Mister Pickwick'in Maceraları I. Cilt

Текст
0
Отзывы
Читать фрагмент
Читайте только на ЛитРес!
Отметить прочитанной
Как читать книгу после покупки
  • Чтение только в Литрес «Читай!»
Шрифт:Меньше АаБольше Аа

“Tutun onu.” diye bağırdı Mr. Snodgrass. “Winkle, Tupman… Böylesine bir olay için seçkin yaşantınızı tehlikeye atmamalısınız.”

“Bırakın beni.” dedi Mr. Pickwick.

”Onu sıkıca tutun.” diye bağırdı Mr. Snodgrass ve bütün ekibin ortak uğraşıyla Mr. Pickwick’i zorla koltuğa oturttular. “Onu yalnız bırakın.” dedi yeşil paltolu yabancı. “Brendi ve su… Sevgili yaşlı beyefendi, çok yiğitsiniz. İçin bunu. Ah! Harika işte.” Daha önce kederli adam tarafından doldurulmuş bir bardağın meziyetlerini denemiş olan yabancı, bardağı Mr. Pickwick’in ağzına götürdü ve içindeki sıvı hızla yok oldu.

Kısa bir duraklama oldu, brendi ve su görevini tamamladı. Mr. Pickwick’in sevimli yüzü alışılmış ifadesini hızla geri kazanıyordu.

“İlginizi hak etmiyorlar.” dedi kederli adam.

“Haklısınız, efendim.” diye yanıtladı Mr. Pickwick. “Etmiyorlar. Böylesi bir yakınlık hissiyatına kandığım için utanç duyuyorum. Lütfen sandalyenizi masaya çekin, efendim.”

Kederli adam hemen boyun eğdi, masanın etrafındaki daire yeniden oluşturulmuştu ve uyum bir kez daha yakalanmıştı. Mr. Winkle’ın göğsünde, muhtemelen ceketinin çalınmasından ileri gelen bir tür rahatsızlık yer edinmişti. Gerçi böylesine önemsiz bir olayın bir Pickwickçinin göğsünde geçici bir kızgınlık hissine bile sebep olması neredeyse imkânsızdı. Bu istisna dışında hoş mizaçları tümüyle yerine geldi ve gece, günün başladığı şekilde şamatayla son buldu.

Dördüncü Bölüm
Felekten Bir Gün ve Kamp – Daha Fazla Yeni Arkadaş – Taşraya Bir Davet

Pek çok yazar, onca değerli bilgiyi elde ettikleri kaynakları beyan etmek gibi yalnızca aptalca olmakla kalmayan bir de aldatıcı olan bir hataya düşer. Biz böyle hissetmiyoruz. Bizim tek gayretimiz nezih bir tutumla sorumlu olduğumuz yayıncılık işini gerçekleştirmek. Başka türlü koşullarda bu maceralarının kaynaklarını belirtmek gibi bir zorunluluk hissedebilecek olsak da gerçeğe dair saygımız bizi tedbirli düzenlemelerin ve tarafsız anlatının dışına çıkmaktan alıkoyuyor. Pickwick günceleri bizim New River Head’imiz ve biz de New River Company’yle kıyaslanabiliriz. Başkalarının uğraşları bizde önemli gerçeklere dair muazzam bir birikim oluşturdu. Biz yalnızca bunları anlaşılır ve nazik bir akışla, bu sayfalar aracılığıyla ortaya koyuyoruz ve Pickwickçi bilgisine susamış bir dünyaya iletiyoruz.

Bu ruhla ilerleyip danıştığımız yetkililere karşı yükümlülüklerimizi kabul etmeye dair kararlılığımızla tereddütsüzce devam ederek açıkça söylüyoruz ki bu ve bir sonraki bölümde kaydedilen detayları -artık vicdanlarımızı rahatlattığımıza göre üzerinde daha fazla yorum yapmadan devam edeceğimiz detayları- Mr. Snodgrass’ın not defterine borçluyuz.

Bir sonraki sabahın erken saatlerinde Rochester kasabasının ve civar kasabalarının bütün nüfusu, olabilecek en büyük telaş ve heyecanla yataklarından kalkmıştı. Taburlar büyük bir teftişten geçmek üzereydi. Yarım düzine alay, keskin gözlü başkomutan tarafından denetlenecekti; geçici surlar dikilmişti. Bir hisara saldırılacak, o hisar ele geçirilecek ve bir tünel patlatılacaktı.

Chatham hakkında ilettiğimiz bu kısa tanımdan anlayacağınız üzere, Mr. Pickwick orduya gönülden hayranlık duyuyordu. Onu başka hiçbir şey bu kadar keyiflendiremezdi. Hiçbir şey her bir yoldaşının özgün hissiyatıyla ordunun karşısında olmak kadar güzel uyum içinde olamazdı. Buna uygun olarak da zaman kaybetmeden ayaklandılar ve hareketin yaşandığı, her yönden kalabalığın aktığı yöne doğru yola koyuldular.

Taburların görünümü, yaklaşmakta olan törenin en büyük görkem ve öneme sahip olduğunu ifade ediyordu. Birlikleri korumak için atanmış nöbetçiler ve topların üstüne oturarak hanımlarına yer ayıran hizmetliler, kollarının altında parşömen kaplı defterlerle oradan oraya koşan çavuşlar ve tören üniformasıyla at sırtında dörtnala bir o yana bir bu yana giden kalabalığın önünde, aniden atını durdurarak şaha kaldıran ve ortada hiçbir sebep yokken sesini kalınlaştırıp yüzünü kıpkırmızı yaparak en korkutucu şekilde bağıran Albay Bulder vardı. Subaylar bir ileri bir geri koşuyor, önce Albay Bulder’la konuşuyor sonra da çavuşlara emir veriyor ve hep birlikte oradan uzaklaşıyorlardı. Korsanlar arkalardan bir tür ciddiyet havasıyla bakıyorlardı ki bu, durumun önemini yeterli biçimde açıklar nitelikteydi.

Mr. Pickwick ve üç yoldaşı kalabalığın ön tarafında yerlerini aldılar ve sabırla merasimin başlamasını beklediler. Kalabalık her an daha da artıyordu ve hak ettileri yeri korumak için göstermeye mecbur bırakıldıkları çaba, ilerleyen üç saati yeterince doldurdu. Bir an arkadan gelen ani bir baskı sonucu Mr. Pickwick genel hâlinin ağırbaşlılığıyla aşırı derecede tutarsız olan bir hız ve esneklikle birkaç metre ileri fırladı, başka bir zamansa önden “geri durma” emri geldi ve bir tüfeğin dipçiği emri hatırlatmak adına ya Mr. Pickwick’in ayak parmağına düşürüldü ya da emre uyulduğuna emin olunmak için dipçikle göğsüne bastırıldı. Sonra sol taraftaki kimi sulu beyefendiler Mr. Snodgrass’ı yandan sıkıştırıp insan tahammülümün en üst noktasına kadar sıktıktan sonra “Neryi gösteriydin?” diye sordular ve Mr. Winkle bu nedensiz saldırıya karşı öfkesini ziyadesiyle ifade ettiğindeyse arkadan biri şapkasına vurduktan sonra alıp başını buralardan gitmesini söyledi. Bunlar ve diğer muziplikler Mr. Tupman’ın gizemli ortadan kayboluşuyla birleşince (adam bir anda ortadan kaybolmuştu ve hiçbir yerde yoktu), ekibi hiç de hoş ve makul olmayan bir duruma soktu.

En nihayetinde, insanların bekledikleri şeyin geldiğini duyuran o kalın uğultu kalabalıkta yayılmaya başladı. Bütün gözler kışla kapısına yönelmişti. Birkaç dakikalık hevesli bekleme sonrası renkler neşeyle havada salındı, silahlar güneşte parıl parıl parladı ve bölük ardına bölük ovaya döküldü. Birlikler durdu ve düzene girdi; taburda komutlar çınladı; tüfekler birbiriyle çarpıştırıldı ve Başkomutan, yanında Albay Bulder ve sayısız subayla birlikte ön sırada konumlandı. Ordu bandosu çalmaya başladı; atlar iki ayakları üstünde durup geriye doğru eşkin giderek kuyruklarını her yöne salladılar; köpekler havladı, kalabalık bağırdı, bölükler geri çekildi ve iki tarafta da göz alabildiğine sabit ve hareketsiz duran kırmızı ceket ve beyaz pantolon dizisi dışında hiçbir şey görünmez oldu.

Mr. Pickwick oraya buraya düşmek, kendini mucizevi biçimde atların bacaklarının arasından kurtarmakla o kadar meşguldü ki karşısındaki sahne şimdiki hâlini alana kadar, olup bitenden keyif alma fırsatı bulamadı. Sonunda ayakları üstünde sağlam durabildiğinde memnuniyeti ve keyfi sınırsızdı.

“Bundan daha hoş ve keyifli bir şey olabilir mi?” diye sordu Mr. Winkle’a.

“Olamaz.” diye yanıtladı son on beş dakikadır iki ayağına da kısa bir adamın basmakta olduğu beyefendi. “Gerçekten de soylu ve nefis bir şey.” dedi yüreğinde sürekli bir şiir aşkı alevlenmekte olan Mr. Snodgrass. “Ülkesinin güvenli savunucularının huzurlu halkı önünde böylesine harika biçimde sıralanması, yüzlerinin savaşçı gaddarlığıyla değil de medeni nezaketle ışıldaması, gözlerinin yağmacılık ve intikamın kaba ateşiyle değil insaniyet ve aklın yumuşak ışığıyla parlaması yok mu!”

Mr. Pickwick bu övgünün ruhunu tam olarak hissediyordu ama kendi diliyle ifade edemiyordu çünkü aklın narin ışığı savaşçıların gözlerinde epey zayıfça parlıyordu çünkü “Gözler ileri!” komutu verilmişti ve izleyicinin gördüğü tek şey herhangi bir ifadeden arındırılmış, yalnızca ileri bakan birkaç bin çift gözden ibaretti.

“Şu an çok iyi bir vaziyetteyiz.” dedi Mr. Pickwick etrafına bakarak. Kalabalık bulundukları noktadan dağılmıştı ve neredeyse yalnızdılar.

“Çok iyi!” diye tekrar etti hem Mr. Snodgrass hem de Mr. Winkle.

“Şimdi ne yapıyorlar?” diye sordu Mr. Pickwick gözlüğünü düzeltirken.

“Bana, bana kalırsa…” dedi Mr. Winkle, beti benzi atarak. “Bana kalırsa ateş edecekler.”

“Olur mu öyle şey!” dedi Mr. Pickwick, telaşla.

“Bana, bana kalırsa gerçekten öyle.” dedi Mr. Snodgrass ısrarla, bir nevi panik hâlinde.

“İmkânsız.” diye yanıtladı Mr. Pickwick. Kelimeler ağzından henüz dökülmüştü ki yarım düzine alay sanki ortak bir hedefleri varmış ve bu hedef Pickwickçilermiş gibi tüfekleriyle nişan aldılar ve dünyayı ya da yaşlı bir beyefendiyi iliğine kadar sarsan en korkunç ve mahşerî şekilde ateş ettiler.

İşte, gurur kırıcı kurusıkı ateşine maruz kaldıkları ve ordunun birimleri tarafından tacize uğradıkları bu sıkıntılı anda, tam da karşı tarafı da birlikler doldurmaya başlamışken Mr. Pickwick müthiş bir beynin zaruri eşlikçileri olan kusursuz bir rahatlık ve öz kontrol sergiledi. Mr. Winkle’ı kolundan yakaladı ve öbür yanına da Mr. Snodgrass’ı alarak onlardan, ses yüzünden sağır kalmak dışında, bu ateşten başka hiçbir tehlikenin gelmeyeceğini anlamalarını içtenlikle rica etti.

“Ama… Ama ya askerlerden bazıları yanlışlıkla gerçek kurşun kullanırlarsa?” diye itiraz etti Mr. Winkle, kendi ortaya attığı varsayım yüzünden bembeyaz kesilerek. “Az önce bir şeyin havada uçuştuğunu duydum. Çok keskin, tam kulağımın dibinden.”

“En iyisi kendimizi yüzükoyun yere atmak, değil mi?” dedi Mr. Snodgrass.

“Hayır, hayır, artık bitti.” dedi Mr. Pickwick. Dudakları titreyebilir, yanaklarının rengi solabilirdi ama o ölümsüz adamın dudaklarından hiçbir korku ya da endişe ifadesi kaçmazdı.

Mr. Pickwick haklıydı, ateş durdu ama taburda bir hareketlilik yaşandığından kendini fikrinin doğruluğuyla ilgili kutlama şansı olmadı. Ardından boğuk bir komut çığlığı geldi ve ekipten herhangi biri bu yeni hamleye bir anlam veremeden yarım düzine alayın tümü, sabit süngülerle ve son hızla tam da Mr. Pickwick ve arkadaşlarının durdukları noktaya doğru gelmeye başladı. İnsanoğlu ölümlüdür ve insan cesaretinin ulaşabileceği belirli bir nokta vardır. Mr. Pickwick gözlüğünün ardından bir anlığına ilerleyen kalabalığa baktı, sonra büsbütün arkasına döndü. Topukladı demeyeceğiz, öncelikle bu cahilce bir terimdir ve ikincisi Mr. Pickwick’in fizik yapısı hiçbir şekilde böylesi bir geri çekilmeye uygun değildi. Bacaklarının elverdiği hızda yürümeye başladı aslında o kadar hızlıydı ki durumun tuhaflığını çok geç olana kadar fark edemedi.

 

Birkaç saniye önce dizilişleriyle Mr. Pickwick’i şaşkına çeviren karşı birlik, hisarın kuşatanların saldırısını taklit etmek için hazırlanan taklit kuşatmacılardı; bunun sonucu da Mr. Pickwick ve iki arkadaşının kendilerini, bir anda biri hızla yaklaşmakta ikincisi de düşmancıl dizilişle dimdik bulundukları yerde durmakta olan uçsuz bucaksız gibi görünen iki taburun arasında kıstırılmış bulmaları oldu.

“Hey!” diye bağırdı, yaklaşmakta olan taburun subayları.

“Yoldan çekilin!” diye bağırdı, beklemekte olan taburun subayları.

“Nereye gideceğiz?” diye bağırdı, telaşlı Pickwickçiler.

“Hey, hey, hey!” verilen tek yanıttı. Bir anlık yoğun şaşkınlık, kuvvetli ayak sesleri, şiddetli bir sarsıntı, boğuk bir kahkaha sonrası yarım düzine alay yarım metre ötede ve Mr. Pickwick’in çizmelerinin tabanlarıysa havadaydı.

Hem Mr. Snodgrass hem de Mr. Winkle kayda değer bir kıvraklıkla zorunlu takla attılar ve yere oturmuş burnundan akmakta olan yaşam pınarını sarı ipek mendille kesmeye çalışan ikincinin gözü, şen biçimde oradan oraya zıplayan şapkasının peşinden koşan saygıdeğer liderine takıldı.

Bir adamın yaşantısında, kendi şapkasının peşine düştüğü zamanlardaki gibi fazla miktarda gülünç üzüntü yaşadığı ya da çok az yardımsever teselliyle karşılaştığı az zaman vardır. Şapka yakalamak için muazzam miktarda soğukkanlılık ve alışılmadık derecede sağduyu gereklidir. Kişi aceleci olmamalıdır yoksa şapkasına basmak durumunda kalır, bunun tam tersini de yapmamalıdır yoksa şapkasını tümüyle kaybeder. En iyisi peşinden koşulan nesneyi nazikçe takip etmek, temkinli ve dikkatli olmak, fırsatları iyi kollamak, yavaş yavaş yaklaşmak sonra ani bir şekilde dalmak, şapkayı üst kısmından yakalamak; sağlamca kafaya geçirmek ve sanki aklında komik bir espri varmış gibi tüm bunları yaparken de gülümsemek gerekmektedir.

Hoş, nazik bir rüzgâr esmekteydi ve Mr. Pickwick’in şapkası oyuncu biçimde yuvarlanıp gidiyordu. Rüzgâr üfledi, Mr. Pickwick soluksuz kaldı ve şapka güçlü bir akıntıya kapılmış canlı bir yunus balığı gibi neşeyle yuvarlandı ve tam da beyefendi, işi oluruna bırakıp durmak üzereyken şans eseri durdu.

Bize kalırsa Mr. Pickwick tümüyle bitkin ve tam da takibi bırakmak üzereydi ki şapka adımlarının yönünde dizili yarım düzine at arabasından birinin tekerleğine doğru şiddetle uçtu. Durumun elverişinin farkında olan Mr. Pickwick öne atladı, malına sahip çıktı, kafasına yerleştirdi ve soluklanmak için durdu. Adının hevesle telaffuz edildiğini duyduğunda yarım dakikadır bile dinlenmiyordu ki sesin Mr. Tupman’a ait olduğunu hemen anladı. Bakışlarını yukarı kaydırdığında onu şaşkınlık ve keyifle dolduran bir görüntüyle karşılaştı.

Kalabalık alanda rahatsızlığa sebep olmasın diye atları çıkarılmış bir faytonda, mavi paltolu, parlak düğmeli, kadife pantolonlu ve uzun çizmeli, yaşlı, iri yarı bir beyefendi, eşarplı ve tüylü giysili iki genç hanımefendi, belli ki eşarplı ve tüylü hanımefendilerden birinin hayranı olan genç bir beyefendi, muhtemelen adı geçen hanımefendilerin teyzesi olan, yaşı şüpheli bir hanımefendiyle, sanki bebekliğinin ilk anlarından beri bu ailenin bir üyesiymiş gibi sakin ve aldırışsız görünen Mr. Tupman duruyordu. Faytonun arkasına bağlanmış geniş boyutlarda, düşüncelere dalmış bir zihnin aklına kümes kuşlarını, dilleri ve şişeler dolusu şarabı getiren bir sandık vardı ve sepetin üstünde şişman ve kırmızı suratlı, yarı uyku hâlinde bir çocuk oturuyordu ki hiçbir düşüncelere dalmış zihin sepetin içindekileri tüketmek için doğru zaman geldiğinde bu çocuğu yiyeceklerin resmî dağıtıcısı dışında herhangi bir görev için bir an olsun önemsemezdi.

Mr. Pickwick sadık müridi tarafından bir kez daha karşılanmadan önce bu ilginç nesnelere kısaca göz gezdiriyordu.

”Pickwick, Pickwick.” dedi Mr. Tupman. “Buraya gelin. Acele edin.”

“Gelin, beyefendi. Lütfen yukarı çıkın.” dedi iri yarı beyefendi. “Joe! Lanet çocuk, yine uyumuş. Joe, merdivenleri indir.” Şişman çocuk yavaşça kutudan atladı, merdivenleri indi ve fayton kapısını davetkâr biçimde açtı. Mr. Snodgrass ve Mr. Winkle tam o anda gelmişlerdi.

“Hepiniz için yer var, efendiler.” dedi iri yarı adam. “İki içeri, bir dışarı. Joe, bu beyefendilerden biri için sandığın üstünde yer ayarla. Buyurun, efendim, benimle gelin.” ve iri yarı beyefendi elini uzatıp önce Mr. Pickwick’i, sonra Mr. Snodgrass’i faytona var gücüyle çekti. Mr. Winkle kutuya tünedi, şişman çocuk paytak paytak eski yerine çıktı ve anında uykuya daldı.

“Pekâlâ, beyler.” dedi iri yarı adam. “Sizi gördüğüme çok sevindim. Sizi çok iyi tanıyorum beyler, gerçi siz beni hatırlamıyor olabilirsiniz. Geçen kış, kulübünüzde birkaç akşam geçirdim. Dostum Mr. Tupman’la bu sabah burada karşılaştım ve onu gördüğüme ne çok sevindim anlatamam. Böyle işte, efendim, peki siz nasılsınız? Fevkalade görünüyorsunuz, orası kesin.”

Mr. Pickwick iltifatı kabul etti ve çizmeli, iri yarı beyefendiyle yürekten tokalaştı.

“Peki siz nasılsınız, beyefendi?” dedi iri yarı beyefendi Mr. Snodgrass’a ithafen, babacan bir kaygıyla. “Çok iyi ha? İyi o hâlde, iyi o hâlde. Peki siz nasılsınız, beyefendi (Mr. Winkle’a)? Doğrusu iyi olduğunuzu söylediğinize sevindim; çok sevindim, orası kesin. Kızlarım, beyefendiler… Kızlarım bunlar ve bu da kız kardeşim. Miss Rachael Wardle. O bir kız, öyle ama tam da kız sayılmaz, ha efendim, ha?” İri yarı beyefendi bununla birlikte dirseğiyle Mr. Pickwick’in kaburgasını şakacı biçimde dürttü ve içtenlikle güldü.

“Aman, abi!” dedi Miss Wardle, itiraz eden bir gülümsemeyle.

“Doğru, doğru.” dedi iri yarı beyefendi. “Bunu kimse inkâr edemez. Beyler, affedersiniz; bu benim arkadaşım Mr. Trundle. Şimdi herkes birbiriyle tanıştığına göre rahatlayalım ve mutlu olalım, neler olacak görelim; ben böyle derim.” Böylece iri yarı beyefendi gözlüğünü taktı ve birinin omuzunun üstünden ordunun denetimlerine baktı.

Bunlar hayret verici değerlendirmelerdi; bir rütbe grubu, başka bir rütbe grubunun başının üstünden ateş ediyor, sonra kaçıyordu; sonra başka bir rütbe grubu, bir başka rütbe grubunun başının üstünden ateş ettikten sonra kaçıyor; sonra ortada subaylar olacak şekilde kareler oluşturuyor; sonra merdivenle sipere inip siperin öbür tarafından aynı şekilde çıkıyorlardı. Ardından küfeler dolusu barikatı yıkıp olabilecek en heybetli tavırla hareket ediyorlardı. Sonra bir de silah deposundaki devasa silahları kocaman sopalara benzeyen aletlerle ateşleme olayı vardı. Kurşunlar dökülmeden önce öyle hazırlık yapmak gerekiyordu ve kurşunlar yere dökülürken öyle berbat bir ses çıkarıyorlardı ki hava hanımların çığlıklarıyla doldu. Genç Wardle hanımları o kadar korkmuşlardı ki Mr. Trundle birine sarılmak zorunda kalırken Mr. Snodgrass da diğerini desteklemişti ve Mr. Wardle’ın kız kardeşi öylesine korkutucu bir endişe hâline girmişti ki Mr. Tupman hanımefendiyi ayakta tutmak için kollarını beline dolamaya mecbur kaldı. Şişman çocuk dışında herkes çok heyecanlıydı zira o sanki topların kükremesi sıradan bir ninniymiş gibi huzur içinde uyuyordu.

“Joe, Joe!” dedi iri yarı beyefendi, hisar ele geçirildiğinde ve kuşatanlarla kuşatılanlar akşam yemeğine oturduklarında. “Lanet olasıca oğlan, yine uykuya daldı. Lütfen onu çimdikleme nezaketini gösterebilir misiniz, beyefendi, bacağından, zahmet olmazsa; onu başka hiçbir şey uyandıramıyor. Teşekkür ederim. Sepeti çöz, Joe.”

Bacağının bir kısmının Mr. Winkle’ın başparmağı ve işaret parmağı arasında sıkışmasıyla etkili biçimde uyanan şişman çocuk, kutudan bir kez daha indi ve önceki hareketsizliğine nazaran kendinden beklenmeyecek bir çabuklukla sepeti çözmeye başladı.

“Şimdi bitişik oturmamız gerekecek.” dedi iri yarı beyefendi. Hanımların kollarını sıkmakla ilgili pek çok şaka ve hanımefendilerin beyefendilerin kucaklarına oturmalarına yönelik türlü türlü yüz kızartıcı espriden sonra herkes oturdu ve iri yarı beyefendi, şişman çocuktan aldıklarını (bu amaç için geride kalmış olan) faytonun içine getirmeye başladı.

“Şimdi, bıçaklar ve çatallar.” Bıçaklar ve çatallar içeri alındı ve içerideki hanımefendiler ve beyefendilerle kutuda oturmakta olan Mr. Winkle’a birer tane sözü geçen kullanışlı gereçlerden temin edildi.

“Tabaklar, Joe, tabaklar.” Tabakların dağıtımında da aynı yöntem izlendi.

“Şimdi de Joe, güvercinler. Lanet olasıca çocuk, yine uyudu. Joe! Joe! (kafaya değnekle birtakım vuruşlar ve şişman oğlanın rehavetinden güçlükle kurtuluşu) “Hadi getir yemekleri.”

Son kelimedeki bir şey yaltakçı çocuğu uyandırmıştı. Zıpladı ve sepetten çıkarırken, kurşuni gözlerini, iri yanaklarının üstünden korkutucu bir parıltıyla yemeğe dikti.

“Hadi acele et.” dedi Mr. Wardle çünkü oğlan ayrılmakta güçlük çekiyor gibi göründüğü horoza sevgiyle bakıyordu. Oğlan derin bir iç çekti ve kuşun tombulluğuna ateşli bir bakış atıp istemeye istemeye efendisine teslim etti.

“Oldu işte, dikkatini topla. Şimdi dil, şimdi domuz turtası. O dana ve domuz etlerine dikkat et, ıstakozlara dikkat et. Salatanın üstündeki bezi sıyır, sosu bana ver.” Tarif edilen çeşitli malları alırken ve herkesin ellerine, dizlerine sayısız tabak verirken ağzından çıkan kelimeler bunlardı. “Şimdi bu, harika değil de ne?” diye sordu o neşeli şahsiyet, tüketim işi başladığı sırada.

“Harika!” dedi kutuda oturmuş Mr. Winkle, kuşu keserken.

“Şarap?”

“Büyük keyifle.”

“Size özel bir şişe şarap lazım, değil mi?”

“Çok naziksiniz.”

“Joe!”

“Evet, efendim.” (Az önce bir dana köfte götürmeyi başardığı için henüz uyumuyordu.)

“Kutudaki beyefendiye bir şişe şarap. Sizi gördüğüme memnunum efendim.”

“Sağ olun.” Mr. Winkle kadehini boşalttı ve şişeyi yanındaki arabacı bölmesine yerleştirdi.

“Bu keyfe nail olmama izin verir misiniz efendim?” diye sordu Mr. Trundle, Mr. Winkle’a.

“Büyük keyifle.” diye yanıtladı Mr. Winkle, Mr. Trundle’ın sorusunu. İki beyefendi şarap içtiler ve daha sonra şarabı hanımlar da dâhil olmak üzere paylaştılar.

“Sevgili Emily, yabancı beyefendiyle nasıl da flört ediyor.” diye fısıldadı abisi Mr. Wardle’a, evde kalmış hala; evde kalmış hala kıskançlığıyla.

“Ah, bilmiyorum.” dedi neşeli yaşlı beyefendi. “Tümü oldukça doğal, bana kalırsa sıra dışı bir şey yok. Mr. Pickwick şarap ister misiniz, efendim?” Domuz turtasının içini incelemekte olan Mr. Pickwick memnuniyetle kabul etti.

“Emily, canım.” dedi evde kalmış teyze, patronluk taslayan bir havayla. “O kadar yüksek sesle konuşma, canım.”

“Aman hala!”

“Halam ve ufak yaşlı beyefendi her şeyi kendilerine saklamak istiyorlar bana kalırsa.” diye fısıldadı Miss Isabella Wardle, kız kardeşi Emily’ye. Genç hanımlar içtenlikle güldüler ve yaşlı olan sevimli görünmeye çalıştı ama başaramadı.

“Genç kızların ruhları neşe dolu.” dedi Miss Wardle, Mr. Tupman’a. Sanki biraz acısını paylaşır gibi, sanki taşkın ruhlu olmak yasakmış ve izinsiz böyle bir ruh barındırmak büyük suç ve kabahatmiş gibi.

“Ah, öyle.” dedi Mr. Tupman, tam olarak ondan beklenmeyecek bir türden cevap vererek. “Oldukça keyifli.”

“Demek öyle!” dedi Miss Wardle, inanamayarak.

“İzin verir misiniz?” dedi Mr. Tupman, oldukça mülayim bir tavırla, büyüleyici Rachael’ın bileğini bir eliyle kavrayıp diğeriyle de şişeyi kaldırarak. “İzin verir misiniz?”

“Ah, efendim!” Mr. Tupman çok etkileyici görünüyordu. Rachael daha fazla silahın patlayacağına dair duyduğu korkuyu ifade etti ve eğer böyle bir durum olursa daha fazla desteğe ihtiyacı olacaktı.

“Sizce canım yeğenlerim güzel mi?” diye fısıldadı sevgi dolu halaları Mr. Tupman’a.

“Eğer halaları burada olmasaydı güzel olduklarını düşünürdüm.” diye cevapladı tetikteki Pickwickçi, arzulu bir bakış eşliğinde.

“Ah, sizi yaramaz adam… Ama gerçekten, eğer ten renkleri biraz daha iyi olsaydı sizce hoş görünümlü kızlar olurlar mıydı mum ışığında?”

“Evet, bence olurlardı.” dedi Mr. Tupman, umursamaz bir tavırla.

“Ah sizi çakal… Böyle diyeceğinizi biliyordum.”

“Nasıl?” diye sordu Tupman. Aslında aklında tam olarak bir şey söylemek olmayan Mr. Tupman.

“Diyecektiniz ki Isabel kambur duruyor. Biliyorum böyle diyeceğinizi. Siz erkekler çok gözlemcisiniz. Yani, evet kambur duruyor; bu inkâr edilemez ve eğer bir kızı çirkin gösteren bir şey varsa o da kambur durmaktır. Ona hep söylüyorum biraz daha yaşlanınca oldukça korkunç görünecek. Yani siz tam bir çakalsınız!”

Mr. Tupman bu kadar kolay bir unvan kazanmaya itiraz edecek değildi: Epey bilgiç bir tavır takınarak gizemli biçimde gülümsedi.

“Nasıl da kinayeli bir gülümseme.” dedi hayranlık dolu Rachael. “Sizden epey ürktüğümü bildirmem gerek.”

“Benden ürkmek mi?”

 

“Ah, benden hiçbir şey saklayamazsınız. O gülümsemenin ne anlama geldiğini çok iyi biliyorum ben.”

“Ne?” dedi en ufak fikri olmayan Mr. Tupman.

“Demek istiyorsunuz ki…” dedi sevimli hala, sesini daha da alçaltarak. “Isabella’nın kambur durmasının Emily’nin kelliği kadar kötü bir durum olduğunu düşünmüyorsunuz. Yani, evet, o kel! Bazen bu beni o kadar perişan ediyor ki aklınız almaz. Bazen saatlerce bu meseleye ağlıyorum. Benim canım abim o kadar iyi, o kadar saf ki bunu hiç görmüyor; eğer görseydi eminim kalbi kırılırdı. Keşke sorun yalnızca terbiye olsaydı, öyle olmasını isterdim.” (Burada sevgi dolu akraba derin bir iç çekti ve başını ümitsizce salladı).

“Eminim ki halam bizim hakkımızda konuşuyor.” diye fısıldadı Miss Emily Wardle, kız kardeşine. “Bundan oldukça eminim, şeytani görünüyor.”

“Öyle mi?” diye yanıtladı Isabella. “Aman! Halacım!”

“Evet, canımın içi!”

“Hasta olursun diye çok korkuyorum, hala. Yaşlıcık boynuna bir ipek mendil bağlayıver. Gerçekten kendine bakmalısın, yaşın düşünülürse!”

Bu misilleme her ne kadar hak edilmiş olsa da bir insanın başvurabileceği en kindar misillemeydi. Eğer Mr. Wardle farkında olmadan keskin bir şekilde Joe’ya seslenmiş olmasaydı halanın öfkesi ne yollarla ifade edilecekti tahmin etmek güçtü.

“Lanet olasıca çocuk.” dedi yaşlı beyefendi. “Yine uyumuş.”

“Çok olağan dışı bir çocuk, bu.” dedi Mr. Pickwick. “Hep böyle uyur mu?”

“Uyumak mı?” dedi yaşlı beyefendi. “O hep uyku hâlinde. Derin uykudayken ayak işlerine koşar ve sipariş beklerken horlar.”

“Ne kadar da tuhaf.” dedi Mr. Pickwick.

“Ah! Gerçekten de tuhaf.” diye yanıtladı yaşlı beyefendi. “O oğlanla gurur duyuyorum. Ondan hiçbir şekilde ayrılmam. O bir doğa harikası! Al Joe. Joe, bunları kaldır ve yeni bir şişe aç. Duydun mu?”

Şişman çocuk kalktı, gözlerini açtı, uyuyakalmadan önce çiğnemekte olduğu koca dilim turtayı yuttuktan sonra yavaşça efendisinin emirlerini uyguladı. Tabakları toplarken ziyafetten arta kalanlara son derece baygın biçimde baktı ve her şeyi sepete boşalttı. Yeni bir şişe çıkarıldı ve anında tüketildi. Sepet eski yerine yerleştirildi. Şişman çocuk bir kez daha kutuya tünedi, gözlükler ve okuma camları bir kez daha düzeltildi ve ordunun tatbikatı yeniden başladı. Silahlar vızıldadı ve patladı, hanımlar korktu ve sonra tünel herkese keyif verecek şekilde patlatıldı ve tünel yok olduğunda ordu ve ekip de aynını yapıp ortadan kayboldu.

“Öyleyse kendinize iyi bakın.” dedi yaşlı beyefendi, ara ara sürdürülen sohbetin sonunda, merasimin bitiminde Mr. Pickwick’le tokalaşarak. “Yarın görüşürüz.”

“Kesinlikle.” diye yanıtladı Mr. Pickwick.

“Adresi aldınız mı?”

“Manor Çiftliği, Dingley Dell.” dedi Mr. Pickwick, not defterine başvurarak.

“Oldu o zaman.” dedi yaşlı beyefendi. “Sizi bir haftadan erken bırakmam, unutmayın ve görmeye değer her şeyi gördüğünüze emin olacağım. Eğer canınız kırsal yaşam çekerse bana gelin, size bolca yaşatırım. Joe, lanet olasıca çocuk, yine uyuyakaldı. Joe, Tom’a yardım et de atları getirsin.”

Atlar yerleştirildi, sürücü yerine geçti, şişman çocuk da yanına tünedi. Vedalar edildi ve fayton yola koyuldu. Pickwickçiler son bir kez bakmak için arkadaşlarına döndüklerinde, batmakta olan güneşin, onları bu kadar keyiflendiren kişilerin yüzlerine ve şişman çocuğun bedenine vurduğunu gördüler.

Купите 3 книги одновременно и выберите четвёртую в подарок!

Чтобы воспользоваться акцией, добавьте нужные книги в корзину. Сделать это можно на странице каждой книги, либо в общем списке:

  1. Нажмите на многоточие
    рядом с книгой
  2. Выберите пункт
    «Добавить в корзину»