğdiği gündü, o gemilerin kanallarımıza girip, adamların bayraklarımızı indirmesine izin verdiği gün. Bu en mutsuz günümdü, beni almalarına izin verdiği günden bile daha kötüydü.”

Kyra çok iyi anlıyordu. Dierdrenin içinden geçtiği acıyı, ihanete uğrama duygusunu anlayabiliyordu.

“Peki ya geri döndüğün zaman?” diye sordu Kyra. “Babanı görecek misin?”

Dierdre acı içinde yere baktı. Nihayet “O hala benim babam. Bir hata yaptı. Bana ne olabileceğinin farkında bile olmamış olduğundan eminim. Neler olduğunu öğrenirse bir daha asla eskisi gibi olmayacaktır. Ona anlatmak istiyorum. Göz göze. Hissettiğim acıyı anlamasını istiyorum. İhanetini. Bir kadının kaderine erkek karar verdiğinde neler olduğun anlamasını istiyorum” dedi. Gözyaşlarını sildi. “Bir zamanlar benim kahramanımdı. Benden nasıl vazgeçebildiğini anlayamıyorum.”

“Peki şimdi?” diye sordu Kyra.

Dierdre başını salladı.

“Artık bitti. Erkek kahramanlar yaratmayı bıraktım. Artık başka kahramanlar bulmalıyım.”

“Kendine ne dersin?” diye sordu Kyra.

Dierdre kafası karışmış bir şekilde baktı.

“Ne demek istiyorsun?”

“Neden kahramanı kendinin dışında arıyorsun?” diye sordu Kyra. “Kendi kendinin kahramanı olamaz mısın?”

Dierdre dalga geçer gibi kıkırdadı.

“Peki neden bunu yapacakmışım?”

“Sen benim için bir kahramansın” dedi Kyra. “Orada çektiğin acıyı ben çekemezdim. Sen hayatta kaldın. Dahası yeniden ayaklarının üzerinde durdun ve şu anda bile hala çabalıyorsun. Bu, seni benim için kahraman yapar.”

Sessizlik içinde yollarına devam ederlerken Dierdre Kyra’nın sözlerini düşünüp taşınıyor gibi görünüyordu.

“Peki sen, Kyra?” diye sordu Dierdre sonunda. “Bana kendinden bahsetsene.”

Kyra meraklı bir ifadeyle omuz silkti.

“Ne bilmek istiyorsun ki?”

Dierdre boğazını temizledi.

“Bana ejderhadan bahset. Orada neler oldu? Daha önce hiç böyle bir şey görmemiştim. Neden senin için geldi?” Tereddüt etti. “Sen kimsin?”

Kyra arkadaşının sesinde bir korku olduğunu fark edip şaşırdı. Sözleri üzerine biraz düşündü, ona dürüst bir şekilde cevap vermek istiyordu ve bir cevabı olmasını diledi.

“Bilmiyorum” diye cevapladı sonunda, dürüst bir şekilde. “Ben de bunu bulacağımı düşünüyorum.”

“Bilmiyor musun?” diye sordu Dierdre. “Gökyüzünden bir ejderha gelip senin için savaşıyor ve sen nedenini bilmiyor musun?”

Kyra bunun kulağa ne kadar çılgınca geldiğini düşündü fakat sadece başını sallayabildi. Refleks olarak gökyüzüne baktı ve budaklı dalların arasından, tüm umutsuzluğuna rağmen Theos’tan bir iz görmeyi umdu.

Fakat bir ışık bile yoktu. Bir ejderha sesi duymuyordu ve yalnızlaşma hissi derinleşiyordu.

“Farklı olduğunu biliyorsun, öyle değil mi?” diye sordu Dierdre.

Kyra omuz silkti, yanakları yanıyordu ve utandığını hissediyordu. Arkadaşının ona bir ucubeye bakıyor gibi bakıp bakmadığın merak etti.

“Genelde her şeyden emin olmak isterim” diye cevapladı Kyra. “Fakat şimdi… Gerçekten artık hiçbir şey bilmiyorum.”

Huzurlu bir sessizlik içinde, arazi izin verdiğinde tırısa kalkarak, ağaçlar sıklaştığında inip hayvanlarını yönlendirmek zorunda kalarak saatlerce yol aldılar. Kyra sürekli olarak diken üstünde hissediyordu, her an saldırıya uğrayacaklarmış gibi geliyordu ve ormanda hiçbir şekilde rahatlayamıyordu. Neyin canını daha fazla yaktığına karar veremiyordu; soğuk mu yoksa midesinin sürekli kazınıp durması mı… Sefil bir haldeydi. Daha neredeyse başlamamış bile olduğu görevini güçlükle tasavvur edebiliyordu.

Saatler geçti ve Leo inlemeye başladı. Bu normal bir inleme değil, garip bir sesti, daha çok yemek kokusu aldığı zamanlar çıkarttığı bir ses. Aynı anda Kyra da bir şeylerin kokusunu almıştı. Dierdre ile birlikte aynı yöne dönüp baktılar.

Kyra ağaçlara doğru baktı fakat hiçbir şey göremedi. Durup dinlemeye başladıklarında yakınlarında bir yerde olan bir hareketliliğin cılız seslerini duymaya başladı.

Kyra koku nedeniyle heyecanlanmıştı fakat aynı zamanda bunun ne anlama gelebileceğini düşünüp endişelenmişti; ormanda onlardan başkaları da vardı. Babasının uyarısını hatırladı. İsteyeceği son şey birileriyle yüz yüze gelmek olurdu. Orada ve o anda değil…

Dierder ona baktı.

“Ben çok acıktım” dedi Dierdre.

Kyra da açlıktan ölmek üzere olduğunu hissediyordu.

“Böyle bir gecede, orada her kim varsa” dedi Kyra “içimde, paylaşmaya çok da hevesli olmayacaklarına dair bir his var.”

“Bir yığın altınımız var” dedi Dierdre. “Belki de bize biraz satarlar.”

Fakat Kyra başını salladı. Leo, açıkça acıktığını belli edecek şekilde inleyip dudaklarını yalarken, Kyra’nın içinde sıkıntılı bir his vardı.

“Bunun zekice olacağını düşünmüyorum” dedi Kyra midesindeki tüm acıya rağmen. “Yolumuzdan sapmamalıyız.”

“Peki ya hiç yiyecek bulamazsak?” diye ısrar etti Dierdre. “Burada açlıktan ölebiliriz. Atlarımız da ölebilir tabii. Yiyecek bir şey bulmamız günler sürebilir ve bu bizim tek şansımız olabilir. Ayrıca korkacak çok bir şeyimiz yok. Senin silahların yanında, benimkiler de öyle ve Leo ile Andor da yanımızda. İhtiyacın olduğu anda herhangi birine daha o gözünü bile kırpamadan üç ok saplayabilirsin ve onlardan çok hızlı şekilde uzaklaşabiliriz.”

Fakat Kyra tereddüt ediyordu, ikna olmamıştı.

“Ayrıca, ağzında bir et parçasıyla oturan bir avcının bize çok da bir zarar verebileceğini düşünmüyorum” diye ekledi Dierdre.

Kyra herkesin açlıktan kırılmak üzere olduğunu, yemeğin peşinden gitme arzularının arttığını hisseti; daha fazla direnemezdi.

“Bu durumu sevmedim” dedi. “Yavaşça yaklaşalım ve orada kim olduğunu görelim. Eğer bir bela sezersek, daha fazla yaklaşmadan oradan ayrılacağız.”

Dierdre başıyla onayladı.

“Söz veriyorum” diye cevap verdi.

Hep birlikte ağaçların arasından yavaşça yürümeye başladılar. Koku artmaya başlayınca Kyra ileride soluk bir ışık gördü ve oraya doğru yürüdükleri sürede kalbi oradakilerin kim olabileceğinin merakıyla daha hızlı atmaya başladı.

Yaklaştıklarında iyice yavaşladılar. Ağaçların arasında sağa sola kayarak, daha dikkatli bir şekilde ilerliyorlardı. Kyra kalabalık bir grup insanın çevresinde olduklarını hissettiğinde, parlaklık çoğalmış, sesler artmış, hareketlilik büyümüştü.

 

Daha dikkatsiz şekilde ilerleyen Dierdre açlığının onu ele geçirmesine izin vermiş, daha hızlı hareket ediyor, git gide uzaklaşıyordu.

Arkasından aceleyle giden Kyra “Dierdre!” tiye fısıldadı.

Fakat Dierdre ilerlemeye devam ediyordu, açlığı kontrolünü eline almış gibiydi.

Kyra ona yetişmek için hızlandı; Dierdre açıklığın sınırında durdu ve o sırada parlaklık iyice arttı. Kyra kızın hemen yanında durdu, gözlerini açıklığa doğru çevirdi ve gördüğü şey onu şoke etti.

Açıklıkta, düzinelerce domuz şişe geçirilmiş, kızartılıyor, devasa kamp ateşleri geceyi aydınlatıyordu. Koku çok cezbediciydi. Ayrıca açıklıkta düzinelerce adam vardı ve Kyra gözlerini kısıp baktığında bunların Pandesia askerleri olduğunu görüp yıkıldı. Onları burada, ateşin etrafında, gülüp, birbirleriyle şakalaşıp, ellerinde şarap keseleri ve etlerle otururken görmek onu şoke etmişti.

Açıklığın uzak tarafında bir dizi demir parmaklıklı taşıyıcıyı görmek Kyra’nın iyice canını sıkmıştı. Düzinelerce kuru yüz, açlık içinde dışarı bakıyordu. Hepsi umutsuz, hepsi tutsak olan oğlanların ve adamların yüzleri… Kyra bunun ne olduğunu hemen anladı.

“Ateş Duvarları” diye fısıldadı Dierdre’ye. “Onları Ateş Duvarlarına götürüyorlar.”

Dierdre hala neredeyse beş metre uzağındaydı, gözleri kızaran domuzlara dikilmişti ve geri dönmedi.

Telaşa kapılan Kyra “Dierdre!” diye tısladı. “Buradan hemen gitmemiz gerekiyor!”

Fakat Dierdre hala onu dinlemiyordu. Kyra tüm tedbiri elden bırakıp onu yakalamak için ileri atıldı.

Kıza yetişmesinin hemen ardından Kyra gözünün ucuyla bir hareketlilik fark etti. Aynı sırada Leo ve Andor da hırladı fakat çok geç olmuştu. Ağaçların arasından bir grup Pandesia askeri bir anda ileri atılmış, üzerlerine dev bir ağ fırlatmıştı.

Kyra içgüdüsel olarak elini uzatıp asasını çekmeye çalıştı fakat hiç fırsatı olmadı. Kyra ne olduğunun bile tam olarak farkına varamadan üzerine ağın düştüğünü ve kollarını bağladığını fark etti ve sıkıntılı bir şekilde artık Pandesi’nın köleleri olduklarını anladı.

Бесплатный фрагмент закончился. Хотите читать дальше?
Купите 3 книги одновременно и выберите четвёртую в подарок!

Чтобы воспользоваться акцией, добавьте нужные книги в корзину. Сделать это можно на странице каждой книги, либо в общем списке:

  1. Нажмите на многоточие
    рядом с книгой
  2. Выберите пункт
    «Добавить в корзину»